1. Sosyete Dedektifi

Yazan: Ayşen Erdöl

Sanki ben her akşam onunlaymışım gibi bir yalnızlık duyuyordum. O cuma günleri gelirdi.

Alemdağ’da Var Bir Yılan/ Sait Faik ABASIYANIK

Güneşli bir cuma sabahıydı. Babamın çok sevdiği fırından üç poğaça alacaktım; biri benim, ikisi Fikri abi için. Fikri abinin inanılmaz bir iştahı var. Bazen sadece onu izleyerek doyduğumu fark ediyorum. Ya metabolizması hızlı ya da fazla hareketli. Evet, fazla hareketli, pire gibi tabir ederler ya, Fikri abi öyle bir adam.
Fırında bu saatlerde izdiham var, Kadıköy’de çalışan herkes buraya geliyor sanki. Elemanlar yetişemiyor bu kalabalığa. Tezgâhın arkasındaki gür saçlı esmer çocuk, dediğimi anlamadan dört poğaça sarıp verdi bana. Bir şey demedim, şimdi iade et, bir daha sarsınlar poğaçaları filan zaman kaybı. Aldım camgöbeği rengi torbamı hızlı hızlı yürümeye başladım Bahariye’den Moda’ya doğru.
Hayatım düzene girmiş gibiydi. Hazirandan beri Fikri abi ile çalışıyordum. Evde kendime bir sistem oturtmuştum, hatta bayramda küçük teyzemin Saros’taki yazlığında kısa bir tatil bile yapmıştım. Tamam, pek cümbür cemaat bir tatildi belki ama denize girmiş, çevreyi gezmiş, tekne turuna katılmış, akşamları kumsalda kuzenlerimle bira ve gitar eşliğinde sohbet etmiştim. Bayramdan sonra da annemi orada bırakarak İstanbul’a işimin başına döndüm. Altan ile anaokulunda öğretmen olan eşi Figen, ağustosun ortasında başlayacak yeni öğretim yılından önce baş başa bir tatile çıkmışlardı. Yani yalnızdım ve evde kafayı dinliyordum.
Yeni işimde de düzenimi kurmuştum. “Ben bu dağınık ortamda çalışamam!” diye restleşip yan apartmanın görevlisi Rukiye ile Fikri abinin evini adeta kırklamıştık. Ev zaten küçüktü. Moda İlkokulu’nun hemen yanındaki eski binanın üçüncü katında yer alan nohut oda bakla sofa bir yer. Sokak kapısından girişte kare, geniş, yeşil damarlı siyah karolarla döşeli loş bir hol yer alıyordu ve tüm odalar bu hole bakıyordu. Kapının sağında apartmanın ön cephesine bakan genişçe bir salon, solunda ise arkaya bakan iki küçük oda bulunuyordu. Sokak kapısına paralel olarak mutfak ve banyo konuşlanmıştı. Mutfak gene ön cepheye bakan küçük penceresi sayesinde biraz ışık alıyordu ama odalara bitişik banyo umutsuz bir biçimde karanlıktı.
Evi Rukiye’nin de üstün çabaları ile bal dök yala hale getirdikten sonra holde duran kırık ahşap masayı attım. Artık iflah olmayacak yavaşlıktaki bilgisayarı da… Şu demonte eşyalar satan mağazadan geniş ve uzun bir büro masası, bir de camlı dolap satın aldım, kendi cebimden. Ne de olsa ben kullanacaktım. Masa da dolap da antrasit tabir edilen gri-lacivert renkti. Masanın üstüne Berrin’in hediye ettiği şık çalışma lambamı ve kişisel dizüstü bilgisayarımı da koyunca mekânım tamamlandı.
Odalardan biri Fikri abinindi ve oraya girmek kesinlikle yasaktı. Orasının aynı zamanda adamcağızın yatak odası olduğu düşünülürse belli bir miktar mahremiyet istemesi mantıklıydı ama Rukiye ile temizlik yaparken oda kapısına bile dokundurtmaması bizi şaşırtmıştı. Oysa sadece kapıyı dışarıdan silecektik. İçeri girmek ve temizlemek gibi bir niyetimiz yoktu. Bu biraz kuşkulu bir durumdu benim için.
Diğer oda eski, paslı metal bir evrak dolabı dışında boştu. Salonda ise deri koltuklar vardı, biri üçlü kanepe, diğerleri tekli. Temizlikten sonra ince işlere geçtiğimde bu koltukları deterjanla ovdum ve büyük bir sürprizle karşılaştım: Koltuklar bal rengiymiş meğer. Jaluzileri temizleyip eden geçirdim, ortada bulunan sarı ahşap sehpayı ve Fikri abinin medarıiftiharı dev plazma televizyonun altındaki aynı renkteki dolabı da zımparalayıp vernikledim. Bu işlerin hepsi bana terapi gibi geldi. Kafamdaki tüm sorunları temizleyip yeni hayatımı güzelce oturttum adeta. Bu olayları yaşarken Esra bir kez bile bana görünmemişti. Bu durum beni rahatlatıyor ama bir yandan da düşündürüyordu. Neden böyle bir deneyim yaşamıştım? Esra kimdi? Niye beni seçmişti? En sonunda yeni yaşamımda bana rehberlik eden yardımcı bir güç olduğuna karar verdim. Görevini yapmış ve gitmişti.
Tüm bu işlemlerden sonra evin kredi notu “İti bağlasan durmaz.”dan “Eh işte, içinde yaşanabilir”e yükselmişti. Artık Fikri abinin ne iş yaptığını keşfedebilirdim. Sağda solda tomar tomar atılı duran kâğıtları düzenleyerek başladım araştırmama. Hayır, Fikri abi medya takibi filan yapmıyordu. Daha doğrusu takip ettiği şey medya değildi. Birilerini gözlüyor, bir şeyleri araştırıyor yani bildiğiniz dedektiflik işleri yapıyordu. Şirketin dönmesini sağlayan iki önemli müşteri vardı: Biri herkesin önünde saygı ile eğildiği, sert, amansız avukat Maksude Kızılarslan, diğeri ise sosyete dedektifi olarak tanınan Volkan Soyalan. Maksude Hanım ile tanışmıştım. Kırklarının sonunda, esmer, uzun boylu ve çok karizmatik bir kadındı. Eğer birinin davasını almışsa kesin kazanacak gözü ile bakılıyordu. Sakin görüntüsü altında tam bir kaplan vardı ve gözleri ateş parlaklığındaydı. Hoş, çok hoş bir kadındı. Fikri abi ona çok saygı duyuyordu.
Diğer müşterimiz, Volkan Soyalan Bey’le ise bu güzel cuma sabahında tanışacaktım.
Kapıyı anahtarla açtım. Fikri abi, kendi odasınınki hariç tüm anahtarlardan birer kopya yaptırıp vermişti bana. İçeri girdiğimde mis gibi çay kokusu geldi burnuma. Patron erkenden kalkmış ve çayı demlemişti. Fikri abinin bu özelliği de takdire şayandı, gece kaçta yatarsa yatsın, ne kadar yorulursa yorulsun hatta isterse akşamdan kalma olsun, sabah 7.00 dedin mi uyanır, yeni güne hazır olurdu. Şimdi de salondaki kanepeye oturmuş, televizyondaki sabah haberlerine bakıyordu.
Günaydın!
Günaydın patron! Çay kokusu merdivenin başından hissediliyor. Eline sağlık.
Tam o esnada Fikri abinin cep telefonu çaldı. Kulağım onda mutfağa seğirttim. Çamaşır suyu ile tertemiz yaptığım kupalara taze çayı doldururken fark ettim Fikri abinin Volkan Soyalan ile konuşmakta olduğunu. Biraz sonra da bana seslendi:
Asude, bir bardak daha hazırla sana zahmet! Volkan geliyor, beş dakikaya burada olur.
Hayırdır inşallah! Volkan Soyalan buraya hiç gelmez, Fikri abiyi Fenerbahçe’deki lüks ofisine çağırırdı. El âleme “Ben yalnız çalışırım!” mesajı verir, şirketinde sekreterinden başka kimse bulundurmazdı.Ama etraftaki kâğıt tomarlarını düzenlerken fark etmiştim ki aslında bütün işi Fikri abiye yaptırıyordu. Fikri abi de ses etmeden verdiği işleri yerine getiriyor,takdiri de elde edilen gelirin aslan payını da ona bırakıyordu.
Beş dakikaya varmadan geldi Volkan Soyalan. Gelmedi, adeta güneş gibi doğdu. Hani bir zaman makinesi icat edilse de kendisini 2500 yıl önceye gönderebilsek Ege adalarında, Yunanistan’a filan “Apollon yeryüzüne inmiş!” diye taparlardı adama. Gece siyahı kıvırcık, omzuna dökülen saçları, bronz teni, oval yüzü, lacivert iri gözleri, kalkık burnu, ortasında gamze bulunan köşeli çenesi, 1.85 civarında uzun boyu, sporla biçimlendirildiği belli olan vücudu ile Leonardo Da Vinci’nin Vitruvius Adam’ının bedenlenmiş haliydi. İnsanın içini hoplatan bir gülümseme ile uzattı elini:
Merhaba, Volkan ben! Fikri bahsetti sizden. Tanışmak bugüne kısmetmiş.
Hemen tokalaştık, içeri buyur ettim saygı ile. Neyse ki fırındaki çocuk bir tane fazla poğaça koymuş. Hemen sağa sola bakındım her şey yerli yerinde mi diye. İşte bu güzel insanların da böyle bir etkisi vardır; kimse onların dağınık ve pis ortamlarda bulunmasını istemez. Güzelliğe zeval verir sanki o çirkinlik.
Apollon, Fikri abi ile de tokalaştı lütfeder gibi, pencere kenarındaki tekli koltuklardan birine oturdu.
Kaynanan seviyormuş Volkan, biz de kahvaltı edecektik. Taze demlenmiş çayımız, sıcak poğaçamız var.
Volkan Soyalan, sehpa üzerindeki tepside bulunan poğaçalara bakarken nükleer atık görmüş gibi astı suratını:
Spordan sonra smooti içtim ben, tokum sağ ol. Ama çayınız varsa alırım.
Hemen tepside duran onun için hazırladığım çayını ikram etim, ben de Fikri abinin oturduğu kanepenin diğer ucuna, Volkan Bey’in yakınında olacak şekilde oturdum. Volkan Bey’in dudaklarının ucundaki yıldızlar parladı yine:
Demek Fikri ile çalışmaya başladınız. Zor adam ama değil mi?
Evet, yakışıklı ama egosantrik sevimsiz bir yanı da var. Ben de gülümsedim.
Bilmem, ben bir zorluğunu görmedim. Gayet iyi gidiyor şimdilik.
İstediği cevabı alamamıştı benden. Fikri abi ile ilgili olumsuz, uygunsuz hatta küçük düşürücü bir şey duymak istediğini hissettim bir anda. Yazık, bu kadar yakışıklı ve karizmatiksin ama yine de yükselebilmek için birilerini küçük düşürmen gerekiyor. Ne acı!
Bizim sektörden değilsiniz siz? Yoksa tanırdım. Zaten kaç kişiyiz şunun şurasında?
Sesli güldüm:
Tabii canım! Bir siz, bir Vedat Kurdel bir de Remzi Ünal.
Gözlerini devirdi. Bundan da hoşlanmamıştı:
Yani diyorum ki sizi tanımıyorum. Daha önce hangi sektörde çalışıyordunuz?
Sanki bir iş görüşmesindeydik de özelliklerim hakkında sorguya çekiliyordum. Yer miyim ben bunları koca egolu Apollon?
JAAN Ajans’ın halkla ilişkiler müdürüydüm.
Dudak büktü gene. Hiç inanmamıştı:
Ersin Caner’in ve Metin Andar’n ajansından bahsediyoruz değil mi? İkisi de kulüpten tenis arkadaşlarımdır.
Gözlerinin içine bakarak en öz güvenli gülücüğümü dudaklarıma kondurdum:
O zaman yarın tenis oynayacaksınız. İkisi de cumartesi sabahı tenis oynar çünkü. Dünya yıkılsa o saate toplantı, etkinlik, iş koymazlar. Görüştüğünüzde “Asude Deren’in selamı var!” derseniz çok sevinirim. Gerçi Deren evlilik soyadımdır, üç ay kadar önce boşandım, artık kullanmıyorum. Ama onlar öyle tanır beni.
Gülümsemesi dudağında soldu:
Tabii, neden olmasın? Memnuniyetle… Bu arada sektörümüze de hoş geldiniz diyelim.
Fikri abi daha fazla dayanamadı:
Asude Hanım, çok yakın bir dostumun ablasıdır. Geçici bir süre bana yardımcı olmak için geldi. Misyon vizyon hikayesi… Şimdi sen bunları bırak da hayırdır, hangi rüzgâr attı seni buraya?
Çayından bir yudum alıp kupayı sehpanın üzerine koydu Volkan Soyalan:
Bu tarafta bir görüşmem var saat 10.00 gibi. Sana uğrayıp yeni iş hakkında bilgi vereyim dedim. Görüşmemden sonra karşıya geçeceğim, arada çıkarayım diye düşündüm ama… Kadıköy’de park sorunu korkunç tabii. Yarım saattir kat otoparkında yer arıyorum.
Fikri abi, kollarını kavuşturdu, hak verir gibi başını salladı:
Tabii, sabah vakti zor olur, herkes işine gücüne geliyor. Bu sokağa park edebilirdin, benimki hemen şu yan tarafta duruyor.
Volkan Soyalan sanki kutsallarına hakaret edilmiş de kırmızı çizgileri çiğnenmiş gibi yüzünü ekşitti:
Benim arabam cip Fikri, seninki gibi Doğan değil. Bir de mahalle arasında oynayan veletlerle, parselci mafyöz değnekçilerle mi uğraşayım bunca işimin arasında?
Fikri abinin yüzünden anlaşılıyordu ne düşündüğü. Ben nedense o anda Volkan Soyalan’ın yaşını merak ettim. 35’ten fazla göstermiyordu ama 60’lık mahalle bakkalımızın bile “abi” dediği adama adıyla hitap ediyordu. Fikri abinin benden dört yaş kadar büyük olduğunu öğrenmiştim, 44 yaşındaydı; bu adamsa kendisinden 8-10 yaş büyük birine resmen “Fikri” diyordu. Haydi diyelim avam ifadeleri sevmiyor, o zaman da Fikri Bey demesi uygun olmaz mıydı? Ne kadar samimi olurlarsa olsunlar, böyle üstten üstten “Fikri” diye seslenmesi garibime gitmişti. Burada da bir büyüklenme seziliyordu işte. Gerçi Fikri abi de ona “Volkan” diyordu. Sevimsiz şey! Ama çok yakışıklı, o ayrı…
Çayını bitirdi karizmatik özel dedektif:
Neyse, çok zamanım yok. Hemen konuya gireyim. Demirci Holding’i bilirsin. Sahibi Akif Demirci.
Başını öne arkaya salladı Fikri abi. Öteki ise arkasına yaslanıp iyice yerleşti koltuğa. Kollarını kolçaklara yerleştirdi. “Çok önemli bir konuşma yapacağım, kulaklarını dört aç ve beni dinle.” mesajı akıyordu üstünden:
Bu defa iş ciddi Fikri; öyle aldatan eş, casus eleman, fikir çalan çalışan filan değil. Bu defa iş bir cinayet soruşturması. Bu konuda bana yardımcı olabileceğinden emin değilim, ama yine de şansımı denemek istedim.
Fikri abi mimiklerini dondurmuş, haşin denebilecek bakışlarla Volkan Soyalan’a bakıyordu. Kollar halen bağlı, “Dene bakalım şansını, hodri meydan!” ifadesi bu. Araya girmek ve şu egoyu balon gibi söndürmek istedim:
Sizin için ilk olmalı, endişenizi anlıyorum ama biz bu konuda deneyimliyiz. Haziran ortasında bir cinayet vakasını iki hafta gibi kısa bir sürede çözdük. Okumuş olabilirsiniz belki, Nilgün Mercan vakası.
Fikri abiye çevrili “burada patron benim!” bakışları yavaş yavaş bana döndü. Benden hiç ama hiç hazzetmemişti, ama bu onun sorunuydu. Ben dev egolu bir adamla on yıl yaşamış ve onunla mücadele etmeyi bizzat mutfağında öğrenmiştim. Kontrolünü bir anlığına kaybeden Volkan Soyalan, yine gülümsemesini yerleştirdi dudaklarına:
Öyle mi? Bu durum, biraz da olsa güven verici. Evet, o olayı duydum. Neyse bu vaka hakkında bilgi vereyim de siz karar verin Asude Hanım.
Rica ederim, karar merci ben değilim. Buyurun, dinliyoruz.
Kararı tek başıma vermeyeceğim ama kararda benim de payım var.” ifadesi ile iyice şaşalattım adamı. Başını yine Fikri abiye çevirdi. Ama eskisi kadar öz güvenli değildi; eğilmiş, dirseklerini de dizlerine yaslamıştı:
Akif Demirci’nin kızı Sude Demirci, Yeditepe Üniversitesinde, lojistik bölümü son sınıfta okurken bir cinayete kurban gitti. Geçen nisanda. Duymuş olabilirsin.
Fikri abi aynı pozisyonda, yine başını öne arkaya salladı. Bu olayı ben bile duymuştum.
Kız, üniversiteye yakın olan dairesinde öldürülmüş. Arkadaşları ona ulaşamayınca evine gitmişler, kapıyı kırdırmışlar ve zavallı kızın cesedini bulmuşlar. Polis epey bir araştırmış ama cinayeti aydınlatacak bir şey bulunamamış henüz. Akif Bey bana geldi, durumu oldukça kötüydü. Hastaymış, çok ağır hasta. Doktorlar fazla zamanı kalmadığını söylemişler. Ölmeden önce kızının katilinin bulunmasını istiyor. Bunun için de çok iyi meblağ ödemeye hazır. Yani bu hayatının fırsatı olabilir Fikri.
Ölmek üzere olan bir adamın acısını büyük bir fırsat olarak görmesi midemi bulandırdı. Yine de bozmadım havasını. Zaten Fikri abi devreye girmişti çoktan:
Tamam, şansımızı deneyelim. Detayları öğrenelim.
Volkan Soyalan, saatine baktı:
Evet, Akif Bey epey detaylı bir dosya verdi bana. Ama ofisten gelmedim ben, spordan direkt Kadıköy’e geçtim. Sana zahmet, benim şirkete geçip alıver. Görüşmeye gecikiyorum ben.
Ayağına çağırmamıştı ama dosyayı almak için yine de ofisine gidecekti Fikri abi.
Volkan Soyalan’ı kapıda geçirirken tekrar hatırlattım eski patronuma götüreceği selamı.
Yalnız kaldığımızda, yarım kalan poğaçalarını midesine indirmek için salona geçen Fikri abinin peşinden gittim. Ayakta tepesinde dikildim:
Alacak mıyız bu davayı?
Başını kaldırıp bana baktı:
Dosyaya bir bakalım. Ne var ne yok bilmiyoruz ki? Belki boyumuzu aşar, bir şey demek zor.
Ne zaman gideceksin dosyayı almaya?
Poğaçaları gösterdi:
Kursağımdan iki lokma bir şey geçsin müsaade edersen… Sonra gider alırız.
Böyle dedi ama akşama kadar da oyalandı. Bunun bir çeşit intikam olduğunu düşündüm. Dosyayı almayı ne kadar geciktirirse Volkan Soyalan’ı o kadar sinirlendirecekti. Bu da Fikri abinin baş etme yöntemiydi işte. Volkan Bey bu yüzden onun zor biri olduğunu düşünüyor olmalıydı.
Saat üçte salondaki kanepeye yayılmış spor sayfasını okuyan Fikri abinin yanına gittim:
Abi, ben çıkıyorum.
Başını kaldırıp sözlerimi anlamamış gibi baktı yüzüme:
Hayırdır?
Ben de unutmuş olmasına şaşırdım:
Dün dedim ya benim evle ilgili bir işim var, yönetici beni çağırdı diye.
Başını salladı:
A, tamam! Eh, haydi beraber çıkalım. Seni otobüslerin oraya kadar bırakayım. Yürüme bu sıcakta. Ben de gidip alayım şu dosyayı artık.
On dakika sonra korkunç akşam trafiğinin içinde seyreden 319 numaralı otobüsün içindeydim. Neyse ki ilk duraktan bindiğim için oturacak yer bulma şansına nail olmuştum. Annemin lafını dinleyip Şişli’deki evin satışından aldığım parayı, tazminatımı ve Aside halamdan kalan altınları birleştirip kuzenim Asuman'ın dediği yerden yani Kayışdağı’ndan bir ev almıştım. Para artırıp bir de ikinci el araba almayı ummuştum ama ne mümkün! Ev fiyatları almış başını gitmişti. On yıldır filan toplu taşıma kullanmadığımdan alışmak ilk etapta zor geldi. Özellikle ağustos sıcağında… Hangi gün var akşam olmadık? Alışacaktım, elim mahkûm.
Evim Kayışdağı’da, Darülaceze’nin hemen yan sokağında, yeni bir binadaydı. Asuman’ın üniversiteden bir arkadaşı olan Yasemin ve o çevrede bir kolejde matematik öğretmenliği yapan eşi Naci, kiracılarımdı. Yeni evlenmişlerdi. Geçen hafta sonu Yasemin beni utana sıkıla arayıp “Asude Hanım, yöneticimiz bazı belgeleri imzalamanızı istiyor, zahmet vereceğim ama bir gün bize uğrasanız…” demişti. Ben de cuma akşamüstü uğrayabileceğimi söylemiştim.
Cuma trafiğinin olağan sonucu, saat 4.30 gibi varabildim hedefime. Yasemin beni kapıda karşıladı. Ufak tefek, zayıf bir kızdı ve beline değen saçlarını hep atkuyruğu yapıyordu. Sirayet eden bir neşesi vardı. Kısa üst dudağı, güldüğünde pespembe diş etlerini ve düzgün dişlerini sergiliyordu. Gözlüklerinin arkasında parıldayan koyu renkli gözleri ile Disney prenseslerine benzeyen bir kızdı.
Asude Hanım, sizi de buraya kadar yorduk. Kusura bakmayın!
Gayriihtiyari gülümsedim:
Ne zahmeti! Zaten bu taraflarda işim vardı. Nasılsınız?
Beni içeri buyur etti.
İyiyiz, sizi sormalı?
Yeni evlilerin imkânları ölçüsünde döşedikleri, her şeyde bir yenilik ve hoşluk hissedilen eve girdim. Kim bilir ne heveslerle alınmıştı bu eşyalar ve ne zorluklarla ödeniyordu!
Ben de iyiyim. Galiba yeni işler çıkarmış yöneticimiz başımıza.
Pastel yeşil ile krem rengi kombin yapılmış oturma grubuna yerleştim güzelce.
Ah sormayın! Yepyeni ev! Habire bir onarım çıkarıyor başımıza. Emekli olmadan önce duvar ustasıymış, ondan herhalde.
Böyledir zaten, insan emekli olup rahat etmeyi dört gözle bekler ama emekli olunca da yerinde duramaz.
Yine diş etlerini gösterdi Yasemin.
Öyle galiba. Size taze çay demledim. Yorgunluğun üstüne iyi gelir.
Aman, niye zahmet ettiniz. Elinize sağlık!
Yasemin bir “Ne zahmeti canım!” dedikten sonra mutfağa koşturdu, biraz sonra da bir tepside iki çay bardağının içinde tavşankanı çaylarla bir kutu kuru pasta getirdi. İki de şık tabak.
Gönül isterdi ki kendim bir şeyler pişireyim ama zaman yok! Bu aralar hazırlık sınavları ile uğraşıyoruz, Asuman Hoca da söylemiştir.
Lütfen rahat olun, hepimiz çalışan insanlarız. Hiç gerek yoktu. Buradan yemeğe gideceğim ben.
A, ama lütfen şu tatlının tadına bakın! Burada şu ileride bir pastane var, Aksüt Pastanesi. Her şeyi tertemiz ve çok lezzetli.
Kırmamak için bademli kuru pastanın tadına baktım. Gerçekten kıyır kıyır ve çok lezzetliydi. Çay ile birlikte bir tane daha yemeye karar verdim. Sonra da Yasemin’in getirdiği evrakları inceleyip doldurmaya başladım. İşimiz bir yarım saat kadar sürdü. Yazdığım her şeyi belki yüzüncü kez özür dileyen Yasemin’e teslim edip izin istedim. Kapıya kadar geçirdi beni. İyi akşamlar dileyerek asansöre yöneldim. Tam elimi atmıştım ki kapı açıldı, içinden Türkan Şoray’ın gençliği çıkıverdi. Koyu renk dalga dalga saçlar, iri koyu kahverengi gözler, kıvrık kirpikler, balıketi ve kıvrak bir beden… Çok şık kolsuz batik desenli bir elbise vardı üstünde. Elinde alışveriş torbaları olmasa gerçekten film setinden fırlamış sanabilirdim. Yasemin hemen atladı:
İyi akşamlar Şerife Hocam!
Kadın, yarım ağız gülümseyerek “İyi akşamlar!” diledi, çantasından çıkardığı anahtar ile kapıyı açmaya davrandı. Ben de asansöre binip ineyim dedim. Ama Yasemin’in şirinlik muskası üstündeydi herhalde.
Şerife Hocam, tanıştırayım: Ev sahibimiz Asude Hanım. Şerife Hocam da komşumuz, sizden iyi olmasın, çok sevdik kendisini.
Türkan Şoray’ın gençliği, başını bana çevirip lütfen bir bakış attı. Yine aynı yarım gülüş… Kısık sesle “memnun oldu.” Bence gayet yeterliydi, hiç hevesli değildim ben de yetişmem gereken bir yer varken Aşk Mabudesi ile muhabbete, ama şirinlik muskası tutamıyor ki çenesini:
Şerife Hocam, burada bir özel okulda müdür yardımcısıdır. Hemen şu ilerideki Feneryolu Kolejinde.
Hayda! Kayışdağı’nda bir koleje Feneryolu adını mı vermişler? Niye ki?
Selvi Boylu Al Yazmalı, bunun üzerine daha fazla dayanamadı:
Çok teşekkür ederim Yasemin Hocam, eksik olmayın! Elim kolum dolu, kusuruma bakmayın! İyi akşamlar, deyip güç bela açtığı kapıdan içeri girdi ve kapıyı sertçe kapadı. Ben de fırsattan istifade şirinlik muskasına veda edip kendimi asansöre attım.
Bugünün şansı da buydu demek: Çok güzel ama pek nemrut insanlar…
Apartmandan çıkarken telefonum titredi. Sesini kısmıştım. Baktım, Binnaz arıyor:
Asu neredesin?
Darülaceze’nin oradayım, şimdi bitti işim. Sen neredesin?
Şu büyük alışveriş merkezinin oradayım. Biraz trafik var ama herhalde bir on beş dakika sonra İETT garajının oradaki benzincide olurum. Seni de alayım, beraber geçelim Maltepe’ye.
Tamamdır, hemen bir şeye binip gelirim.
Acele etme! Trafik çok yoğun.
Kayışdağı Caddesi’nin üstünde de öyleydi. Baktım yürüyerek daha hızlı gideceğim, hemen pergelleri açtım ve koyuldum yola. Akşam kuzenlerimle buluşacaktım, Maltepe’de müdavimi olduğumuz bir balıkçıda yemek yiyecektik. Ama sanırım önce onlardan bahsetmem uygun olacak. Annemler üç kız kardeştirler. En büyüğü Sabriye teyzem, terzidir. Daha doğrusu, terziydi. Artık pek çalışmıyor. Beş yıl önce eşini kaybetti. Küçük kızı Asuman’ı zaten biliyorsunuz, üniversitede İngilizce okutmanıdır. Eşi öğretim görevlisidir, bir de ilkokul çağında oğlu var. Büyük kızı Binnaz ise ailenin medarıiftiharı, zekâ ve hanımefendilik timsalidir. Kulak burun boğaz uzmanıdır. Eşi de doktor ve onların da ortaokul düzeyinde bir oğulları var. Benimle aynı yaşta. Annem ortancaları. Küçük teyzem Sevdiye ise idealist öğretmen kavramının bedenlenmiş halidir. O ve eşi Bahri enişte, Anadolu’da ayak basmadık yer bırakmamış, en kıyı köşe yerlere ilim irfan meşalesinin ışığını götürmeye çalışmışlardır. İdealistliklerini şuradan anlayın: Kızlarının adı Yıldız ve Hilal. Hilal, Asuman’la yaşıt, yani 35 yaşında. Ailesinden bayrağı teslim aldı, özel bir okulda öğretmenlik yapıyor. O da evli ve bir oğlu var. Büyük kızı Yıldız ise gerçekten adı gibi parlıyor, benden iki yaş küçük ama üniversitede farmakoloji kürsüsünde öğretim görevlisi, yaşıtları doçentliği zor alırken profesörlüğü geldi bu sene.
Genelde her ay bir kere buluşuruz, cümbür cemaat güzel de olur. Ama akşam buluşmalarına Asuman ile Hilal pek gelemez. Çocuklar küçük tabii. Biz ablalar olarak ise her daim hazır ve nazırız gezmeye.
Benzinciye vardığımda Binnaz’ı arabasında bekler buldum. Nefes nefese vardım yanına:
Çok bekletmedim inşallah?
İri birer zümrüdü andıran gözlerini bana çevirdi:
Yok be kuzum! Yeni geldim ben de. Trafiğe baksana! Çalıştığım hastane şurada, yarım saatlik mesafeyi bir buçuk saatte ancak aldım. Neyse ki akşamüstüne hasta yazmamışlar da erken çıkabildim.
Binnaz’la eşi, Ataşehir’de özel bir hastanede doktordu. Gerçekten çok yakındı buraya ama tüm yolların kesiştiği merkezî bir yerde olunca trafik çıldırtıcı olabiliyor.
Saat yedide Maltepe’deki balıkçıya vardığımızda Yıldız çoktan gelmiş, ayırttığımız masaya oturmuştu bile. Denize bakan terası hafif bir Rembetiko ezgisi sarmıştı. Sarılma, öpüşme ve hal hatır sorma aşamalarından sonra, bizi çok iyi tanıyan garson Emin, yanımızda bitiverdi. Ona da hal hatır sorduk, oğlunun sınavını, eşinin miras işini konuştuk ayaküstü, ardından meze siparişleri ile geceye başladık.
Henüz birkaç gün önce Saros’ta beraber olduğumuz için çok dedikodu birikmemişti. Yine de bizim potansiyelimiz sağlamdı: Kayınvalide, kayınpeder, görümce durumları, işyeri meseleleri, politika… Balıklarımız geldiğinde, ben Volkan Soyalan’ı anlatıyordum bire bin katarak. Hareketlerini ve konuşmasını taklit ederek kuzenlerimi güldürüyordum. Epey bir süre güldük. Biraz sakinleyince Yıldız söze girdi:
Asu, sen şimdi ne iş yapıyorsun?
Tam karşımda oturan ve gamzeli yanaklarını avuçlarının arasına almış olan kuzenime baktım:
İnan bilmiyorum, bir aydır bunu çözmeye çalışıyorum. Fikri abinin sağda solda dediği gibi geçici bir süre ona yardımcı oluyorum demek kolayıma geliyor. Hele bir ortamda ne olup bittiğini anlayayım, çılgın fikirlerim var.
Ne gibi?
Yıldız’cığım, bu dedektiflik olayının Türkiye’de potansiyeli var. Özellikle zengin kesim böyle bir kuruma ciddi ihtiyaç duyuyor. Aldatan eşler, sorunlu evlatlar, firmalarda çift taraflı çalışan elemanlar… Daha neler neler var! Volkan Soyalan gibi iyi bağlantıları olan adamlar, kendilerine iyi bir yer edinmişler ve inanmazsın ama para kırıyorlar.
Dudaklarını “Vay be!” dercesine kıvırdı Yıldız:
İyiymiş. Ama sen gene de bilmediğin sularda yüzme! Allah muhafaza! Bunun mafyası var, delisi var, psikopatı var.
Gülümsedim:
Yok canım, ben arka plandayım, korkacak bir şey yok, dedim ve sustum. Buna benzer bir cümle kurmuştum birkaç ay önce… Neredeyse o cümleyi söylediğim kişi tarafından öldürülüyordum. Bu işler hiç belli olmuyordu.
Masa titredi, Binnaz’ın telefonuna mesaj gelmişti. Binnaz; ince, uzun esmer parmakları ile telefonuna dokundu. O an esmer insanlara renkli gözlerin ne kadar yakıştığını düşündüm bir anlığına. Yıldız, aynı pozisyonda gülümseyerek sordu:
N’oldu? Seninkiler seni mi özlemiş?
Zümrüt bakışlarını telefonunda gezdiren Binnaz yanıtladı:
Yok be! Onlar baba oğul bilgisayar oyunu maratonu yapacaklardı bu akşam. Akıllarına bile gelmem. Hastaneden geliyor, yarınki randevular ile ilgili bildirim.
Parmakları birkaç saniye daha telefonun üstünde gezindi, sonra yeniden kucağına düştü. Hüzünlü bir bulut gezindi yüzünde:
Eskiden bu işleri Aysun yapardı. Akşam çıkmadan tüm randevuları düzenler ve bana sesli mesaj atardı güzelim. Şimdi otomatik sistem var.
Masada buz gibi bir sessizlik oldu. Yaz gecesinin sıcağına rağmen yüreğimiz titremişti. Keyfimiz kaçtı. Hepimiz kendi içimizde bir sızı ile düşüncelere dalmıştık. Sessizliğimiz uzayınca Binnaz toparlanmaya başladı:
Haydi, sizi eve bırakayım! Yıldız, sende araba var mı?
Gözlerini hayır anlamında yukarı kaldırdı Yıldız:
Benimkiler karşıya konsere gittiler, araba onlarda.
Hesabı ödeyip kalktık. Önce beni bıraktılar. Yarım saat sonra, elimde bir bardak limonlu soda, pijamalarımı giymiş balkonda oturuyordum. Aysun aklımda çakılı kalmıştı. 25 yaşında gencecik bir kızı, hunharca katletmek… Ne biçim bir dünyada yaşıyorduk? Gencecik insanların hayatlarını çalmaya, yaşanmamış güzel günleri onların elinden almaya nasıl cesaret edebilirdi biri?
Aysun’u tanırdım; yüreğindeki sıcaklığı, neşeyi anında hissedebileceğiniz insanlardandı. Böyle birine zarar vermek için korkunç bir canavar olmak gerekirdi.
Balkonda bir ısı değişimi hissettim belli belirsiz. Hafif ama etkili bir rüzgâr, sırtımdan enseme doğru esti. Saçlarım havalandı. Yüreğim ağzıma geldi, nefesim kesildi. Başımı yavaşça balkonun kapısına çevirdim! Evet, oydu! Aynı kot pantolon ve deri ceket… Sarı, kısa ve küt saçlar… Delici bakışlar… Sağ elini beline koymuş, bana bakıyordu:
Aysun kim? Ne oldu ki ona?
 
DEVAM EDECEK…