Önce İlkay’a sonra da maçtan nefes nefese kalmış bir şekilde gelen Caner’e olup biten her şeyi anlattım. Tabii Esra hariç… Onu anlatmak demek kendi ipimi çekmek demekti. Esra bir süre benim sırrım olarak kalacaktı, neyin nesi kimin fesi olduğunu öğrenene dek, en derunumda bulunduracağım bir Esra’r… Kelime oyunları da yapmaya başladıysam iyileşiyorum demektir.
Beni eve bırakırlarken ikisi de pek meraklanmışlardı. Bağlantıları kurmuştum ama bakalım doğru mu kurmuştum? Yoksa altından başka bir çapanoğlu mu çıkacaktı? Şimdilik her şey doğru görünüyordu. Eve geldiğimizde arabadan İlkay’la beraber indik. Sarıldık, öpüştük. Tek başıma bir şey yapmamam konusunda tekrar tekrar tembihlendim ve eve öyle uğurlandım.
Evet, çok şükür ki bana iyi gelen insanlar vardı.
Pazar günü Esra gene ortada yoktu.
İyice karışmıştı kafam. Girdiği gibi sessizce çıkmış mıydı hayatımdan? Amacı sadece beni yönlendirmek miydi? Of, ne çok soru vardı, maalesef ne kadar az cevap…
Anneme duadan hiç bahsetmemiştim. Bugün bir arkadaşımın sanat gösterisine davetliydim, yeniden hayata katılabilmem için güzel bir fırsattı, o yüzden mutlaka gitmeliydim. Anneme kalsa hafta sonu o kalabalıkta bir yere gitmek çok anlamsız ve gereksizdi. Sanat etkinlikleri, yiyecek içecek mekânları, gezme tozma yerleri tamamen para tuzağıydı ve evde daha iyi, taze ve temiz malzemeler üretilebilirdi. Televizyon desen eğlencenin âlâsı ondaydı, hele şimdi internet de çıkmıştı, daha neydi? Çok çok aile üyeleri ile görüşülür, zaman geçirilirdi. Aslında bunların hepsi Aside halamın laflarıydı. Eh, bir elektronik eşya tamircisinin Koşuyolu’nda iki ev, Kadıköy’de bir dükkân alabilmesi başka nasıl mümkün olabilirdi? Annem de babam da yaşamamış, sadece biriktirmişti. Ama birikenlerin tadını çıkarmak babama kısmet olmamıştı.
Bir kutu hazır pasta aldım, böyle giderse bütün tazminatı pastanelerde harcayacaktım. Ama örf ve âdetlerin gereği buydu, yapılmak zorundaydı. Düşündüğüm gibi kalabalık değildi ev. Başlarında koyu renk örtüler olan bir grup kadın; büyük bir ciddiyetle gelenleri karşılıyor, yer gösteriyor, ikramlıkları hazırlıyor, her şeyi düzenlemeye uğraşıyordu. Ev, Rukiye teyzeninki ile aynı plandı. Mobilyalar daha modern ve yeniydi. Salonda tanımadığım bir sürü insan vardı. Herkes sessizce selamlaşıyor, elleriyle dudaklarını örterek konuşuyordu. Sanki evde biraz ses olsa merhumenin ruhu incinecekti. Baş köşede, oldukça şişman, gerdanı kat kat sarkmış, beyaz bir tülbentle başını örtmüş, gözlüklü bir kadın oturuyordu. İçinden dua mırıldanıyor gibiydi, ona bir şey söylendiğinde başını sallayarak cevap veriyor, anlamadığı bir şey olursa da gözleri ya da elleri ile soru soruyordu. Biraz sonra eline bir tespih aldı ve dindarlığını iyice pekiştirmiş oldu. Bu kadının Nilgün’ün kayınvalidesi olduğunu hemen anladım. Yanında süklüm püklüm oturan koyu gri gömlekli adam Cengiz Bey’di çünkü. Gelenler yanına ilişip hâl hatır sorduklarında başını yerden kaldırmadan cevap veriyordu. Oğlan etrafta yoktu. Bir hafta önce annesinin öldürüldüğü bu eve girememiş miydi acaba? Bu sorum, birkaç saniye sonra yanıtlandı. Karşılama ve ikram ekibinden genç bir kadın, mutfak kapısının önünde onunla konuşuyor, gülümseyerek ve içten bir ilgi ile saçını okşuyordu. Çocuk bu ilgiden hoşnut değildi, bir an önce bitmesini istiyor gibi bir hali vardı.
Getirdiğim lacivert örtüyü gelişigüzel başıma sardım ve beni karşılayan genç irisi kızın peşinden arka odaya gittim. Anlaşılan salonda yer kalmamıştı ya da sadece birinci dereceden akraba ve aile dostları oraya alınıyordu. Benim için daha iyiydi bu durum. Evi iyice incelemeye fırsat bulmuştum. Tüm halılar kaldırılmıştı. Gelenlere birer çift galoş verilmiş, ayakkabı çıkarmaları önlenmişti. Acaba halılar kapıda ayakkabı çıkarılmasını engellemek için mi yoksa Nilgün’ün kanını temizlemek mümkün olmadığı için mi kaldırılmıştı?
Girdiğim oda, bu bina ile beraber birkaç apartmanın ortak kullandığı geniş bir arka bahçeye bakıyordu. Balkonu vardı. Odayı ve buradaki birkaç kişiyi dikkatle inceledim. Burada yerde bordo çiçekli lacivert bir halı vardı. Bu durumda salondaki halıya ne olduğu gayet açıktı. Geniş kolçaklı altın rengi oturma takımına bakılırsa salon halısı da açık renkliydi ve kan onu kullanılmaz hale getirmiş olmalıydı. Bu odada ise iki çekyat vardı. Evin arka tarafında üç oda olduğu ve bu odanın mutfağın hemen yanında bulunduğu düşünülürse burasının oturma odası olarak düzenlendiği pek belliydi. Yanındaki diğer iki oda da banyo ile dip dibe olduğuna göre yatak odaları olmalıydı.
Çekyatların biri kırçıllı bir gri, diğeri ise bordoydu. Belli ki farklı zamanlarda alınmışlardı. Birbirlerine paralel olarak duvara dayanmışlardı. Pencere ve balkon kapısı aralarında kalıyordu. Pencerenin paralelinde ise geniş bir kütüphane ve tüplü bir televizyon vardı. Odada boş kalan her yere sandalye konmuş, ortam iyice kalabalık bir hale getirilmişti. Bana gösterilen sandalyeye oturur oturmaz, çekyatların gri olanının dayalı olduğu duvar dikkatimi çekti. Rengârenk bir sürü etamin işi tablo vardı duvarlara. Cevriye teyzenin bunları işlediğini sonra da eşe dosta dağıttığını hatırladım. Hatta anneme de bir tane vermişti. Annem “Cevriye Hanım, bunlar pek güzel, niye satmıyorsunuz?” diye sormuştu. O da o mahzun gülümsemesi ile “Aman Sabire Hanım, kim ne yapsın bunları? Ben de öyle eğlenmek için işliyorum işte!” demişti. Aside halama denk gelmemiş demek, yoksa kesin Cevriye teyzeye müşteri bulurdu. Kendisi de dantel, örgü, oya nevi şeyleri çok yaptığı ve sattığı için iyi bilirdi bu işleri.
Etaminler inanılmaz güzellikteydi. Belki biraz renkleri solmuştu ama ruhlarından bir şey kaybetmemişlerdi. Her renk, her çeşit çiçek, yaprak, ağaç, geniş ve huzur verici bahçeler oluşturuyor; insanı alıp götürüyordu. Ah zavallı Cevriye teyze! Gencecik yaşında dul kalıp evladını yetiştirmeye çalışırken kim bilir neler yaşamış, ne acılar çekmiş, bu güzel işlemelerle dertleşip o solgun hayatına renk vermeye uğraşmıştı. Demek insan gerektiğinde siyah beyaz bir manzarayı bile renklere boğabiliyordu.
Odadaki herkes, etaminlerin güzelliğine övgüler düzüyordu. Acaba hepsi Cevriye teyzenin emeği miydi? Aralarında Nilgün’ün işlediği şeyler de var mıydı? Yanımdaki sandalyede oturan ellili yaşlarındaki hanım, eli ile birkaç tanesini gösterdi soruma cevap verir gibi: “Şunlar Cevriye teyzemin, bunlar ise Nilgün’ümün… Ah yazık olacak bunlara! Erkek milleti anlamaz ki bu işlerden. İnşallah Saliha teyze sahip çıkar. Şu ilk acı geçsin, soracağım zaten ona, atacaksa birkaç tanesini hatıra olarak almak istiyorum.”
“Cevriye teyzem, Nilgün’üm, Saliha teyze” gibi ifadelerden anladım ki bu kadın Nilgün’ün teyzesinin kızı olmalı. Hemen ona doğru döndüm:
− Başınız sağ olsun. Siz ailedensiniz sanırım.
Gözlerinde kalın kemik çerçeveli bir gözlük vardı, onu burnunun üstüne düşürerek beni şöyle bir süzdü:
− Teyzesinin kızıyım. Siz de hiç yabancı gelmiyorsunuz.
− Ben Nilgün’ün ilkokul arkadaşıyım.
Kadının çıkık elmacık kemikleri iyice belirginleşti.
− A, Aside teyzenin yeğenisiniz siz. Asude, değil mi?
Buyur buradan yak!
− Halamı tanıyor musunuz?
Yüzünde “A, tanımaz mıyım hiç!” ifadesi ile baktı bana:
− Kızken sizin karşınızdaki apartmanda otururduk biz.
Hayatta şu “kızken” sözcüğü kadar ayar olduğum çok az şey vardır. Kızlık nedir? Nerede başlar? Nerede biter? İnsanlar neden ilk cinsel deneyimlerinden önceki hallerini öne çıkarmaktan bu kadar keyif alır? Bunun yerine “Evlenmeden önce” denemez mi? Tabii bu takıntım nüksettiği için düşünmeye ve hanımefendinin kim olduğunu bulmaya hiç zamanım olmadı. Bön bön bakmamdan anlamış olmalı hatırlamadığımı:
− Yufkacı vardı ya eskiden sizin evin karşısında. O yufkacı benim babamdı. Biz de üst katta otururduk.
Ufak bir aydınlanma yaşadım. Doğru, Nilgün’ün teyzesi bizim karşımızda, dayısı da tren yolunun orada yaşardı. Zaten Cevriye teyzenin çocuğunu alıp bu tarafa gelmesinin nedeni buydu, ailesinin kanatları altına girmek istemişti. Kocasından kalan her şeyi satıp ağabeyinin apartmanında bir daire almış, kalan parayla da kendine ve kızına mütevazı bir hayat kurmuştu.
− A, hatırladım. Siz Muzaffer amcanın kızısınız. Kusura bakmayın, bir rahatsızlık geçirdim de… Nasılsınız? Muzaffer amca, anneniz filan iyidir umarım?
Önemsenmemenin değil de bir sağlık sorununun yüzünden unutulduğunu hissetmenin verdiği rahatlama ile gülümsedi:
− Geçmiş olsun. Allah bir daha göstermesin. Babam iki sene önce sizlere ömür! Annem iyi çok şükür! İçeride salonda onlar. Ben buraya geçtim. E, tabii biz oradan ayrılalı çok oldu. Ben evlendikten kısa bir süre sonra babam dükkânı kapattı, evi sattı, Bostancı tarafında bir yere geçtiler. İki erkek kardeşim var benim, onlar börekçi açtılar, onlara destek olmak için. Maşallah onlar da iyi çalıştı, birkaç şubeleri oldu. İkizler Börek. Duymuşsunuzdur.
Duymuştum.
− Çok güzel. Kazançları bol olsun. Cevriye teyze de vefat etmiş, çok üzüldüm.
Hafif bir gölge geçti yüzünden kadıncağızın:
− Ana kız çok fena bir kader yaşadılar. Çok çekti teyzem. Kefaret olsun, Allah ikisine de gani gani rahmet eylesin. Annemde de vardı o illetten, atlattı şükür. Ama teyzeminki tekrarladı. Doktor da demiş zaten tekrarlarsa kurtulamaz diye.
Konuşmanın burasında hocalar geldi, kısa bir süre sonra da dua başladı. Herkes huşu içinde yanık sesli hocaları dinledi, iç geçirdi, ellerini açıp dua etti. Ardından tavuklu pilavlar ve ayranlar dağıtıldı. Her şey bir iki saat içinde tamamlandı ve insanlar gitmek için hareketlendiler. Ben de yanımda oturan ama adını bir türlü hatırlayamadığım hanımla bir daha konuşma fırsatı yakalayamadım. İlk ayaklananlardan biriydi, içeride ağlayan annesi ile ilgilenmesi gerekiyordu; bana veda etmeye bile fırsatı olmamıştı. Oda kısa sürede boşalınca ben de çevreyi incelemeye karar verdim. Kütüphaneden başladım. Koyu renkli ahşap bir şeydi, epey yıpranmıştı. Muhtemelen Nilgün’ün evliliğinin ilk zamanlarından kalma bir şeydi. Üst raflarda gazetelerden kuponla alınmış birkaç takım ansiklopedi, bir iki beyaz dizi romanı, yine gazetelerin verdiği klasik kitaplar vardı. Tam ortasında televizyon için bir oyuk bulunuyordu ve tüplü geniş bir televizyon burada yerini almıştı. Bizim de böyle bir kütüphanemiz vardı eskiden. Plazma televizyon alınana kadar evin baş köşesinde duruyordu. Sonra ne oldu bilmiyorum. Televizyonun iki yanında geniş iki raf vardı ve dikiş kutusu gibi ıvır zıvırlarla doluydu. Bir şeyi alır ama işinize yaramayınca da atamazsınız ya… Öyle şeyler… Alt raflar ise kapaklıydı ve içeri birinin girmesinden çekindiğim için kapaklarını açamadım.
Demek Nilgün bu evde ölmüştü. Hayatının son anlarını belki de duvarında büyük bir televizyonu olan salonda değil de bu odada geçirmişti. Salon kirlenmesin, temiz kalsın. Mobilyalar eskimesin. Hayatın ne kadar kırılgan ve geçici olduğunu unutup erteliyorduk yaşamayı. Evimizin, eşyamızın keyfini süremiyor, her şeyi saklıyorduk ilerisi için. Tıpkı babamın, Aside halamın yaptığı gibi… Sakladığımız her şey duruyor, biz gidiyorduk, geri gelmemek üzere…
İçerideki eşyanın temiz ve sağlam durduğunu bilmenin verdiği güven ve iç huzuru ile şu çekyatlardan birinin üstünde oturduğunu, bir yandan kasnaktaki etamini ile ilgilenirken bir yandan da göz ucu ile televizyona baktığını hayal ettim. Tam o sırada kapı çalıyor, hayırdır inşallah! Bu saatte kim gelir ki? Kapıyı belki de “Kim o?” demeden açıyor ve katili ile baş başa kalıyor. Belki de gelenin kim olduğunu biliyor, bizzat kendisi çağırdı. Ondan salona buyur etti.
Of, ne kadar çok soru var, ne kadar az cevap!
Ben sağa sola dikkatli bakışlar fırlatıp sorularıma yanıtlar ararken içeri girdi Nilgün’ün oğlu. Zayıf bir delikanlı olduğu ve bu olaylardan sonra daha da zayıfladığı rahatlıkla gözlenebilirdi. Boyu uzundu, zira arkadaşımın da oğluna baba olarak seçtiği adamın da boyu uzundu. Kısa, kirpi gibi dik saçlarının çevrelediği yüzü süzgündü, çok süzgün. Siyah gömleği adeta üstünden akıyordu. Beni görünce hafifçe irkildi:
− Affedersiniz, bu oda boş sandım.
Çocukla konuşma fırsatı yakaladığıma memnun oldum ama onu konuşmaya nasıl ikna edeceğimi bilemiyordum:
− A, ben de çıkıyordum zaten.
Eli ile bordo çekyatı gösterdi:
− Lütfen rahatsız olmayın. İçerideki sohbet canımı sıktı da biraz. Orada kalamadım. Biraz kafamı toplamam lazım.
Kör istedi bir göz, Allah verdi ikincisini. İkiletmeden oturdum divana, o da yanıma çöker gibi oturdu. Sonra başını bana çevirdi:
− Sizi cenazede görmüştüm. Annemin ilkokul arkadaşısınız, değil mi?
Zeki bir çocuktu.
− Evet, tanışalım mı? Ben Asude!
Elimi uzatmadım. Kollarını bağlayıp ellerini çaprazlama koltuk altlarına sokmuştu:
− Baturalp, dedi kısık bir sesle.
− Memnun oldum Baturalp.
Ne diyeceğimi bilemedim. Ne denirdi ki annesini yeni kaybetmiş gencecik bir çocuğa? Onun konuşmasını beklemek daha mantıklı göründü bana. Çok geçmeden de başı önünde konuştu:
− Sizinle hiç tanışmadık. Birkaç lise arkadaşını tanıyorum. Apartmandan var birileri… İlkokuldan sadece Nesibe teyzeyi biliyorum galiba. Onunla da kırk yılda bir görüşürdü. Olayı ilk öğrenen de oymuş, herkese haber vermiş, Facebook’ta paylaşmış filan. Siz de ondan duydunuz galiba Asude…
Bana nasıl hitap edeceğini bilmiyor gibiydi. Başını bana çevirdi:
− Teknik olarak size teyze demem gerek ama annemden o kadar genç gösteriyorsunuz ki… Abla desem daha iyi sanırım. Annem de gayet iyi görünürdü aslında ama son birkaç aydır garip bir hal vardı üstünde. Çöktü sanki o kadarcık zamanda.
Önce bir Nesibe’yi gözümde canlandırmaya çalıştım. Evet, Nilgün ile beraber Erenköy Kız Lisesi’ne giden Nesibe. Mutaassıp bir ailesi vardı hatırladığım kadarıyla. Sonra da Nilgün’ün durumuna takıldı kafam: Garip hal! Nasıl bir gariplik bu?
− Seninle konuşmadı sanırım hiç.
Gülümser gibi açtı dudaklarını ama bu daha çok bir acı kasılmasına benzedi:
− Kimseyle konuşmazdı ki. Annem öyle yüreğini açan biri değildi. En büyük acılarını bile içinde yaşayan insanlardan… Herkes soruyor, bir düşmanı var mı? Onu tehdit eden biri oldu mu? Daha bir sürü şey… Ama hiçbirini bilmiyorum. Zaten ben Ankara’daydım. Anca tatillerde geliyorum malum. Arada bir telefonla konuşuyorduk tabii. Nasılsın, iyi misin, bir şeye ihtiyacın var mı? Hepsi bu.
Bir an sanki yüreğini gördüm çocuğun. “Bir şey yapabilir miydim? Engel olabilir miydim bu kâbusa?” kuşkusu ile yanıyordu içi. Sırf bu acıdan onu kurtarmak için çözmeliydim bu gizi.
Birden ayağa kalktı ve kütüphanenin en üst katında, ansiklopedilerin yanında onlarla aynı renkli olduğu için fark edemediğim bir albümü alıp yanıma oturdu. Birden aklıma geldi: Bunca zamandır Nilgün’le uğraşıyordum ama son halini hiç görmemiştim. Bir yerlerde resmi filan da yoktu. Cinayet haberinde, cenazesinde… Baturalp’e söyledim bunu. Hemen albümün sonlarına doğru çevirdi sayfaları. Geçen sene oğlunun mezuniyetindeki resmini gördüm Nilgün’ün. Evet, iyice uzamıştı. Kısa kat kat kesilmiş saçları yüzünü çevreliyordu, dudakları gülüyordu ama gözlerindeki hüzünlü bakışlar olduğu gibi duruyordu. Şık krem rengi bluzu ve siyah eteği ile cübbeli kepli oğlunun yanında poz vermişti. Baturalp, İstanbul’un en prestijli liselerinden birinin armasını taşıyan cübbesi içinde gururlu ve neşeli görünüyordu. Cengiz Bey de oğlunun diğer yanında yer almış, kolunu evladının sırtına atmış gülümsüyordu.
Nilgün de büyümüştü, benim gibi… Yine de çok değiştiği söylenemezdi. İnce bedeni, iri kara gözleri, oval yüzü… Sanki bir bilgisayar hilesi ile biraz daha genişletilmiş, uzatılmış gibi duruyordu karşımda. Yaşlanmış gibi değil. Hâli tavrı zaten aynı… Başka fotoğraflara da baktık; düğünler, bayramlar, kutlamalar… Sondan başa doğru daha da genç ve ince bir Nilgün. Ama hüzün ayniyle vaki...
Beyaz ve zarif gelinliği ile düğününde, bindallı içinde kına gecesi, pembe şık saten elbisesiyle deniz kenarında bir yerde yapılan nişanında, uçuk yeşil bedenini saran elbisesi ile evde kesilen sözünde… Birbirinden güzel, şık, zarif ama hüzünlü Nilgünler…
Nihayet okul fotoğrafları, lisede, ortaokulda ve ilkokulda çekilenler… Baturalp, albümün bir sayfasında durdu:
− Bu fotoğrafı çok severdi. Oradaki herkesin adını bildiğine eminim. Ama bana fazla anlatmazdı bunları. Biraz anlatır mısınız vaktiniz varsa?
Annesinin karanlıkta kalan yüzünü öğrenmeye çalışan bir çocuk için tabii ki zamanım vardı. Resme baktım. Beşinci sınıfın ilk günü, Gülsüm Hoca, okulun ilk ve son günleri birer fotoğraf çektirirdi bizimle, ne kadar büyüdüğümüzü görmek için galiba. Arkada kara tahta fonunda dizili 40 kadar çocuk, üç sıra dizilmişiz, bazılarımız ayakta, bazılarımız çökmüş, kara önlük zamanları. Sağ tarafımızda ise kahverengi döpiyesi ile Gülsüm Hoca. Saçları kısa ve küt kesilmiş, her zamanki gibi. Ne kadar güzeliz! Gözler pırıl pırıl parlıyor. Hatırladığım isimleri tek tek saydım. Sosyal medyada görüştüklerimin şimdiki durumları hakkında da bilgi verdim:
− Sağ baştaki Sinem, çok güzel bir kızdı. Sarı uzun saçları vardı ve hepimiz ona hayrandık. Bizim saçlarımız kısacıktı, annelerimiz uğraşmak istemedikleri için düzenli olarak kestirirlerdi. Sanırım sırf bu yüzden uzun saçlı olmayı hiç beceremedim. Sinem liseden sonra ailesi ile birlikte İzmir’e taşındı. Oradan gelmişlerdi zaten iş için. Babası emekli olunca da oraya döndüler. Şimdi emlakçılık yapıyor. Bu Dursun. Çok güzel sesi vardı, ona türkü okuturlardı özel günlerde. Saz da çalardı. Gülsüm Hoca konservatuar sınavlarına girmesi için çok ısrar etti ama aileyi ikna edemedi. O da liseden sonra okumadı, sağda solda çalıştı bir süre, birkaç yıl önce de Kadıköy’de bir türkü bar açtı. İşleri iyi diye duydum. Bu da Emine, sınıfın en zeki kızıydı. Yedi kardeştiler. Babası yoksul bir adamdı ve sırf devlet öyle istiyor diye kızını okula gönderiyordu. Kız kısmı okumaz diyenlerdendi. Gülsüm Hoca bu defa fena asıldı, parasız yatılı sınavlarına hazırladı kızı. Emine sınavı kazanınca baba bir şey diyemedi, okula da para vermeyecek tabii. Çok başarılı oldu Emine. Hem zekâ hem de motivasyon sağlamdı tabii. Tıp Fakültesi’ne girdi, oradan da bir bursla Amerika’ya gitti. Şimdi orada bir üniversitede hoca. Haberlerde filan adını duyarsın zaman zaman. Bütün kız kardeşlerini okuttu, ekmeklerini ellerine verdi. Facebook’ta denk geldik birkaç ay önce. Pakistanlı bir doktorla evlenmişti orada.
Aklıma o anda gelen bir soruyu sordum hemen beni dikkatle dinleyen Baturalp’e:
− Sahi, annenin sosyal medyada hesabı yoktu, değil mi?
Dalgın dalgın resme baktı çocuk:
− Hiç sevmezdi sosyal medyayı, “Aklım almıyor bu işleri!” derdi hep. İnsan yediğini, içtiğini, gezdiğini başkasının gözüne neden sokar, bir türlü anlamazdı. Bazen komşularla toplandıklarında filan resim çektirip paylaşmak isteyenler olursa “Ben gideyim, öyle çekilin.” derdi. Akıllı telefon kullanmaya bile ikna edemedik.
Demek buradan da bir şey öğrenemeyeceğiz hakkında sır küpü Nilgün Hanım. Tekrar fotoğrafa döndüm. Baturalp’in çocuklukla yetişkinlik arasında kalmış ince ve düzgün parmağı, fotoğraftaki bir çocuğu işaret etti.
− Bu anlattıklarınızı parça parça annemden de dinledim ama sıra ne zaman bu çocuğa gelse annem susar ve bir şey diyemezdi. Gözleri dolardı. Albümü kapatıp kaldırırdı:
Resme dikkatle baktım. Cemil. Çok tatsız bir hikâye, Nilgün haklı anlatmamakta:
− Cemil o seneyi bizim sınıfta tamamlayamadı. Pek korkunç bir şey yaşadı. Cemil’in bir erkek kardeşi vardı, Arif’ti adı, üçüncü sınıfta öğrenciydi. Çok yaramaz bir çocuktu Arif, düz duvara tırmanan cinsinden. Herkes illallah etmişti ondan. Erkeklere bir şey yapamazdı döverler diye ama kız öğrencilerin canını yakar, onlarla dalga geçerdi. Öğretmeni sürekli azarlardı, müdürün dövdüğünü bile bilirim. Durduğu yerde duramaz, sürekli bir şeyleri kırar dökerdi. Annenlerin yaşadığı apartmanın yanında yeni bir bina yapılmıştı. Oranın kapıcısıydı babası. Apartmanda bile herkes şikâyetçiymiş ondan. Babasının kemeri ile dövdüğünü söylerdi Cemil. Yine de laf geçiremezmiş. Belli ki çocuğun hiperaktivite gibi bir sorunu vardı. O zamanlar bilinmezdi bunlar, otuz yıl öncesinden bahsediyoruz. Yaramaz derler geçerlerdi. Hiç unutmam, o yılın Mayıs’ında bir gün, evlerinin hemen yanından geçen tren yoluna düşmüş. Artık duvara mı tırmandı, dengesini kaybedip düştü mü kimse bilmiyor. O sırada da banliyö treni geçiyormuş, parçalarını toplamışlar garibimin.
Gözlerimi resimden kaldırıp acı ile yüzü buruşan Baturalp’e baktım. Derin üzüntülerle yas tutan bir delikanlıya bu hikâyeyi detayları ile anlatmanın gereği var mıydı diye kızdım kendime. Ama olan olmuştu artık:
− Korkunç bir travmaydı bizim için. Ondan anlatmamıştır annen. Hatta bu olaydan sonra tren yolunun duvarları yükseltildi ve teller çekildi üstlerine. Ama olan olmuştu artık.
Resimden gözlerini alamıyordu Baturalp:
− Peki, aile bir şey yapmadı mı? Haklarını aramadılar mı?
− Yol, iz bilen insanlar değillerdi, üç beş kuruş kazanmak için Çankırı’dan gelmiş, tanıdık vasıtası ile bu işi bulmuşlardı. Zaten çocuğun da durumu belliydi. Okulun yüksek duvarlarına bile ustalıkla tırmanır, laftan anlamaz. Kapandı gitti olay. Cemil bir daha okula gelmedi. Ailesi de buralarda duramadı, Çankırı’ya geri döndüler. Bir daha da haber alamadık. Zaten bir ay sonra da okul bitti.
Kısa, sağır ve dilsiz bir zaman geçti aramızdan. İkimiz de ne diyeceğimizi bilmiyorduk. Bir süre daha albümü karıştırdık, durduk. Birkaç şey daha sordu ama artık annesinin ilkokul anılarıyla ilgilenmiyordu, oraya kaçıp saklanamayacak, kendini o anılarda annesine yakın ve huzurlu hissedemeyecekti; zira orada da büyük bir acı vardı. Albümü kapadı. Yine başı önünde, sanki kutsal bir sırdan haber verir gibi konuştu:
− Onu benden başka kimse özlemeyecek.
Tehlike sandığımdan da büyüktü sanırım:
− Niye böyle bir şey dediğini anlamadım Baturalp.
Başını kaldırıp yüzüme baktı:
− Babam, hani derler ya, annemin kırkı çıkınca filan yeniden evlenecek. Zaten hazır bekleyen var.
Amanın! Demek kuşkularımda haklıymışım.
− Yok canım, olur mu öyle şey!
Sesini iyice kıstı. Kimse duysun istemiyordu:
− Olur, neden olmasın?
− Emin misin hayatında biri olduğuna peki?
Yavrum epeydir aklını meşgul eden ama kimselere anlatamadığı bir sırrı ifşa etmenin rahatlığı ile gözlerini gözlerime dikti:
− Çok eminim, çünkü onları gözlerimle gördüm.
Ona inanmadığımı düşündü sanırım, pantolonunun arka cebinden bir telefon çıkardı. Bir süre elinde evirip çevirdi:
− Bir ay kadar önce annemlere söylemeden İstanbul’a geldim. Bilirsiniz, arkadaşlarla bir hafta sonu geçirmek için. Müzik grubunda çalan birkaç arkadaşım var, Beyoğlu’nda bir yerde çıkacaklardı. Akşam da onlarda kalacaktım. Kızlar filan da vardı.
Gözlerini telefona sabitledi:
− Ortamdan sıkıldık bir ara, biraz tur atalım dedik İstiklal’de. Çiçek Pasajı’nın önünden geçerken gördüm babamı. Yanındaki kadınla çok samimiydi, ona elleri ile meze yedirdiğini gördüm. Çiçekçi kadının bütün güllerini aldı, önüne koydu. Çalgıcıların hepsi masalarındaydı.
Bak sen Cengiz Mercan’a! Hâlâ inanmaz bakıyor olmalıydım ki telefonunu açıp galerisinden bir resim çekti. İki parmağı ile büyütüp bana uzattı. Vallahi bu gençlerden korkulur. Ben olsam kilitlenir, kalırım. Çocuk fotoğraf çekmeyi bile akıl etmiş. Telefonu elinden alıp dikkatle inceledim. Cengiz Mercan’ın arkası dönüktü ama kadın çok iyi görünüyordu. Pasajın ışıkları üstüne vurmuştu. Açık krem bir şala sarınmış, tombulca, 40 yaşlarında bir kadındı bu. Saçları sarı boyalıydı ve fönle epey bir kabartılmıştı. 80’li yıllarda moda olan Türk filmlerindeki frapan ve vamp kadınlara benziyordu. Hayır, bu kadın kesinlikle Cadde’de gördüğüm o ince, esmer ve uzun saçlı genç kız değildi. Peki, kimdi?
Yanı başımda oturan üzgün delikanlıya geri verdim telefonu:
− Baturalp, sana söz veriyorum, anneni özleyen tek insan sen olmayacaksın.
Nilgün’ün evinden ayrıldığımda saat beşi geçiyordu. Herkese bir kez daha başsağlığı dileyip kapıya yönelmiştim ki Rukiye teyze ile burun buruna geldim. Meğer biraz geç gelmiş, oğlu hastalanmış da. Ama gelmemek de olmazmış. İkrama yetişebilmesine sevindim. Sonra da kendimi sokağa attım. Evet, cinayet mahallini çok iyi inceleyememiştim ama zaten incelesem de bir şey anlamazdım. Anladığım şuydu: Kan lekesi halıdan çıkmamış, ama koltuklara bulaşmamıştı. Demek ki ortada bir yerde vurmuştu katil Nilgün’ü. Gerisi de işime yaramazdı, izlediğim CSI dizilerinden bildiğim yarım yamalak şeylerle inceleme yapacak değildim.
Aynı zamanda çok önemli bir şey öğrenmiştim: Cengiz Bey’in hayatında cidden bir kadın vardı ama o kadın Azra Ocaktepe değildi. Peki, Azra’nın Cengiz Bey ile ne işi vardı? Ah bir de Baturalp’e telefon numaramı vermeyi, istediği zaman beni arayıp konuşabileceğini söylemeyi akıl etmiştim. Garip bir şekilde olayın başından beri en büyük bahanem olan Baturalp, şimdi gerçekten bu olayı çözüme ulaştırma nedenimdi.
Fikri abiyi arayıp öğrendiğim her şeyi bir bir anlatıp onu ailevi meselesi (dayısının torunlarının sünnet düğünü vardı) ile baş başa bıraktım. Şimdi en zor dönem başlıyordu. Beklemek!
Beklemek zordur. İnsanı bir beklentinin içinde bomboş ve amaçsızca bırakır. Bir de yapacağız, yetiştireceğiniz bir iş yoksa vay halinize! Zaten öyle geniş zamanlarda rahat rahat çalışabilen bir insan olmadım ben hiç. Hep iki arada bir derede bir şeyleri yetiştirdim. Başarılı da oldum epey. Evlilik hariç…
Egosu çok yüksek bir insandır Ercan, kolay bir adam değildir. Mesela evde hiçbir şeye el sürmez, her şeyi benim düzenlememi bekler, eksik bir şey kalırsa da acayip tepki verir. Gemi kaptanı odur, ben de tayfayımdır hep. Kararı o verir, ben en ince detayına kadar uygularım. Hata affetmez, en ufak bir sorunda hemen toplantı düzenleyip durumu analiz eder, içini bayar adamın. Nefes alamazdım bazen. Ama yine de severdim ben kocamı. Bir kadının hele de benim gibi duygusal bir kadının koynunda uyuduğu adamı unutması ne kadar zordur. Teninde izi olan kişi yüreğine de dokunmuştur çünkü.
En zoru da tek kişilik yatakta uyumayı öğrenmekti yeniden. Tek başına uyumak… Yeniden öğrenmek… Geçen on yılı çöpe atıp hayata yeniden başlamak… Buna gücüm var mıydı bilmiyordum. Şimdilik bu cinayet meselesi ile oyalanıyordum ama sonra ne yapacaktım?
Pazartesi boyunca oradan oraya sürüklendim evde. Odayı toparlayayım dedim ama ancak atmaya ikna olduğum birkaç eşyayı ayırabildim bir kenara. Sonra duvara dayalı ve pencereye dik duran yatağımda uzanıp kendime acıdım, durdum bütün gün. Neyi yanlış yaptığımı sorguladım. Ercan’a hep sevgi ve saygı göstermiştim, baba olmayı istememesine saygı duymuş, hamile kalmayı denememiştim hiç. Ama sonra 25 yaşında genç bir kız çıkmış, cebren ve hile ile hamile kalıp onu benden almıştı. Demek bu dünyada cebren ve hile ile davrananlar ayakta kalıyordu; seven, saygı duyan nahif insanlarsa devrilip gidiyordu. Ben de mi böyle yapmalıydım? Ah, artık her şey için çok geçti.
Salı biraz daha iyiydi, annem “Hadi bakalım, orada öyle yatıp durma! Önümüz Ramazan! Gidip biraz alışveriş yapalım.” deyip beni o marketten bu markete, o dükkândan ötekine sürükledi durdu. Evet, bu eve Ramazan geliyordu ve ben de bu evin bir parçasıydım. Hareket beni biraz rahatlatmıştı. Ama hâlâ sıkılıyordum. Kalbim bir mengenede sıkılıyor; yağı, suyu çöpe atılıyor gibi hissediyordum. Aklıma kâh kendim geliyordum kâh zavallı dostum Nilgün’ün yaşadıkları… Otuz yıldır ayrıydık ama işte ihanet bizi birleştirmişti.
Çarşamba da güne acı ile uyanmıştım, gözlerimi kapatıp ıstırabımı biraz ertelemek istedim ama ne mümkün? Bana elem veren her şey yeniden üstüme devrilmeye hazır bir şekilde bekliyordu yatağın yanı başında. Derin bir nefes alıp atlamalıydım bu köpüren kan denizine. Kalkıp pikeyi düzeltirken evin telefonu çaldı. Biraz sonra da annem odanın kapısında belirdi, telsiz telefonu bana uzattı, kısık bir sesle “Berrin.” dedi. Şaşırmıştım, sabahın bu saatinde Berrin beni neden arasın?
− Alo?
Hattın karşısından enerjik bir ses geldi:
− Cep telefonun niye kapalı senin? Uyuyor muydun yoksa? Uyandırdım mı?
Cep telefonumu aslında beni kimse aramadığı için açmıyorum. Arayacak pek az insan kaldı hayatımda. Onun öyle açık ama işlevsiz olması moralimi daha da bozuyor. Ondan açmıyorum demek istedim ama demedim:
− Evet, şimdi kalktım. Uyandırmadın yani. Nasılsın?
− İyiyim, sen nasılsın?
− İyi demek âdetten olmuş, E, ne var ne yok?
− Hiç alışık değilim senin bu haline. Ben o cevval ve neşeli arkadaşımı özlüyorum.
− Ben de… Ama insanın içinde olmayan hiçbir şeyi dışına aktarması imkânsız canım.
Derin bir nefes aldı Berrin:
− Böyle olmaz Asude!
Bir anda sinir katsayım katlandı. İstemim dışında sertleşti sesim:
− Nasıl olur Berrin? Anlat da ben de öğreneyim, zira şu anda buna çok ihtiyacım var.
Berrin’le kavga etmenin imkânı yoktur. Sakince konuşur, geri adım atar, canına tak ederse görüşmeyi hiçbir uyarı vermeden keser ama asla kavga etmez:
− Şöyle yapalım mı? Ben şu anda Trabzon’dayım. Dayımlarla geldim dün akşam. Bu hafta buradayım ama pazar akşamı dönüyorum. Önümüzdeki hafta içi bir akşamüstü görüşelim, bakalım neler yapabiliriz? Ya bak, beni de şaşırttın. Ben aslında çok önemli bir şey söyleyecektim sana.
Geri adım atma sırası bendeydi:
− Kusura bakma Berrin, iyi değilim. Ama toparlamaya çalışıyorum. Sen ne diyecektin?
“Ha, şöyle yola gel!” tınılarını hissettim sesinde arkadaşımın:
− Uçakla geldik akşam. Gelirken de bayağı konuştuk. Acı bir şey öğrendim, duyunca sen de benim dediğime geleceksin. Hani geçen hafta Nilgün’ün cenazesinde konuşmuştuk ya seninle, bu cinayet neye hizmet ediyor, bilemeyiz demiştim.
Evet evet, büyük resim filan:
− Neye hizmet ediyormuş?
Sesimdeki imayı anlamazdan geldi Berrin. Az biraz da olsa delirmiştim ve delinin kusuruna bakılmazdı:
− Nilgün Nisan sonu gibi dayıma gelmiş. Annesinin hastalığına yakalanmış olmaktan endişe ediyormuş. Aynı belirtiler onda da varmış. Dayım bir dizi tetkik yaptırmış, maalesef kız haklıymış. Dayım hemen tedaviye başlamasını önermiş. Bir süredir de tedavisi devam ediyormuş. “Bu durumun aramızda kalmasını istedi, ailesinden bu durumu bir süre gizlemek niyetindeydi, çok metanetli ve güçlüydü.” dedi dayım. En sonunda hastaneye yatırıp daha ağır bir tedavi görmesini önermiş, tam o sırada gerçekleşmiş cinayet. Demek Allah daha fazla acı çekmesini istemedi. İtiraf edeyim, güçlü bir çift el beni halı silker gibi silkip kendime getirmişti. Büyük resim filan umurumda değildi, Nilgün’ün hasta olduğunu ve acı çektiğini anlamayan o adi ve şerefsiz kocasına saydırıp duruyordum içimden. Bu hastalık öyle kolay tedavi edilen bir şey değil ki? Tedavinin bile bir sürü yan etkisi var. Bu herif nasıl olur da bunları anlamaz? Nasıl olur da bu kadın kıvranırken kendine Yeşilçam bozması bir kadın bulur da önüne güllerden yol döşer? Bu kadar mı aciz, haysiyetsiz, kifayetsiz olunur?
Berrin’e ne kadar haklı olduğunu yani duymak istediği şeyi söyleyip kapadım telefonu. O sinirle bütün gün evin içinde dolaşıp olmadık işler icat ettim kendime. Cengiz Mercan karşıma çıksaydı onu da harcardım eminim. Nefret ve hırs beni diriltmişti. Yıllar önce beraber çalıştığım bir müdürümden öğrenmiştim; açık denizlerde avlanan balıkçılar, tuttukları hayvanları geminin havuzuna koyar, satışa kadar diri kalmalarını sağlarlarmış. Ama balıklarla beraber bir de köpek balığı avlarlarmış mutlaka. Köpek balığı başka bir havuzda canlı olarak bekletilirmiş. Sıcaktan kendini bırakan ve ölmek üzere olan balıkları kendilerine getirmek için arada bir hayvanı diğerlerinin havuzuna alır, kısa bir süre orada tutarlarmış. Diğerleri can havliyle dirilir ve kaçışırlarmış. Balıkların canlandığını gören balıkçılar, köpek balığını kendi havuzuna alırlarmış. Cengiz Mercan, bu duyduğum haberden sonra benim köpek balığım olmuştu. Kendimi bırakmanın değil, toparlamanın ve bu adamdan Nilgün’ün intikamını almanın zamanıydı ve ben buna hazırdım.
DEVAM EDECEK