Bağdat Caddesi üstündeki Erenköy Galip Paşa Camii’ne koşar adım giderken fark ettim ürkütücü gerçeği.
Esra kaç gündür ortada yoktu. Ama benim için Nilgün’ün cenazesine gitmemek hiç ihtimal dâhilinde olmamıştı. Anlatamadığım hatta anlamlandıramadığım bir güç, beni bu olayın içine çekmişti. Yani Esra bu sabah apansız karşıma çıkmasaydı da ben bu cenazeye gelecek, bir şeyler öğrenmeye çalışacaktım. Bunu fark etmenin verdiği şaşkınlıkla başımı arkaya çevirdim ve Esra ile burun buruna geldim. İçimde binlerce ayna aynı anda kırıldı sanki. Bu şey, beynimin bana oynadığı bir oyun muydu? Evet, hassas bir dengem vardı, yaşadıklarımdan sonra bu denge tamamen bozuldu ve bu ucube, hayatıma girdi. E, peki madem öyle, ilk karşılaşmamızdan sonra neden çıkıp gitmiş ve şimdi de geri dönmüştü? Yavaş yavaş mı deliriyordum? Azar azar…
Esra soran gözlerle bakıyordu. Ona bir şeyler sormak istiyor ama cevabın onda olmadığını da biliyordum. Ayrıca günün her saatinde kalabalık olmayı itina ile beceren Bağdat Caddesi’nde, Esra ile konuşmaktan imtina ediyordum; zira buralarda doğup büyümüştüm ve her an tanıdık birine yakalanıp gereksiz dedikodu malzemesi haline getirilebilirdim.
Müstehzi bir gülümseme yayıldı dudaklarına:
−İnsanların yanında kendi kendine konuşmak istemiyorsan söylemek istediklerini aklından geçir. Ben anlarım.
Ne! Düşüncelerimi de mi okuyacaktı yani? Mahremiyet sıfır! Ne münasebet! Zaten istemediğim bir sürü şey yaptırıyor bana!
Esra önüme geçti ve hızlı adımlarla camiinin cümle kapısından içeri girdi. Bir yandan da alaylı alaylı seslendi:
−Aside haydi ya! Ne bekliyorsun!
“Aside!” Resmen kanım dondu! Her şeyi biliyor.
Acele adımlarla Esra’ya yetiştim. Kafam bir dünya… Şimdi kime ne soracağım? Ben burada ne yapacağım?
Camii, hafta içi olduğu için kalabalık değildi. Milletin işi gücü var tabii. Hafta içi kalkan cenazelerin öyle bir talihsizliği vardır. Hafta sonu olsa konu komşu, uzak akraba, tanıdık tanımadık filan, hepsi doluşur camiye. Hem de Bağdat Caddesi’ne… Akşam duaya gidilmeyecekse camiye gelinir, üzüntülü görünür, sonra artık kahve mi olur, alışveriş mi olur, sinema mı tiyatro mu olur, keyfe kalmış. Facebook sayfasında duyurulduğu halde çevrede arkadaşlardan kimseyi de göremiyordum. Biri olsa selam vereceğim, en azından iki kelam edeceğim. Belki de bir şeyler öğreneceğim. Ama yok işte!
Avluda iki cenaze vardı. Hangisinin Nilgün’e ait olduğunu anlamaya çalışırken gördüm onu. İşte tam aradığım insan! Kendi renksiz, solgun ve sıkıcı yaşamına renk katmak için çevresindeki yaşamlara burnunu sokan, komşularının girdisini çıktısını bilen, onları acımasızca eleştirip kendi girdabında yok eden, mahallenin meraklı teyzesi. Başında mavi puantiyeli siyah bir örtü, siyah bir pardösü, bilmem kaç noktalı rahat, ortopedik krem rengi sandaletleri ve aynı renk portföy çantası ile arkasında “Kadıköy Belediyesi” yazan yeşil bir banka oturmuş, dudakları birbiri üstüne binmiş, alt çenesi öne doğru fırlamış, pek acılı manzarayı temaşa ediyor. Gözleri, kolormatik uzak gözlüğü yüzünden seçilemese de çalışkan ve ukala bir kız çocuğunun beğenmediği için buruşturup attığı defter yaprağına benzeyen yanakları hafif nemli olduğundan biraz gözyaşı dökmüş olduğu anlaşılıyor. Hemen önünde duran musalla taşının üstünde yeşil örtüye sarınmış tabutun başında gri mavi bir yemeni var. Teyze ile aynı bankta oturan lacivert ceket ve pantolonlu adam ise “Bir an önce bitse de gitsek!” bakışları ile etrafı süzüyor. Kendisi kırklı yaşların sonunda, tepesi hafif açılmış, bıyıklı bir bey ve sanki biraz daha orada durursa ölüm ona da bulaşacakmış gibi hissediyor olmalı, zira çok rahatsız görünüyor.
Yemenili tabutun yanına gittim, evet gerçekten de yan tarafındaki etikette “Nilgün Mercan” adı yazılı. Hemen arkasında dikilen, siyah pantolonlu, gri gömlekli adam ve cılız çocuk, Nilgün’ün eşi ve oğlu olmalı. Çok sessizler. Yanlarına sürekli birileri gidip geliyor, taziyelerini bildiriyor. Ama onlar hüzünle başlarını sallamaktan başka bir şey yapamıyorlar. Ani ölüm böyle yapar insanı. Hasta olsa günler boyu acı çekse filan, insan kendini az çok hazırlar ölüme. İsyanı zamanla boyun eğiş halini alır. Hatta daha fazla acı çekmesin diye ölümü bile diler. Ama aniden gelen ölüm! İki sene önce biz de babamı böyle kaybetmiştik. Sabah, eskiden kendisinin elektronik eşya tamiri yaptığı, şimdi ise kardeşim Altan’ın bilgisayar servisi haline getirdiği dükkâna gitmek üzere evden çıkmış. Altan koca adam, üstelik işinde de iyidir ama babam rahmetli; onu hep küçücük çocuk gibi görür, birkaç günde bir teftiş ederdi.
Bir dolmuşa binip Kadıköy’e inmiş, Yazıcıoğlu Hanı’nın orada, dükkâna birkaç adım kala fenalaşmıştı. Herkes tanırdı babamı. Hemen Altan’a haber verilmiş, çevrilen bir taksiye bildirilip birkaç km mesafedeki Siyami Ersek’e yetiştirilmeye çalışılmış ama ne fayda! Tıpkı ablası gibi, hem de neredeyse onunla aynı yaşta kalpten gidivermişti.
Uzun süre kendimizi toplayamadık. Dükkânın sağına soluna bakıp çevredekilerle üç beş lafın belini kırdıktan sonra o çok sevdiği fırından bir ekmek alarak eve dönecekmiş gibi hissettik her an. Ani bir boşluk oluştu sanki zamanda. Altan daha evli değildi, annemle yaşıyordu. Alt katta bulunan Aside halama ait ev de kiradaydı ve apartman için kentsel dönüşüm görüşmeleri yapılıyordu. Bereket o iş hızlandı da ayrı bir evde bir yıl geçirdiler. Yoksa hepten dayanılmaz olurdu acı.
Hızlıca cenaze sahiplerinin yanına seğirttim. “Başınız sağ olsun!” dileklerimi, gözlerini yerden ayırmadan kabul etti Nilgün’ün eşi Cengiz Bey. Oğlu, sonradan adının Baturalp olduğunu öğrenecektim, başını kaldırıp şöyle bir baktı kim olduğuma:
- Annenin ilkokul arkadaşıyım ben, dedim gülümsemeye çalışarak. Başını hafifçe salladı. İşte o an içime bir ateş düştü. Tanıdığım, uzun zaman önce tanıdığım, çokça zaman geçirdiğim biri ölmüştü. Her sabah beraber okula girdiğim, beslenme çantamdaki her şeyi paylaştığım, her teneffüs oynadığım, belirli gün ve haftaları birlikte kutladığım biri ölmüştü. Henüz 40 yaşında! Geride bu acı dolu eş ve oğul kalmıştı. En son on yaşındaki halini hatırladığım kadın; kendine güzel bir hayat kurmuş, evini ve ailesini ilmek ilmek işlemiş, sonra da zorla bu hayattan, sevdiği her şeyden koparılmıştı. Ağır bir tokat yemiş gibi oldum. Bir an dizlerimin bağı çözüldü. Tam da o sırada teyzenin yanında oturan adam kalktı. Hemen kendimi oraya atıverdim.
Beni gören teyze başladı konuşmaya:
- Ah evladım ah! Nilgün’üm ah! Ah yavrum! Siz aileden misiniz? Akrabası mısınız?
- İlkokul arkadaşıydım.
Teyze, beni şöyle bir süzdü, gözlerimin içine baktı:
- Ben komşusuyum. Alt dairesinden.
Şaşkınlığım bir kat daha arttı. Evet, komşu teyze tipi vardı kendisinde. Ama bu kadar isabetli bir tahmin yapabilmek… Yani teyzesi olur, halası olur, uzak akrabası olur, olur da olur… Bir de ben öyle “insan sarrafı” tabir olunan tiplerden değilimdir. Şimdi şu son zamanlarda yaşadıklarımdan sonra bir de eskilerin deyişi ile hissi kablel vuku mu geliştirmişim acaba bünyede? Bunu tekrar tecrübe etmek lazım.
- Siz olaya tanıksınız da yani?
Başını “yok” anlamında aşağı yukarı salladı.
- Yok kızım! Bir şey duymadım, bir şey anlamadım. Allah’ın belası hiç ses çıkarmadı. Duysam hiç koşmaz mıyım? Nilgün’üm hepsinden farklıydı. Tüm komşularımdan başkaydı o.
Gözleri ile cümle kapısının hemen yanında duran bir grup kadını işaret etti:
- Şu kadınları görüyor musun? Bak bunların hepsi komşum benim. Aynı apartmandayız. Hepsini tanırım. Tanımak ne demek! Hepsinin ciğerini bilirim. Beş para etmez kadınlar, en düzgün, en efendi adamları kapmışlar. Ellerinden iş gelmez. Bunların yaptığı yemek yenmez. Televizyonun başından kalkmazlar. Hele şimdi bir de çıktı ya telefonlarında, bilgisayarlarında filan. Resimli hani! Fotoğraflarını koyuyorlar da millet yorum mu ne yazıyor. O ellerinde, bütün gün gezer tozarlar. Nilgün’üm öyle miydi ya? Sabah erkenden kalkar, evladını kocasını yollar, evin bir işini eksik görmez. Akşam mis gibi yemeklerini pişirir, kotarır. Kocasını kapıda karşılar. Tam kadındı işte. Nerede şimdi öylesi? Çok yandı içim çok! Tek tesellim anacığının bu günleri görmemiş olmasıdır.
Sahi! Cevriye Teyze! O nerede? Gözlerimi bu defa ben kadıncağızın fersiz gözlerine diktim?
- Cevriye teyzeye bir şey mi oldu?
Başını öne doğru salladı.
- İki sene evvel öldü kadıncağız. Şu melun hastalıktan… Daha evvel de olmuş ama atlatmış. Sonra nüksetti dediler. Epey bir uğraştılar da kurtaramadılar kadıncağızı.
Tam bu esnada camiden çıkan cemaat ve hoca cenazenin başında toplanmaya başladı. Hanımlar kenara çekildi. Boynumdaki lacivert eşarbı başıma şöyle bir dolayıp duvar yanına geçtim. Komşu teyze, kendini bana yakın hissetmiş olacak ki koluma girdi. Ben şimdi ondan nasıl kurtulacağım? Esra da yok etrafta!
Cenaze namazı kılındı, haklar helal edildi, Fatihalar okundu. Cenaze omuzlandı götürüldü. Teyzecik bu arada ağlıyor. E, bu halde de bırakılmaz insan. Neyse ki biraz sonra “beş para etmez kadınlar”dan biri gelip:
- Gel Rukiye teyze, biz eve gidip helva kavuracağız, seni de bırakalım, diyerek kadını çekip götürdü. O kadar hasbıhalımıza rağmen teyzeciğin bir “Allahaısmarladık” bile demeden gitmesine hiç bozulmadım.
Geniş bir nefes aldım. E, şimdi neler öğrenmiştim ben? Nilgün başarılı bir ev kadınıydı, evine ailesine düşkündü, annesini iki sene evvel kaybetmişti. O kadar! Kimseyi de tanımıyorum ki soru sorayım. O sırada arkamda biri beni çağırdı:
- Asude!
Başımı çevirdim, Berrin! İlkokul öğretmenim Gülümser Hoca’nın kızı! Aynı zamanda yan sınıftan arkadaşım! Aynı zamanda cefakar ve vefakar diş hekimim! Bir de can dostum!
- A, Berrin! Nasılsın?
Başımdaki örtüyü çekeleyip arkadaşıma sarıldım.
- İyiyim çok şükür! Asıl sen nasılsın?
Birlikte camiden çıktık:
- İyiyim galiba. Biraz toparladım gibi.
Berrin, Dostoyevski’nin “Herkes, her zaman, her şeye karşı sorumludur.” düsturu üzerine hareket eden, derdi olana yetmek için kendini paralayan insanlardandı. Ona göre her sorun olumlu düşünülerek aşılabilirdi. Hayat çok basitti: Sağlıklı ye, olumlu düşün ve dünyanın sana sunduğu güzelliklerin keyfine var. Belki de fazla zeki olduğu için ona basit geliyordu her şey. Okulun en başarılı öğrencisiydi ve bizim gibi mahallesindeki liseye devam etmemiş, Kadıköy Anadolu Lisesini kazanmış, diş hekimliğine girmiş, üniversitenin en parlak öğrencilerinden biri olarak akademik kariyer yapmış sonra da “Bu ne Bizans düzenidir!” diye isyan edip okuldan ayrılarak Bağdat Caddesi’nde kendine bir muayenehane açmıştı. Çok temiz ve özenli çalışır, işinden asla ödün vermez, çok da tercih edilirdi. Bizim ilkokul tayfası hep onun hastasıydı, hem de ailecek.
Boşanma sürecimde kuzeninin düğünü için memleketi olan Trabzon’daydı ama kafayı sıyırdığımda ilk koşup gelenlerden olmuştu.
Cadde boyunca yürürken nikotin krizimin hafif hafif kabardığını hissettim. Ama Berrin sigara içmeme asla izin vermezdi yanında.
- Gülümser Hoca yok mu burada?
- Yok, teyzemin kızının düğünü için gittik ya, orada kaldı. Zaten yazı Karadeniz’de geçiriyor artık.
- Haberi yok tabii Nilgün’den.
- Var, dün konuştuk. Kahroldu tabii. Çok acı bir talih.
- Cevriye teyze de iki sene evvel vefat etmiş, haberim yoktu.
Berrin, garip bir tefekkürden ya da derin bir uykudan uyanır gibi cevapladı:
- Ya, o da rahmetli oldu. Biliyorsun, dayım doktor. O takip ediyordu Cevriye teyzeyi. Nilgün annemden rica etmiş. Dayım artık genç değil, fazla hasta kabul etmiyor ama ricamızı kırmadı sağ olsun. Epey bir tedavi oldu. Yaşasaydı da bu acı ile yıkılacaktı kadın. Öylesi daha hayırlı oldu belki. Bilemeyiz.
Berrin’in “Hayırlısı buymuş, kısmet böyleymiş.” lafları, derin bir felsefi sohbete girizgâhtır, hemen ardından “Büyük Resim” söylevleri başlar. Ama benim dinleyecek sabrım var mıdır? Hele de nikotin olmadan! Mümkünsüz!
- Cevriye teyzeyi bilemem Berrin ama Nilgün’ünki kader filan değil. Biri evine girdi ve onu öldürdü. Hayatını elinden aldı.
Berrin, gözlerini gökyüzüne dikip “Aman bu gene anlamadı ama buradaki hikmeti!” ifadesi takındı:
- Bu da büyük resmin bir parçası işte! Acaba bu cinayet hangi oluşuma hizmet ediyor? Ona bakmak lazım. Şu an bilemiyoruz.
Büyük resim lafzı da açıldığına göre artık arazi olmak zamanı gelmiştir. Acaba neyi bahane etsem de bir köşede iki nefes zıkkımlansam diye düşünürken Berrin beni kurtardı:
- Asudeciğim, uygun bir zaman belirleyelim, oturup uzun uzun konuşalım. Saat 2.00’de bir hastam var, ona yetişmem gerekiyor. Ama maşallah seni iyi gördüm. Daha da iyi olacaksın.
Büyük resim beni akciğer kanserine bir sigara daha yaklaştırmıştı demek. Keyifle arkadaşımı öptüm. Kızcağız köşeyi döner dönmez de bir sigara yaktım.
- EEE? Neler öğrendin?
Tabii, yine zıpladım.
- Ya! Biraz yavaş ol be! Aklım çıktı yine!
Esra’nın yüzünde anlamsız ve muzipçe bir gülümseme belirdi:
- Konuşma! Anlaşmıştık ya hani! Düşün. Ben anlarım.
Of bir de bu var! Aklımdan ne geçerse okuyacak. Allah’ım ben nasıl bir cehenneme düştüm? Peki, başlayalım: “Herkes çok üzgün tabii. Kimse bir şey duymamış. Alt komşusu olan teyze ile konuştum.
- Demek planlı bir cinayet olduğunu kanıtlamış oldun. Düşmanı filan var mıymış?
“Hiç öyle bir şey söylemediler. Örnek insan, çok sevilen bir kişi.”
- Böyle insanların sağlam sırları olur. Kimseye de söylemezler. Bulmak zor olacak.
Birden beynimde bir ışık yandı. Bir gözümü kırpıp dikkatle Esra’ya baktım: “Yumurtanın beyazını seviyor musun hâlâ?”
Anlamaz gözlerle baktı Esra:
- Ne yumurtası be! Acıktın herhalde!
Dumanı savura savura yürümeye başladım: “İtiraf et artık! Sen Nilgün’ün ruhusun değil mi? Katilini bulmam için bana yardım ediyorsun.
- A, ne tatlı! Beslenme sepetinizdeki yumurtaları paylaşıyordunuz? Beyaz mı severdi Nilgün?
Başımı yeniden Esra’ya çevirdim: “ Evet, öyle mi, değil mi?”
Esra, başını öne eğdi, bir iki derin nefes aldı. Başını kaldırıp gözlerini sanki biri ona vuracakmış gibi sımsıkı kapadı:
- Demek buraya kadarmış! Foyam meydana çıktı! Evet, Asude! Ben aslında…
İşte bu! Oh be! Gizemi çözdüm galiba. Nihayet gerçeği itiraf ediyor. Demek arkadaşımın ruhu… Tam o sırada Esra hızlı adımlarla önüme geçti:
- Ya yürü gözünü seveyim! Nilgün’ün ruhuymuş! Yok yumurtanın beyazıymış! Saçmaladın iyice Allah’ın çatlağı. Yürü, daha yapılacak bir sürü işimiz var!
Hayal kırıklıklarımı elime tutuşturup hızla yürümeye başladı. A, o kadar uzun boylu değil güzelim! Vallahi istediğini söylesin, şu kahvecide bir kahve, bir sigara içmeden bir yere gidemem. Işıklardan karşıya geçtim ve cadde üzerindeki Karayipli kahveciye kendimi attım. Atar atmaz da kalakaldım.
- Ee? Girsene! Ne bekliyorsun ya?
Esra zaman zaman çok ama çok can sıkıcı olabiliyor. Hatta her zaman can sıkıcı olabiliyor. Bir de şu aniden arkamda bitivermeleri… Başımı çevirmeden sordum: “Duymuyor musun?”
- Neyi?
“Ya! Çalan müziği duymuyor musun Allasen!”
- Uğultunun ve caddenin gürültüsünden başka bir şey duymuyorum. Müzik mi çalıyor?
Off! Şimdi buna kırk saat izah et! “Ya bir kulak ver hele! Bir müzik duymuyor musun? Gitar filan. A, dur! Galiba enstrümantal bu! Eh girelim o zaman içeri!”
Esra, bıkkın bir oflamadan sonra peşimden geldi.
- Ne oldu şimdi? Vokalli şarkıları sevmiyor musun? Nedir?
“Allah’ını seversen… Şarkıyı tanımadın mı? Soldier of Fortune bu. Coverdale’in şarkısı. Uğursuzdur o herif! Ne zaman duysam başıma bir iş gelir!”
- Haydaaa! Kızım senin niye herkes gibi normal batıl inançların yok! Kara kedi, merdiven altı filan neyine yetmiyor?
“Ya vallahi öyle! 1993’ten beri. Adamın sesini duysam tüylerim ensemden topuklarıma kadar diken diken oluyor ya!”
- Ne yaptı bu muhterem? Seni kaçırıp ailenden fidye filan mı istedi?
Of! Nasıl anlatayım ben şimdi buna? “93’te Coverdale, Page ile bir albüm çıkardı.”
Esra’nın gözleri, boğazına bir şey takılmış gibi büyüdü, nefes alamıyormuş gibi çırpındı:
- İnanamıyorum! Ciddi misin? Yani işleri müzik yapmak olan iki insan bir araya gelip müzik yapmışlar! Bak sen!
“Ya yürü! Dalga geçme benimle! Page, Plant’tan başka kimse ile çalamaz tamam mı?
- Ha, Led Zeppelin davası! Daha sen doğmadan dağılan bir grup için bu ne fanatikliktir ya?
Hiddetim tüm şiddeti ile tepeme çıktı. Derin bir nefes alıp rezil olmamaya dikkat ederek köşedeki bir masaya, hatta tek sandalyesi olan küçücük bir masaya oturdum.
“Onlar dağıldığında ben doğmuştum hatta ilkokul çağındaydım. Ayrıca lütfen Led Zeppelin hakkında tartışmayalım, kalbini kırarım.”
Bu ufak bir bilinçlenme anıydı. Küçük bir şey… Az önce bir hayaleti kalbini kırmakla tehdit ettim. Bunu hayatımda nereye koyacağımı bilemedim tabii. Ufak bir aydınlanma yaşadım o an, ufak bir kıvılcım… Ama o kadar ufak ki beynimin tamamını aydınlatmıyor.
Özellikle tek sandalyeli bir masaya geçtim dedim ya, bakalım Esra ne yapacak? A, karşıma oturdu! Olmayan bir sandalyeye… Aslında hiç de mantıksız değil; olmayan biri, olmayan bir sandalyeye oturur. Fizik kuralı gibi bir şeydir bu. Artık şaşırmamalıyım, bünyem alışmalı bunlara. Ayrıca sen misin hinlik düşünen? Ne yapsındı? Ayakta mı dursundu koskoca hayalet?
Uzaktan benimle göz teması kuran garson yanımda bitti, ben de bir kahve ve bir soğuk su sipariş edip demin karşıya geçerken çöpe attığım yarısı içilmiş sigaranın ağzımda bıraktığı tadı yenilemek için yenisini yaktım. Şimdi daha iyiyim. Tam sigaramdan bir nefes alıp dumanı havaya üflediğim anda arkamdan bir ses:
- Asude Hanım!
Başımı çevirdiğimde Coverdale’e bir lanet daha okudum. Eski asistanım Nur, yanında kendisi gibi süper süslü, üstünden başından bakım ve marka akan bir kızla oturmuş kahve içiyor.
- Merhaba, dedim sakince. İyi görünmeliyim, çatlak imajını ufaktan silmeliyim artık.
- Sizi camide gördük ama yanınıza gelemedik. Ucu ucuna yetiştik zaten. Nasılsınız?
Cami? Onlar da mı Nilgün’ün cenazesindeydiler? Neden?
- A, siz de mi cenazeye geldiniz?
Nur, şeftali rengi dudaklarını büzerek güldü:
- Sizinkine değil. Orhan amcanın cenazesine geldik. Eski bir aile dostumuzdu. Babamlar ülke dışındalar, ailemizi temsil etmek bana düştü tabii. Sonra da bir kahve içelim dedik. Arkadaşım Azra!
Yarım yamalak bir gülümseme ile başımı sallayıp memnun oldum.
- Sizi iyi gördüm, maşallah.
Şimdi tanımadığım bu kızın yanında bu konuları konuşmak… En iyisi kısa ve net cevaplar vermek:
- Çok iyiyim, teşekkür ederim. Sen nasılsın? Arkadaşlar filan?
Manikürlü tırnaklarını, alengirli fincanın çevresinde gezdirdi:
- İstifa ettim ben. Hiç bilmiyorum son durumu.
İstifa mı dedi bu? Yükselme fırsatı olan bir ortamdan kendi isteği ile basıp gitmiş yani. İşte bu nesil bu kadar oluyor maalesef. Şaşkınlığım yüzümden okunuyor olmalı ki gülümseyerek açıklama yaptı:
- Sizden sonra beni pek deneyimsiz buldu patron. “Devil Wears Prada” vardır ya hani, film?
O, pabucumun enteli! Filmlerden hem de İngilizce adlarını kullanarak örnek verecek!
- Evet, vardır. Ne olmuş?
- Ha işte oradaki Meryl Streep’in oynadığı karakter gibi bir kadın getirdi başıma. Adı bile Mari, Mari Makaryan.
Gözlerim yuvalarından oynamış olmalı! Memleketteki en büyük lobi faaliyetleri uzmanı! Kadın işi, eğitim için gittiği Viyana’da öğrenmiş büyük bir üstattır. Uzun zaman, ülkenin büyük ajanslarında çalışmış, yurtdışındaki dergilerde bile haber çıkartan biri. En son emekli olduğunu duymuştum. Onunla çalışmak ne büyük onur! Vallahi salak bu kız:
- E, çok iyi. Çok önemli ve değerli biridir Bayan Makaryan. Ondan çok şey öğrenebilirdin.
Güneş gözlüğünün üstünden gözlerini belerterek bana baktı:
- Tam bir cadı, hiçbir şeyden memnun olmuyor. Mobing uyguladı bana. Her fırsatta patrona gidip “Aman şekerim, ben zaten geldim altmış yaşına. Sana yardımcı olayım dedim ama burada beceriksizlerle uğraşıyorum.” deyip duruyor. Anladım tabii. Beni tehdit olarak görüyor. Kaç yaşında kadın. Benim gençliğim, dinamizmim onda var mı? Aman ajansınız da işiniz de sizin olsun deyip çıktım. Şimdi bir tatil yapacağım güzelce. Üstümden tüm olumsuzlukları atıp babamın yanında çalışmaya başlayacağım.
Yerler senin dinamizmini! Bu arada durum benim için de çok tatsız görünüyor. Patron Mari Makaryan’ı getirdiyse artık işe dönmem mümkün değil. Bunu içten içe biliyordum ya, ayan beyan ortaya çıkınca iyice ezildi yüreğim. Yüzüm asıldı tabii. Bunu da nalıncı keseri gibi kendine yonttu Nur:
- Ya, üzülmeyin lütfen! Ben çok mutluyum. Biraz burunları sürtsün bakalım. Hem sizin de hakkınızı yediler bence. Şu anda gayet iyisiniz, işinize dönebilirsiniz ama şu kadın oradayken.
Gülümseyerek başımı salladım:
- Kısmet diyelim Nurcuğum, senin için hayırlısı olsun.
- Çok teşekkür ederim. Azra da basın sektöründen. Wedding Place dergisinde çalışıyordu. Ama şimdi Amerika’ya gidiyor. Orada özel bir eğitim alacak.
Bacak bacak üstüne atmış olan kız, biraz sıkkın biraz da umursamaz bir tavırla gülümsedi.
- A, burs mu aldınız?
Elini sağa sola sallayıp cevapladı:
- Gibi gibi… Güzel bir fırsat diyelim.
- Hayırlı olsun. İkinize de başarılar dilerim. İyi günler, deyip önüme döndüm. Teşekkürlerinin sesi arkamdan geldi. Bu sırada kahvemi de getirmişti garson. Esra, kollarını masaya uzatmış, başını da kollarına koymuş bakıyordu.
- E? Ne oldu şimdi?
“Bir şey olmadı Esra. Sadece eski asistanıma rastladım, iki laf ettim.”
- Soruşturma tıkandı, farkında mısın?
“Soruşturma” lafını duyunca kahveden aldığım yudumu püskürtüyordum neredeyse. Cinayet masası mıyız biz? “Buyur Behzat Amirim, cinayet mi var?” ya da “Nevzat Başkomserim, soruşturma bu noktada tıkandı, ne yapalım?”
Esra, cıkladı:
- Yok kızım, sana yardım lazım. Bu işin altından kalkamayacaksın sen. Fikri abiye gidiyoruz. İç şu kahveni de yola koyulalım.
DEVAM EDECEK