Bu öyküde geçen bütün olaylar uydurma, bütün kişiler gerçektir,
Hepsi de benim can dostlarımdır.
Caddebostan sahilinin en tenha zamanı, hafta içi öğlendir. Herkes işinde gücündedir, sadece emekli tahifesi sokağa çıkar, onlar da öğle sıcağından çekinir. Ya evlerinde bilumum ekran dedektifini izleyerek ya da gölgelik bir yerde uyuklayarak akşamı eder, güneş etkisini azaltınca çıkar gelir. Niye öğle sıcağında, cayır cayır yanan haziran güneşi altında burada otursunlar, deli mi bu insanlar?
Ben deliyim.
Demek ki burada olabilirim. Dirseklerimi banka dayamış, göğsümü ve yüzümü güneşe vermiş, ılık ılık kendimi dinliyordum. Böyle yaptığımda bedenimi dünyada bırakmışım da ruhumla güneşe değiyormuşum gibi hissediyorum. Gözlerimi de güzelce yumdum. Oh, artık tamamen kopabilirim gerçeklikten. Gerçekler acı veriyor olabilir bazen.
Tam bu transandantal meditasyon anında, bir şeyin beni izlediğini hissettim. Karnı sırtına yapışmış gariban bir sokak köpeği, meraklı tombul bir kedi, bir sokak satıcısı??? Bedenime dönüp bu varlıklardan hangisinin bana tacizâne baktığını görmek için gözlerimi açtım. Tabii güneş ışığı bir anlığına her yeri beyaza kesti. Sonra yavaş yavaş huzmelerin içinde bir kadın belirdi. Deri ceket ve kot giymişti. Bu sıcakta! Ben şortla terliyorum ya!
Kadın, tam tepemde dikilmiş, elleri belinde bana bakıyordu. Kısa boylu, ince yapılı, siyahlar içinde bir tip... İyice kısıp gri yeşil gözlerine diktim gözlerimi. Bir süre öyle durdu. Sonra kısa sarı saçlarını savura savura geldi, bankta yanıma oturdu. E, yalan oldu transandantal meditasyon! Bir şey yapmak lazım.
− Deliyim ben, dedim. Yeni çıktım tımarhaneden. Valla! Daha bir hafta olmadı.
Kadın, gözlerini denizin ufkuna dikip kollarını göğsünde kavuşturdu. Çıt yok. E, belki de biraz oturup gider. Beni ve söylediklerimi hiç umursamadı. Hatta “Ne diyor bu ya?” bile demedi. O zaman varlığım ciddiye alınmadı demektir. Ben gözlerimi kapatıp meditasyonuma devam edeyim.
İyi de o orada öyle otururken olmuyor ki!
− Han’fendi! Duymadınız galiba? Oturacak yer mi kalmadı, geldiniz, girdiniz dibime!
Kadında çıt yok. Olmayacak! Kafamı ona çevirdim, taktım güneş gözlüklerimi, ben de ona baktım:
− Size diyorum! Duymuyor musunuz?
Başını bana doğru çevirdi aniden:
− Bağırma!
− Bağırırsam ne olur?
− O zaman gerçekten deli olduğunu düşünür herkes! Çünkü beni senden başka kimse görmüyor.
Nasıl ya? Tamam, biliyorum. Ciddi bir sinir buhranı atlattım. Hatta birkaç hafta bir klinikte kaldım! Ama bu kadar vahim değildi durumum. İlaç bile vermedi doktor. Halüsinasyon görecek kadar değilimdir herhalde?
Yüreğimde bir korku yükseldi, nefesimi tıkadı. Yerimden fırladığım gibi hızla eve doğru koşturmaya başladım. On dakika sonra evin kapısını açıyordum. Annem mutfaktan seslendi:
−Hayrola, çok erken döndün?
− Evet, şey! Çok sıcaktı anne, terden sırılsıklam oldum. Bir duşa gireyim.
−Söylüyoruz sana! Öğle güneşinin alnında yürüyüş mü yapılırmış? Gir yıkan, bu sıcakta bir de güneş geçecek başına!
Hızlı adımlarla banyoya yöneldim. Kalbim Bonzo’nun soloları gibi… Atmıyor gümbürdüyor adeta! Üstümü başımı çıkarıp duşa girdim, soğuk suyu açtım. Tenimde bir ürperti… Allah’ım ben ne yaşadım? Tamamen deliriyor muyum gerçekten? Yoksa iyi saatte olsunlara mı denk geldim? Kadın karşımda kanlı canlı duruyordu. Hayalet midir, halüsinasyon mudur nedir? Bir süre soğuk suyun altında düşünmeye çalıştım. Rüya mı gördüm? Başka bir şey mi var?
Baktım cevap veremiyorum, kapadım musluğu, açtım duşun kapısını, bornozu alacağım! Korkum yine gümbürdetti kalbimi! Yine o! Aynı kıyafet, aynı bakışlar! Korku ile bir çığlık attım. Annem seslendi:
− Asude! Kızım ne oldu yine?
Hızlı düşünmem lazım! Kadın zaten harap oldu benim yüzümden bu yaşında:
−Yok bir şey anne, sabun kaydı elimden!
−Kızım, sen beni öldüreceksin ya! Bakalım ne zaman.
Derin bir nefes aldım, aceleyle bornozumu bulup sarındım.
−Kimsin sen, diye fısıldadım. Ne istiyorsun benden?
İstifini hiç bozmadan, aynı benim gibi fısıldayarak cevap verdi:
− İstediğim bir şey yok! Aksine senin varlığın çağırdı beni buraya. Baksana, deliymişsin! Hayal görüyorsun belli ki.
−Kadın! Çıldırtma beni! Kanlı canlı duruyorsun karşımda!
O anda kafama dank etti. Acaba dokunabiliyor muyum ona? Elimi uzattım, yok elim içinden geçiyor! Korku filmlerindeki hayaletler gibi. Çığlığım dudaklarımda dondu! Sakin, annem içeride! Allah’ım, çıldırıyor muyum, ne oluyor bana? Derin bir nefes alıp banyo kapısına yürüdüm. Tabii ki tahmin edebileceğiniz gibi içinden geçtim. Az önce nasıl soğuk suyun altında ürperdiysem içinden geçerken de öyle hissettim. Buz gibi… Lakin onun umurunda bile olmadı.
Banyo kapısını açınca annemle burun buruna geldim. Kadın merak etmiş, iyi olup olmadığımı gözleri ile görmek istemiş. Bu arada hayalet mi desem ne desem, tam annemin arkasına geçti.
−Ne bu halin? Hayalet görmüş gibisin? Fena mı oldun yoksa?
Gözlerim hayalete takılı anneme cevap verdim:
−Yo, yok anne! Su soğuk da biraz. Valla iyiyim.
Anneme cevap verirken arkasına bakıyordum. Kadın işkillendi, döndü, baktı. Gerçekten de görmedi. Bu şey her neyse sadece bana görünüyor.
−Ne var orada? Niye arkama bakıyorsun sen?
− Yok, düşünüyordum. Şu odayı bir toparlayayım artık. Eşyalarım filan… Odanın içinde adım atılmıyor.
−Eh, iyi olur. Malum artık evimiz üç odalı değil. Kentsel dönüşüm diye canına okudular. Neyse buna da şükür. Şadiye teyzenin evi bir oda bir salon olmuş, kadın eşyalarının yarısını attı yazık. Sen de biraz ayıkla o nevalelerini. Hiçbir şeyi de atamazsın, halası kılıklı.
Tabii, ben sonradan geldim bu eve. Şişli’de yayla gibi evi bırakıp geldim. Mobilyalarımın hepsini bıraktım, sadece elbiselerim, kitaplarım ve hatıralarımı aldım yanıma. Yine de bu eve fazlayım. Ayrıca doğru, hiçbir şeyden vazgeçemem kolay kolay. Oysa Ercan’dan, on yıllık evliliğimden nasıl da vazgeçtim hemencecik, gözümü bile kırpmadan. Geçmeyecektim de ne halt edecektim? Of! Şimdi duygusallaşmanın sırası mı? Tepemde bir hayalet varken…
Hızlı adımlarla odama gittim. Kapıyı usulca kapadım, arkama döndüm ki yine o! Gene yüreğim ağzıma geldi. Allah’ım beni neyle imtihan ediyorsun? Ayaklarımın bağı çözüldü, kendimi yatağın üstüne dar attım.
− Ne kadar dağınık burası ya? Her şey üst üste!
Bu sözleri duyar duymaz utandım. Gerçekten de odanın her yerinde karton kutular, hurçlar, küçük çantalar, bez torbalar var! Sonra dedim ki kendime: “Yok artık Asude? Bir hayaletten mi utanacaksın? Bakmasın rahatsız olduysa! Ama işte içimde her daim yankılanan anne sesi durmadı. Gözlerimi halının pembe beyaz çiçekli desenine diktim:
− Yeni boşandım da ben! Birkaç ay falan oldu. Sonra biraz da klinikte kaldım. Daha yerleşemedim.
Hayalet, gözlerini kutuların üstünde gezdirirdi:
− Sonuçta boşanan ilk kadın sen değilsin. Toparlan biraz. Bu ne ya? İnsan düşüncelerini toplayamaz bu dağınıklıkta!
Bir bu ne idiği belirsiz yaratıktan akıl almadığım kalmıştı, o da oldu. Böyle zamanlarda durumu geçiştirmek için hep yaptığım gibi sustum. Ya, zaten ne anlatacağım buna şimdi? Kim ki o? Ben Türkiye’nin en anlı şanlı ajanslarında çalışmış, devasa işler kotarmış bir insan değil miydim? İşimde çok iyiydim üstelik! Hiçbir zaman çok başarılı, çok zeki, çok kültürlü, çok güzel bir kadın olmadım ama her zaman çok iyi bir basıncıydım. Yazdığım basın bültenleri daima yayınlanırdı. Ne kadar kadın, gençlik, dekorasyon, yemek… Kısacası boyalı basına dair ne kadar dergi varsa hepsi parmaklarımın ucuna bakardı. Haberler yaptırır, yazılar yazdırırdım. Hatta pek ünlü kişilikleri de mutlaka bu haberlerin kıyısına köşesine kondururdum. Köşe yazarlarından muhabirine herkesle selamlaşırdım. Ağzından girer, burnundan çıkar, temsil ettiğim marka için bir haber koparırdım.
Markalar da önümde sıra sıra dizilirdi hani. Ünlü modacıların, kozmetikçilerin, yiyecek sektörü ağababalarının hepsi el üstünde tutardı beni. Yoğurda doğrasan cacık olmayacak ürünlerini, o küçük memur, tezgâhtar, işletmeci kadınlara pazarlardım çatır çatır. Henüz evinde lafı dinlenmeyen, daha havalı bir koca bulsun diye okutulan ya da çalışmasına izin verilen, iki kuşak arasında çakılıp kalmış bu küçük kadınlara bir şey pazarlamak da zor değildir hani. Olmak istedikleri boyalı bir kuş vardır zaten, üç kuruş maaşlarından güç bela arttırdıkları para ile aldıkları uyduruk ürünler sayesinde o idolcüklerine dönüşüverirler! Bitti. Çok iyi biliyorum ben bu süslü püslü lafların aslında çıplak ve acı gerçekler olduğunu.
− Bu ne be?
Hayaletin elinde evirip çevirdiği bir şeye baktım. İyi de nasıl tutuyor onu? Ben onu tutamadım ya! Allah’ım, aklıma mukayet ol!
− Dijital çerçeve. Fotoğraflar var içinde. Eğer fotoğraflara bakmak istiyorsan ekranın üstünde parmağınla çeviriyormuş gibi yap telefon, tablet gibi.
Hayalet pek keyiflendi, dediğimi yaptı. Fotoğrafları çevirdikçe hayret nidaları atıyordu:
− Vay, Hıncal Uluç, Ayşe Arman, bu kim? Mankendi değil mi bu? Deniz Pulaş mıydı? A, bu da Arzum Onan. A, bu insanlar kim?
− Onlar… Bakayım! Patronum Ersin Bey ki kendisi politikadan ekonomiye her türlü iş yürütür, asistanım Nur, baba parası ve konumu ile memlekette nerelere gelinebileceğinin en seçkin örneği ve Nursen Paşalı, Tan Dergi Grubunun Genel Koordinatörü. Boyama değil, gerçek kızıl. Çok övünür bununla.
− Vay! Patronlar, asistanlar, memleketin medya devi Tan’ın dergilerinin koordinatörü! Pek samimi bir poz vermişsiniz. Yakın arkadaş grubu havasında.
− Eskiden öyleydik, son durum nedir, bilmem.
Artık JAAN Ajans’ın Halkla İlişkiler Müdürü değilim. Kafayı sıyırdıktan bir süre sonra patronum geldi ve dedi ki: “A, Asudeciğim, sen yeter ki iyileş! İşin her zaman hazır. Koca memlekette arasan senin gibi bir eleman bulunur mu? Ama sen de çok yoruldun, üzüldün. Haklısın, kısa bir ara ver! On beş senedir benim için çalışıyorsun. Sana haklarını da vereceğim, tazminat filan… Düşünme bunları. Sen iyileşmeye bak!” Bunları dinlerken de aslında bir daha işime dönemeyeceğimi biliyordum. Ne yapsın o koskoca ajans sahibi, sosyete partilerinin aranan müdavimi, af buyurun, bir tarafının kıllarına ak düşmüş hızlı çapkın, benim gibi deli bir halkla ilişkiler sorumlusunu? Zaten Cihangir Holding’in sahibi, politikacılarımızın can dostu, güzel insan Sami Cihangir’in burada bir üniversite kazanamadığı için parasını verip Amerika’nın bir kasaba üniversitesinde okuttuğu, sadece makyaj yapmayı, moda kıyafetler giymeyi bilen, zengin bir adamı kafesleyip onun kolunda süs gibi gezmeyi kariyer hedefi zanneden Nur ne güne duruyor? Alsın, mübarek olsun! İki senede bir basın listesi hazırlatmayı öğretemedim, iki günde batırır orayı! Oysa ben yıllarımı harcadım o şirkette! Gece uyumadım, gündüz oturmadım. Çocuk büyütür gibi emek verdim! Aman bana ne bu saatten sonra!
Hayalet geldi, yanıma oturdu. Hâlâ bir soğukluk var yan tarafımda. Sessiz, sakin kaldık bir süre. Ben bornozlayım, o deri ceketle. Bir an sonra başımı kaldırdım:
− Baştan başlayalım mı? Benim adım Asude De… Bahar. Evet, kızlık soyadıma geri dönünce birden şey edemedim. Adım Asude Bahar. Sen kimsin peki?
Dudaklarını büktü, gözlerini devirdi:
− Esra, Esra Rengiz.
− Ay çok komik! Esrarengiz demek! Böyle isim mi olur ya?
− Dinime küfreden Müslüman olsa? Asude Bahar! Yahya Kemal miydi? “Ölüm bir asude bahar ülkesidir bir rinde/ Gönlü her yerde buhurdan gibi yıllarca tüter.”
− Ne annem ne de babam bilir Yahya Kemal’i, öyle denk gelmiş işte! Ama senin adının uydurulmuş olduğu pek belli.
Hayalet, gözlerimin içine bakarak tısladı:
− Vallahi hemşire, bize gelişi bu. Elimizde başka isim yok! Artık ya beğenir de kullanırsın ya da bana hayalet der durursun. Sen bilirsin.
Ah, bir de huysuz, çirkef, çekilmez bir şey bu. İyi tamam, Esra diyeyim bundan sonra. Esra rahat durmadı, bu defa da e-kitap okuyucuma takıldı.
− Bu ne?
− Elektronik kitap okuyucu. Arşivimin bir kısmını dijital hale getirdim de.
− Dijital fotoğraf çerçevesi, e- kitap okuyucu... Her yeriniz elektronik. Doğru dürüst albümün, kitabın yok mu senin?
− Şu mavi kutunun üstünde okul fotoğraflarımın olduğu albüm var. Ona bakabilirsin istersen. Yanında da düğün albümüm var. Ama ben yokken annem bütün düğün fotoğraflarımı yok etmiş.
− İyi etmiş, biten evliliğin fotoğrafını ne yapacaksın?
Derin bir nefes aldım. Stres kontrolü için gerekli. Ne kadar haklı! Oysa ne çok severdim o fotoğrafları. Yaklaşık on senedir evliyiz. Evliydik. Bizim sektörden… Reklamcı. On senedir şu mavalı dinledim kendisinden: “Asude, canım! Bu kirli ve iğrenç dünyaya bir çocuk getirmek çok anlamsız. Lütfen bu konuda hemfikir olalım.” Oysa ben ne çok severim çocukları. Bacak kadarken bile “Büyüyünce ne olacaksın?” sorusuna “Anne olacağım.” diye cevap verirdim. Adam madem böyle düşünüyor, koy kapının önüne… Ne var? Adam kıtlığı mı çekiyoruz? Ama olmaz! “Yuvayı dişi kuş yapar.” Kör olası düstur ile yetişmişiz ya. On yıl uğraştım ben bununla. Olmadı. Sonra bir gün, bir mobilya tanıtım gecesinden dönüşte, o janjanlı devasa koltuğun üstüne nice manken ve oyuncuları oturtup bol bol haber malzemesi çıkardığım için kendimden pek memnunken kocacığımı evimizin artdeco döşenmiş salonunda, elinde bir şişe viski ile beni beklerken buldum.
Çanlar benim için çalıyordu.
− Asude, beni nasıl affedersin bilmiyorum. Ben kendimi asla affetmeyeceğim. Büyük bir hata yaptım. Bir ilişkim oldu. Başta kısa süreli, önemsiz bir şeydi. Bir çeşit orta yaş bunalımı. Basit bir heyecan! Ama sonra o yani Ajla hamile kaldığını söyledi. Onunla evlenmek zorundayım, genç ve güzel bir kızı yarı yolda bırakarak daha da nefret edemem kendimden. Hem babalık da değişik bir deneyim olacak benim için, hissediyorum.
Tek bir söz etmeden kalktım, arabama atladım ve annemin evine geldim. Kadın panik oldu tabii. Alt katında oturan erkek kardeşimi çağırmaya kalktı. “Sabah konuşalım!” dedim. Genç kızlık yatağıma yattım ve çok garip, hemen uyuyuverdim.
Ertesi gün kardeşim Altan ve karısı gidip ne kadar özel eşyam varsa topladılar ve getirip odama yığdılar. Hemen dava açtım, tek celsede boşandık. Evi, arabayı satıp paylaştık. Tüm bunlar birkaç haftada bitiverdi. Ben de şaşırdım. Bu arada işe de gidip geliyorum. İnsanlar bana acıyan gözlerle filan bakıyorlar. Her şey rayına girdi sandım. Hep böyle devam edecek! En ufak bir acı, sıkıntı, özlem filan hissetmez mi insan? Hissetmiyorum. Hiçbir şey hissetmiyorum.
Bir gece korkunç bir çığlıkla uyandım. Annem panikle odama daldı. “Kim bağırıyor? Neden bağırıyor?” dememe kalmadan bir de baktım ben bağırıyorum. İşte o gece doktor, sakinleştirici derken kendimi tımarhanede buldum. Hayatım bir ay içinde tepeme yıkılıverdi.
Esra, okul fotoğraflarıma bakıyordu.
− Bu güzelmiş bak, okulun ilk günü herhalde. Öyle anasının eline yapışan tiplerden değilsin belli. Sınıf fotoğrafınız da güzelmiş. Siyah önlükler filan. A, bu ne?
Gösterdiği fotoğrafa baktım:
− 5. sınıftaki Yeşilay Kolu gösterisi. Ben içkinin zararlarını anlatıyorum.
Esra’nın yüz ifadesi değişti. Fotoğrafı eline aldı, arkasına baktı. Ya, nasıl alıyor nesneleri eline bu? Şimdi içeri biri girse albümü de fotoğrafı da havada mı görecek? Aklımda deli sorular! Ne aklı? Deli miyim? Neyim ben?
− Nilgün ve Asude, 1984. Vay, tam otuz yıl önce, tarih de çok imalı! Kim bu Nilgün?
− İlkokulda sınıf arkadaşıydık. Nilgün Zorbeyi. O arkamdaki esmer, kısa saçlı kız.
− Niye diğer çocuklarını adı yok? Mesela şu arkadaki kız kim elinde “Yeşilay” dövizi taşıyan?
− Otuz sene olmuş, nereden hatırlayayım adını? Demek ki bizim sınıftan değil!
Esra vazgeçmiyordu:
− Gazete var mı evde?
− Annem Yeni Gün okuyor. Ama istersen internetten de bakabiliriz. Gazetelerin dijital abonelikleri var artık.
− Başlatma dijitaline! Git getir şu gazeteyi.
− Canım, farkındaysan ben bornozla oturuyorum. Bir müsaade etsen de giyinsem.
− Evin içindesin, bir şey olmaz. Git getir şu gazeteyi.
Ya bu kendini ne sanıyor? Yine de itaat ettim. Sırf meraktan. Gazete balkonda masanın üstündeydi. Annem mutfakta televizyonu açmış, bir yemek tarifi izliyordu. Sessizce gazeteyi aldım ve odama döndüm. Bir de ona gazeteyi ne edeceğime dair açıklama yapmak istemedim doğrusu. Zaten ne açıklayacağım ki?
Esra, yatağın üstünde oturmuş, beni bekliyordu:
− Koy şuraya şu gazeteyi. Aç bakalım üçüncü sayfayı. Ha işte!
Parmağı ile sayfanın altında küçük bir haberi gösteriyordu:
− İşte senin sevgili sınıf arkadaşın Nilgün Zorbeyi, burada!
DEVAM EDECEK...