Ön Deyiş

Karanlığa

batırdı divitini usulca, kara bir yazı yazdı. İnsanların içindeki karanlık döküldü kalemin ucundan. Korkular, endişeler, yitikler, sevgisizlikler yerlerini aldılar beyaz kâğıdın üzerinde. Kabul edilmek istenmeyen, fark edilemeyen, bilinmeyen, korkulan, kaçılan ne varsa hepsi ortaya çıktı. Karanlık bir gecenin aydınlık bir sabaha dönüşmesini sağladı yazı.
Siyah ipekli bir kumaş gibi sardı kâğıdı mürekkep, hafif bir dokunuşla tüm ürkünç sırları küçük öykülere dönüştürdü. Öyküler, sözcüklerin dansıydı, her birinde ayrı bir sahne vardı. Her sahnede farklı dünyalar yaşandı. Her dünya, bir insandı.
Tüm bilinmeyenleri gizledi karanlık, bir gün birileri gelip de keşfetsin diye sırlarını sakladı. Sessizce bekledi gelecek olanları, acelesi yoktu, sabrı sonsuzdu. Merakla karışık bir istekle cesur bir insanın gelmesini umdu. Elinde bir fenerle gelecekti insan, tüm korkularını alt edecek, kendi ördüğü kozayı kendisi sökecek, özgür olacaktı. Keşfedilecek hiçbir şey kalmayıncaya de arayacaktı. Kendi karanlığında bilmediği yüzü ile yüzleşecekti önce. Hakkında bilmediği, bilmek istemediği her şeyi öğrenecek, yaşamına bunlarla devam edecek hatta belki yeniden yön verecekti.
Çevresindekileri fark edecekti sonra. Onların gizemlerini çözecekti. Sevgi, aşk, nefret ve kini tanıyacaktı karşısındakinin yüreğinde. Ne de olsa her insan diğeri için bir aynaydı. Bu aynada bakacaktı ilkin insan kendine, sonra o aynanın arkasındaki sırları kazıyacak, saf ruhu ortaya çıkararak ona âşık olacaktı.
Doğanın ona oynadığı oyunları izleyecekti. Yavaş yavaş dünyayı tanıyıp onun bir parçası olacaktı ataları gibi. Kendi derinliğinin içine düşüp parçalanmadan, uçurumlarının kıyılarında dolaşacak, tüm değerlerini fark edip onlarla var olacaktı.
Karanlığa batırdı divitini usulca. Önce kendini, sonra ötekileri yazdı. Ötekiler de kendisinden farklı değildi çoğu zaman. Kendi yüzünde hissetti onların yansımasını. Yansımalarını ve yanılsamalarını yazdı, birileri okur da kendisiyle aynı şeyi hisseder diye.

Yazılmış

her yazının öykü olmayacağını biliyordu elbet, ama her insandan bir öykü çıkacağını da öğretmişti ustaları. Ustalarının izinden giderek öykülerini öğrenmek istiyordu. Onların öyküleri, biraz da onun öyküsü değil miydi? Yazılmışlıkların gölgesi sadece yazarın kaleminden mi düşer? Çevresindekiler de gölge etmez mi biraz?
Her yazının ardında insanların gölgesi varsa, o zaman aydınlık da vardır yazılanda. Aydınlığı bulup çıkaramaz mı yazı, varlığın karanlığında? Korkulanlar kadar güvenilenleri, nefret edilenler kadar sevilenleri de bulamaz mı kalemin ucu karanlığı kazarken? Aynanın ardındaki sırları kazıyamaz mı yazı?
Bedeni toprak olmuş büyük komutanları, tarih sahnesinden çekilmiş şanlı imparatorlukları, kalemin ve düşüncenin ustalarını var edebiliyorsa yazı, acımasız zamanı durdurabiliyorsa, daha neler yapardı? Sınırları nerelere kadar varırdı? Yazının sınırları var mıydı?
Yazılmış her yazının öykü olmayacağını biliyordu, ama yazılacak öyküleri vardı. Yazdı.

Satırlar

karanlık bir gecede dizilecekti beyaz kâğıdın üzerine. Sonra birbiri ardından atılacaktı hiçliğe, birileri bulup onları çıkarsın diye. Sabırla bekleyecekti karanlık cesareti olan bir insanın gelmesini, acelesi yoktu. Satırlar, altın bir zincire dizilmiş değerli taşlar gibi parlayacaktı karanlığın içinde hem yazanı hem okuyanı aydınlatabilsin diye. Satırlar, kara bir trenin vagonları gibi geçecekti düş ve düşünce dünyalarından. Kimisini götürecek, kimisini getirecekti. Satırlar, yazanı da okuyanı da var edecekti.
İnsan evreninin sırlarını öğrenmek isteyen cesur yolcu, karanlığa yazılmış satırların peşinden gidecekti.