Dostoyevski, gençken devrimci bir gruba katılmış. Bu grup bir şekilde gizli teşkilatın dikkatini çekmiş. Tüm üyeler apar topar tutuklanmış. Yargısız mahkemesiz, uzun bir süre hapiste tutulmuşlar. Bir sabah, şafak sökerken askerler hepsini uyandırıp bir meydana çıkarmışlar. Meydanda bir dizi darağacı kuruluymuş. Askerler bunları sıraya dizmiş, beşer onar idam edilecekler. Tam ilk grubun darağacına çıkarıldığı ve boyunlarına yağlı ilmeğin geçirildiği anda, bir haberci doru bir kısrak üzerinde dörtnala gelmiş ve çarın herkesin suçunu affettiğini, cezalarının Sibirya’ya sürgün olarak değiştirildiğini söylemiş. Aslında tüm bu olanlar çarın garip bir oyunuymuş, hiçbir eyleme girişmeyen bu toy gençleri korkutup kendisine minnettar bırakmak istemiş meğer zalim adam. Bu olay gruptaki herkesi farklı etkilemiş. “Çar bizimle alay etti!” diye kızgınlıktan köpüren de varmış, gerçekten çara minnet duyup devrime tövbe eden de. Genç Dostoyevski ise ölümle yaşam arasında kaldığı o kısacık ana en büyük eserlerinin travmalarını sığdırmış “Ben sizin hayal bile edemeyeceğiniz yerlere gidip döndüm.” diyerek.
Ölmedim.
Ama nasıl hayatta kaldım, bilmiyorum.
Nursen’in haykırışı ile açtım sıkı sıkı yumduğum gözlerimi. Kurşun geçirmez yelek giymiş bir adamın kaplan çevikliğinde Nursen’in üstüne atıldığını gördüm hayal meyal. Silah Nursen’in elinden fırladı, arabanın altında bir yere gitti. Nursen’in çığlıklar atarken kelepçelendiğini yavaş çekimde izledim. Yanıma gelen sivil giyimli bir kadın polisin kolumdan tutuğunu, bir an mideme giren krampla iki büklüm olduğumu, midemde ne varsa kayalıklara çıkardığımı, kadın polisin elimi yüzümü bir şişe su ile yıkamama yardım ettiğini hatırlıyorum ama sonrası sekiz bilinmeyenli denklem.
Nursen’in sonunu ben getirmemiştim. Bir dizi hata ile bizzat kendisi başarmıştı bunu. Nilgün’ün evinin karşısındaki adres sorduğum sucu, önceden yaşadığı soygunlardan usanıp gizli bir güvenlik kamerası taktırmıştı dükkâna. Cinayet gecesi Nursen, yüzünü örten kapüşonlu bir tişört ve siyah pardösü ile bu kamerada belli belirsiz görünmüş, ardından birkaç sokak aşağıda, arabasını park ettiği yere yakın bir marketin güvenlik kamerasının kadrajına girmişti. Hem de tek başına değil, arabası ve plakasının bir kısmı ile… Marketin önündeki camekânlı bölümde ışıklar açık bırakıldığından Nursen oradaki güvenlik kamerasını fark edememişti. O çok güvendiği Karadeniz akıntısı gemilerini batırmış, Azra’nın cesedi Şile’de karaya vurmuştu. Üstünde kimliği ile ilgili bir şey bulunamayan cesedin söyleyeceği önemli bir şey vardı: Kafasındaki kurşun, Nilgün’ü öldüren kurşunla aynı silahtan çıkmaydı.
Fikri abi, ona attığım mesajı görünce ne kadar tanıdığı varsa ayağa kaldırmış, durumu bilen ama hep ikinci dereceden kanıtları olan polis, çaktırmadan peşimize düşmüştü. Nursen’in hız baremini aşıp neredeyse arabayı uçurmuş olması, tüm radarlara yakalanmasını sağlamış, izlenmemizi kolaylaştırmıştı. Oraya dair son hatırladığım; o sıcak havada, ambulansın içinde tir tir titrediğimdi.
Fikri abi, Tuzla’dan adeta uçmuş, bizi karakola getirdiklerinde yanımda bitivermişti. İfadeler, sağlık kontrolleri, şu bu derken işimiz akşam dokuza doğru bitmişti. Fikri abi bana bir iyilik daha etmişti; Altan’ı arayıp her şeyin kontrolü altında olduğunu bildirmiş, beni eve kendi getireceğini söylemiş ve bu halde ailemle konuşup onları telaşlandırmamı engellemişti.
Fikri abinin külüstür dediği 96 model beyaz doğanı, Hasanpaşa’da, Kadıköy Belediyesinin karşısında durduğunda saat akşamın onuydu.
−Gel abla, iki lokma bir şey yiyelim, karakolda içtiğim çaylar midemi kaynattı.
O saatte sadece Fenerbahçe İşkembecisi ile bu börekçi açıktı ve biz börekçiyi tercih etmiştik. Yani Fikri abi tercih etmişti, benim onun peşinden gitmek haricinde bir işlevim yoktu o an.
Börekçinin tabelasını görüp de içeri adımımı attığım anda dudaklarımdan dökülüverdi:
−Birsen abla!
Fikri abi, sesim kısık olduğundan anlamamıştı dediğimi. Gözlerini kısarak bana baktı. Biraz daha yüksek sesle anlattım:
−Birsen abla, burasının yani İkizler Börek’in sahipleri Halim ve Selim’in ablası. Aynı zamanda Nilgün’ün teyzesinin kızı. Eskiden bizim evin karşısında yufka, kadayıf filan satan bir dükkânları vardı. Sonra ikizler büyümüş, börekçi açmış. Birsen ablayı Nilgün’ün duasında görmüştüm ama bir türlü adını getiremedim. Şimdi hatırladım. İnsan beyni garip…
Fikri abi, yüzünde sıkkın bir ifade ile en köşedeki masayı işaret etti:
−Her yol Nilgün’e çıkıyor bu aralar! Haydi hayırlısı… Şurası iyi mi?
Fikri abiyi tanıdığı pek belli olan atak garson, biz oturur oturmaz yanımızda bitti. Fikri abi iki porsiyon kıymalı su böreği söyledi, bende ancak bir porsiyon peynirli yiyecek hal vardı. Böreklerimiz gelince Fikri abi tabağıma baktı:
−Az değil mi o börek ya? Bir şey daha söyleyelim yanına.
Beyaz tabakta kare kare kesilmiş böreği gördüğümde içim kabardı yeniden:
−Yok, bunu bile yiyebileceğimi sanmıyorum. Çok görünüyor bana.
İlk lokmayı ağzında keyifle çevirdi:
−Aç yeri başka acı yeri başka! At ağzına fazla düşünmeden. Yedikçe daha da çok ister canın, bak görürsün.
Gerçekten de ilk lokmadan sonra fark ettim ne kadar aç olduğumu. Midemdeki her şeyi çıkarmıştım, karakolda ikram edilen çok kaynamış çayın dışında hiçbir şey geçmemişti kursağımdan bu saate kadar. Fikri abi, tabağını yarıladığında kısa bir ara verdi:
−Cengiz Mercan’ı sormayacak mısın?
Hani derler ya, damarımı kessen kanım akmaz, o durumdaydım. Zaten olay kapanmıştı:
−Neyi değiştirir ki? Adam şerefsiz, ama katil değilmiş işte.
Fikri abi, elindeki boş çay bardağını garsona gösterip tazelemesini istedi. Sonra da başladı anlatmaya:
−Sen gene de dinle. Seninle telefonda konuştuk ya! Cengiz Mercan dışarı çıkıyor, dedim hani. Adam yanıma geldi.
Bu cümle dikkatimi çekmişti:
−Seni fark etti yani?
O meşhur yarım gülüşü, sağ yanağına yayıldı abimin:
−Fark etmesi için elimden geleni yaptım. Dibinden takip ettim adamı. Sevgilisi ile yemeğe çıktıklarında gidip masalarına en yakın yerde oturdum. Yürürlerken gözümü ayırmadım. Fark etmese salak diyecektim.
Benim bildiğim takip etmek hissettirilmeden yapılır. Bu neydi şimdi? Şaşkın bakışlarımdan anlamıştı ne düşündüğümü Fikri Adar:
−Özellikle böyle yaptım. Takip edildiğini anlasın, paniğe kapılsın da açık versin diye. Verdi de. Yanıma gelip kim olduğumu, onu niye takip ettiğimi sordu. “Şurada bir çay içelim, anlatayım derdimi.” dedim.
İşte bu çok ilginçti. Polis değil, yetkisi yok. Nasıl açıklamıştı durumu acaba?
−Dedim ki: “Bak Cengiz Mercan, oğlun dâhil bir sürü insanın seninle ilgili şüpheleri var. Daha karının bedeni mezarında soğumadan başka kadınlarla gezip eğlenmeye başladığına göre insanlar şüphelenmekte haklı. Cinayet işlediğini ya da kiralık katil tuttuğunu düşünmüyorum, bu kadar sütü bozuk olamazsın. Ama sende başka bir şey var. Gördüğün gibi hakkında her şeyi biliyorum, bırak şimdi bana kimlik sormayı filan da anlat şu olayın aslını astarını.”
−E, anlattı mı?
Fikri abi, bir lokma daha börek attı ağzına. Başını da evet anlamında salladı:
−Korkak bir adam Cengiz Mercan. Bana dokunmayan yılan bin yaşasın kafasında. Hemen çözüldü. Şu tabağını bitirir misin Asude? Yoksa kalkmayacağım bu masadan. Ha, şöyle! Ne diyordum? Evet, anlattı her şeyi bir bir. Meğer Nilgün’le boşanmaya karar vermişler. Evlilikleri zaten en baştan bozukmuş. Nilgün ona sevgi duymamış hiç. Ailesi istedi diye evlenmiş Cengiz’le. Sonra çocuk olunca da boşanamamış. Kendisi babasız büyümüş, oğlunu da babasız koymak istememiş. Bunları da adama açık açık anlatmış. Annesi öldükten sonra iyice soğumuş kocasından kadın. Oğlan Ankara’da bir üniversite kazanınca da odasını ayırmış. Birkaç ay önce boşanmak istediğini söylemiş. Hatta bir avukatla bile görüşmüşler. “Çok uğraştım evliliğim için.” dedi. “Bir ilişki terapistine gitmeyi bile önerdim. Ama Nilgün Nuh dedi, peygamber demedi. İşte o sırada Aynur girdi hayatıma.” Aynur Ertura Almanya’da yaşıyormuş bu yılın başına kadar. Tatsız bir boşanmadan sonra dönmüş memlekete. Ağabeyinin yanında çalışmaya başlamış oyalanırım da unuturum hesabına. Şirkete gelip giderken önce dert ortağı sonra da sevgili olmuşlar. Boşandıktan sonra onunla evleneceğini, gelip geçici bir sevda olmadığını söyledi. Bu son olaylarda da teselliyi Aynur’da bulmuş Cengiz Mercan, ciddi göründü bana.
Aklım adama hak veriyor ama kalbim onu affetmiyordu. Herhalde bunu bakışlarımla da ifade etmiştim. Fikri abi, çatalını bana doğru salladı. Sesinde şakacı bir tını vardı:
−Kız! Niye babanı öldürmüşüm gibi bakıyorsun! Kötü bir şey mi dedim? Herhalde “Ah bu erkek milleti, birbirini tutuyor işte!” diyorsun içinden. Yok, vallahi öyle değil. Evlilik iki kişilik bir müessese Asude, tek başına sürdürmek zor.
İyice sinirlendim:
−Bunu bana mı söylüyorsun abi? Evliliğimin son bir yılını yüzüme bakmayan bir adamla geçirdim ben, dedim ve sustum. Kendime bile itiraf edemediğim bir gerçeği kolayca söyleyivermiştim. Aslında bütün işaretler oradaydı, en tiz ve acı sesleri ile beni uyarıyorlardı ama ben kulaklarımı tıkamıştım. Geç saatlerde biten toplantılar, tek başına çıktığı kafa dinleme tatilleri, arkadaşları ile yaptığı akşam planları… Normal gelmişti bana. Evlilik yorucu bir süreçti, birbirimizi yıpratmamak için böyle molalar vermemiz gerekli diye düşünmüştüm. Ben de arkadaşlarımla ve ailemle zaman geçirmeye çalışmıştım. Duruma sofistike açıklamalar aramakla meşgulken Ercan kim bilir kaç kadınla, ne maceralar yaşayarak gününü gün etmişti. “Hayır, ben kendisine saygısı olan bir kadınım, kocamın telefonunu karıştırmak bana göre değil.” diyerek kendimi kandırmıştım. Oysa o kadar da farkındaydım ki benim yanımdayken bile başka kadınlarla mesajlaştığının. Ajla sadece bir tanesiydi o güruhun. Hamile kalarak benim de uyanmamı sağlamıştı. Bu yüzden bu kadar çabuk vazgeçmiştim her şeyden. Bıkmıştım çünkü ölü bir evliliğin cesedini taşımaktan. Bir de kendimi yetersiz hissetme duygusundan. Evet, Ercan gibi egosu büyük bir adam için yeterli değildim. Ama o egoya kimse yetemezdi eminim. O, kendini dünyanın merkezi zanneden ama içinde küçücük, çaresiz ve mutsuz bir çocukla yaşayan bir adamdı. Zaten o çocuk uğruna katlanmıştım her şeye. Ben onu sevmiş, onun için vazgeçmiştim kendimden. Ama işte bir gün Ajla çıkıp gelmiş, herkesi bu cehennem azabından kurtarmıştı.
Bir şey sormadı Fikri abi. Konuşmasına kaldığı yerden devam etti:
−Artık bundan sonrası onların bileceği iş. Oturur, durumu oğluna da anlatır. Kararlarını verirler. Bizi ilgilendirmez ötesi.
Rukiye teyzenin sözü yankılandı beynimde. “Varsa adamın hayatında bir kadın, üç beş güne evlenir de onunla… E, oğlan da genç daha… Elbet okuldu, işti dalacak kendi derdine. Vah gidene… Ah Nilgün’üm ah!” Ah Nilgün ah! Arkada kalanlar kendi hayatlarını kuracak, olan gencecik yaşında sana oldu. Ama Nursen haklıydı. Nilgün’de de hata vardı aslında. Bu sırrı, bu kadar ağır bir sırrı nasıl taşır bir başına kalbinde? Hem de otuz yıl boyunca? Dağ olsa çöker, taş olsa çatlar. Bir kişiye anlatsan? Haydi kocanı sevmedin, annene kıyamadın; bir dert ortağın da mı yoktu çevrende? Bu kadar mı yalnızdın?
Ah, keşke seni bu kadar yalnız bırakmasaydım!
Fikri abi, tekrar çay istedi:
−Ben aslında sana başka bir şey diyeceğim ama… Beni kovalamandan çekiniyorum.
Düşüncelerimden sıyrılıp merakla baktım Fikri abiye:
−A, evet! Yok abi estağfurullah! Ödeme konusunu konuşalım tabii ki. O kadar zahmet verdim, hayatımı kurtardın.
Hemen getirdi çayı garson. İyi bir bahşiş hak etmek istediği belliydi. Ya da Fikri abinin her zaman iyi bahşiş bıraktığı…
Fikri abi en ciddi tavrını takındı. Biten tabağını yana ittirdi, dirseklerini masaya dayadı:
− Onu demeyeceğim be! Bir dinle hele! Bu iş bitti. Dava kapandı. Şimdi ne yapmayı planlıyorsun? Var mı kafanda bir şey?
İşte ötelediğim, düşünmek istemediğim, içime ateş salan bir konu daha. Başımı iki yana salladım. O devam etti:
−Bak şimdi, “Hadsiz, sen de kimsin? Nasıl bana böyle bir teklif yaparsın?” deyip peçete ile suratıma vurmayacaksan bir teklifim var: Benim mekânı gördün. Huysuz bir adamım, eleman tutamıyorum yanımda. Gelen bir ay dayanıp gidiyor. Ama sen dayanıklı kızsın. Kafan bu işlere basıyor gibi. Sonra Altan’ı da çok severim. Ben diyorum ki gel benimle çalış bir süre. Yani kendi sektöründe bir iş buluncaya kadar… Sürekli değil. Geçici. Sen tabii beş haneli rakamlara filan alışkınsındır, ben asgari ücretten hallice bir meblağ verebilirim. Ama SGK’nı filan tam yatırırım, ona emin olabilirsin. Ha, ne dersin?
Gözlerimin dolmasını engelleyemedim. İstemsizce gülümser ya insan dopamin salgılarken. Bir an bile düşünmedim:
−Çok isterim. Gerçekten çok isterim.
Sağ elini uzattı Fikri abi, tokalaşıp anlaştık. Yepyeni hayatımın ilk anlaşmasıydı bu.
Yatağımı odamın tam ortasına, pencereye paralel yerleştirdik. Sabah güneşin tepemden bakmasını değil, doğrudan yüzüme gülümsemesini istiyordum bundan sonra. Annemin antika zannettiği için atmaya kıyamadığı ve Altan’ın evine sokuşturduğu bir dolap bir de şifonyer vardı Aside halamdan kalan. Altan ile onları zımparalayıp açık bir mora boyadık. Bir de vernik attık; odamda, kapının yanına yerleştirdik. Eşyalarımı da aldı epeyce. Tabii tuvaletler ve takım elbiseler, annemin büyük dolabında, babamdan boşalan yere yerleşmek zorunda kaldı, o ayrı. Ama günlük yaşamda kullandığım her şey odamda elimin altında olacaktı. Yatağıma morlu lilalı yanardöner bir örtü serdim yaşama sevincini tetiklemesi için. Eski yemek odası takımından kalan, sağlam olduğu için iş görür diye evde tutulan iki sandalyeye de pembe-mor kılıflar aldım pazardan, koydum camın önüne. Koltuk gibi oldu. Annem, Altan’ın tanıdığı bir marangozdan aldığım bir kitaplığı koridor duvarına dayamama izin verince tüm sorunlarım çözüldü. Fazla gelen her şeyi de dağıttım.
Annem elinde küçük, ceviz bir sandıkla odamdan içeri girerken ben de son dokunuşları yapıyordum dekoratör edası ile. Birkaç çerçeve, renkli yastıklar… Hayranlıkla etrafta gezindi gözleri kadıncağızın:
−A, eline sağlık! Çok güzel olmuş burası Asude! Bak şu yatağı da iyi ki vermemişim birine. Altan evlenirken onun yatağını yolladım aşağıya. Bunu da vereyim, burayı oturma odası yapayım istedim. Altan dedi ki: “Aman anne, oturma odası mı kaldı? Ferah ferah salonda otur. Bu da dursun, gelen giden olur yatıya.” İyi ki dinlemişim çocuğumu kırk yılda bir.
Gülümseyip yatağa oturdum, anneme de oturması için işaret etim:
−Bazen biz çocuklar da haklı olabiliyoruz demek ki. Nedir o elindeki?
Annem karşıma oturdu, yüzünde ciddi bir ifade ile mini mini sandığı ortamıza koydu:
−Aslında bunu hemen boşanır boşanmaz vermem lazımdı ama kafan çok karışıktı. Şimdi kendini toparladığına göre emaneti teslim etmem şart oldu. Nerede o Aside halanın nişanda taktığı altın anahtar?
Ah işte bir gizem daha çözülüyor! Uzanıp şifonyerin üzerindeki mücevher kutumu aldım. İçinden altın anahtarı çıkardım.
−Rahmetli senin düğününü göremeyeceğini anladı herhalde. Eh, deliler Allah dostudur derler. Bu sandığı nişanının ertesi günü getirdi bana verdi. “Bu sandığa gözün gibi bak, canın gibi mukayyet ol. Başına bir iş gelirse ölsem bile hortlar gelir canına okurum.” dedi. “İnşallah yanılıyorumdur ama bu adam sağlam pabuç değil, olur da boşanırsalar bu kutuyu kıza ver.”
On yıl öncesine, paramparça olan evliliğimin temellerinin atıldığı günlere dönmek garip bir his. Gerçek bir kapanış yapar gibi. Anahtarı kutunun kilidine soktum, yıllar geçmişti tabii aradan, biraz zorladım ama çok uğraştırmadı, açıldı. En üstte dörde katlanmış beyaz bir kâğıt, altında da çeyrek, yarım, tam cumhuriyet altınları… Biliyorum, bu kadar şey yaşadıktan sonra artık şaşırmamalıyım ama… Ellerim titreyerek kâğıdı açtım.
Annem, yuvalarından uğramış gözlerle altınlara bakıyordu:
−Ne yazıyor kâğıtta?
Halamın kargacık burgacık yazısını hemen tanıdım:
− Kısa bir mektup. Şöyle diyor: Sevgili Asude! Bana ilk kez Asude demiş.
Yutkundum ve sesimi kontrol etmeye çalışarak okudum mektubu:
Sevgili Asude,
Sen okumuş yazmış kızsın, elbette benden daha iyi bilirsin. Ama bize damat diye getirdiğin adamı benim gözüm hiç tutmadı kızım. Onu da ihtilal artığı paşa babasını da kendini saraylı zanneden anasını da hiç sevmedim. İnşallah benim delilik kuruntumdur ama olur da haklı çıkarsam elin boş kalsın istemedim. Bunlar bir eksiğini tamamlar, bir derdine derman olur inşallah. İçin rahat olsun, hepsi alın teri, el emeği, göz nuru ile kazanılmış helal paradandır. Yüreğin rahat bir şekilde, istediğin gibi kullan. Allah yolunu açık etsin yavrum.
Çok duygulandığında insanın gözleri yaşlar içinde kalırken dudaklarında gülücükler olması ne garip bir tezattır. Altınları saymakta olan anneme baktım:
−Aside halamın bu kadar altını var mıydı?
Dudaklarını büktü annem:
−Deden hastayken uzun yıllar evi o idare etti, maaşını da alırdı tabii o zamanlar. O ölünce de baban bırakmadı ablasını hiç. Dedenden kalanlara kendi kazancımızı da koyduk, bu iki daireyi alıp ödedik uzun yıllar. Alım gücü de fazlaydı tabii bugüne göre. Sonra gençliğinden beri dantel örer, nakış işler satardı. Bu çevrede yaşayan bütün kadınların çeyizinde onun emeği bir şey vardı mutlaka. Babasının ailesinden de üç beş kuruş bir şey kaldı diye hatırlıyorum, ama hiç lafını etmezdi. E, babanın verdiklerini de sakladıysa… Zaten çok tutumluydu, bilirsin.
Evet, tutumluydu halam. Hatta resmen cimriydi. Bir eteği on yıl giyer, soğuk havalarda kombiyi yakmamak için bize gelir, elinde avucunda ne varsa kenara koyardı. Keyif alınmamış, mutlu olunmamış, yaşanmamış bir ömür… Biriktirdiği her şey de işte önümde, eski ceviz bir sandık içinde bana bırakılmış…
−On sekiz altın var burada Asude… Az değil kızım. Bak şimdi sana bir şey diyeceğim ama hemen olmazlanma.
−Tamam anne, olmazlanmam. Söyle bakalım.
−Geçen Sabriye teyzenin fizik tedavisine Asuman da geldi. Ay, neydi Asuman’ın çalıştığı okulun adı?
Annemin bu saf ve sevimli halleri gerçekten çok hoştur. Lafa başlar hevesle, sonra bir yerde takılıp kalır. Çocuk gibi:
−Asuman üniversitede çalışıyor anne. Yeditepe Üniversitesinde İngilizce öğretmeni.
−Aman neyse işte! Dedi ki: “Teyzeciğim, elimde para olsa üniversitenin oralardan bir ev alırım, yeni binalar yaptılar çok güzel. Orada başka okullar da var. Kiracı bulmak da kolay.” Senin de epey bir paran var kenarda. Bunları da katalım. Şöyle küçük bir ev alalım. Eğer yetmezse üstünü borçlanırsın, e artık çalışmaya da başlıyorsun, kirasını da katar ödersin. Ne dersin kızım? Paran pul olmasın.
Aside halamın ruhu her zaman yanımızdaydı demek. Ölümsüz bir biriktirme ruhu. Başımı salladım:
−Olur anne, alırız.
Akşamüstü, güneşin batmasına yakın buluştuk Berrin’le. Cadde üstündeki kahveciden birer filtre kahve alıp Caddebostan’a indik. Açılır kapanır sandalyelerimizi denize karşı koyup güneşin batışını izlemeye koyulduk. Cıvıl cıvıl bir akşamdı. Bisiklete binenler, patenle kayanlar, evcil dostlarını gezdirenler, çimenlere serilip bir şeyler yiyenler… Konuşma ve gülüşme sesleri, mutlu insanlar…
Sandalyede iyice yayılmış, başımı da arkaya yaslamıştım. Keyifli bir film izler gibiydim. Benimle aynı pozisyonda olan Berrin, güneş gözlüğünü indirdi:
−Kahveni soğutmasana!
Ah, işte tek keyifsizliğim buydu:
−A, evet ama böyle yalnız kaldı garibim. Sigara olmayınca…
Kıkırdadı Berrin:
−Tamam, tamam… İç bir tane! Ama bu tarafta değil. Öbür tarafa doğru iç, dumanı bana gelmesin lütfen.
Berrin’den her zaman izin koparmak mümkün değildi. Fırsatı değerlendirip hemen bir sigara yaktım öbür tarafa eğilerek. İlk dumanı çekip bıraktım yine yanıma. Berrin’i rahatsız etmesin diye sol elime aldım sigarayı, Berrin sağımda oturuyordu çünkü. Güneş gözlüklerini yine takmış, batmakta olan güneşe bakıyordu hanımefendi:
−Senin telefonunda müzik de vardır, değil mi?
Bu defa ben kıkırdadım:
−Benim telefonumda Led Zeppelin’den başka bir şey olmaz.
−İyi ya, çal! Çoktandır dinlememiştim.
Tek elimle çantadan çıkardığım telefonumda müzik aradım bir süre. Ah, bu telefona bir şey olmamasına nasıl sevinmiştim! Nursen’in bir ara onu camdan fırlatıp atacağını sanmıştım, neyse ki intihar notu yazacak diye tutmuştu elinde. Bütün Led Zeppelin mp3’lerim gidecek diye ne üzülmüştüm. Müzik çalmaya başladı, telefonu aramızdaki kolçağın bardaklığına tutturdum, kahve termosunu da sandalyenin yanına koydum. İşte şimdi her şey tamamlanmıştı: Manzara, sigara, kahve, Berrin ve Led Zeppelin.
Sırtı bize dönük olan Esra’nın batan güneş huzmelerine karışan altın rengi saçlarını izlerken Berrin’e sordum:
−Hayaletlere inanır mısın Berrin?
−Metafor olarak mı? Yani geçmişin hayaletleri gibi?
Metaforu, mecazı, istiaresi mi kaldı bu işin?
−Hayır, dosdoğru, gerçek anlamıyla hayaletlere, ölü insanların ya da başka varlıkların ruhlarına?
“Kızım, yine mi kafayı sıyırdın? Olur mu öyle şey?” demesini bekliyordum ama demedi:
−Hiç görmedim. Var da diyemem yok da. Ama eğer varsa mutlaka bir nedeni de vardır. Hepimiz dev bir yapbozun parçalarıyız, domino taşları gibi diziliyiz.
Büyük resim olmuş sana dev yapboz. Ama nedense bu defa anlamsız gelmedi:
−Yani, hayaletin bir görevi var, böyle diyebilir miyiz?
Derin bir nefes aldı Berrin:
−Tabii ki! Hepimizin bir görevi var. Kendinden pay biç: Eğer sen bu cinayet soruşturmasının içine girmeseydin, polisin bulduğu kanıtları kolayca çürütebilecekti iyi bir savunma avukatı. O kadın serbest kalabilecekti iki kişiyi öldürdüğü halde.
Başını bana çevirdi:
−Farkında değil misin? Sen olayın tam ortasındaydın. Bu dava ile ilgili her şey sana bağlanıyordu bir şekilde. Nilgün, Nursen, Azra ve Nur… Hepsinin ortak noktası sendin. Demek ki orada olman gerekiyordu.
Bitmekte olan sigaramı, sandalyenin demirinde söndürüp birkaç adım ötedeki çöpe attım ve yerime oturdum:
−Yani diyorsun ki hayalet yoksa bile yaratılmalıdır.
Güldü Berrin:
−Ben senin tekâmülün için bunları yaşaman gerektiğini söylüyorum. Yıllardır aynı çarkın içinde yaşıyorsun. Bir güç seni o çarktan çıkarıp bambaşka bir hayata taşıdı. Böyle gerekiyordu, oldu. Buna direnme. Yapman gerekenin en iyisini yap, öğrenmen gereken ne varsa öğren.
Elini batmakta olan güneşi göstermek için uzattı:
−Ne demiş şair: Şafağın bin bir acıyla doğurduğu güneşi, ufuk nasıl da kan revan içinde batırıyor her gün!
Yüzümde garip bir ifade ile Berrin’e baktım:
−Ne alaka şimdi?
Berrin yine güldü:
−İlle bir alaka mı gerek? Güneş batıyordu bu geldi aklıma. Yeni nesilde en sevdiğim şairdir Ahmet Taşovalı. Sevdiği bir şiirden dizeler okumak için bahane aramamalı insan.
Ahmet Taşovalı.
Yine bir zaman-mekân kayması yaşadım. Geçen yıl TÜYAP’ta izlediğim söyleşisi. İmza sırasındaki nezaketi ve sevimliliği, Fikri abiye ilk gittiğim gün çaldığım yanlış kapı…
Ufak bir çığlık attım. Sadece Berrin’in kulağına ulaşacak kadar:
−Berrin! Ay şimdi hatırladım! Ahmet Taşovalı! Fikri abinin komşusu. Üst katında oturuyor!
Güneş batmış, kalan birkaç kızıl huzme ufukta yayılmıştı. Esra, göğü yavaştan kaplamakta olan lacivertin içince kaybolurken Robert Plant, şarkının nakaratını son kez söyledi:
“And she’s buying a stairway to heaven!”
MACERANIN SONU