Başımı çevirdiğimde Kızıl Saçlı Amazon ile burun buruna geldim. Tam bir afet- i devran, Nursen Paşalı. Uzun, kıvır kıvır, beline dökülen saçları, batmakta olan güneşin son huzmeleri adeta. Her zamanki gibi çok bakımlı ve güzel.
− Ay, sesleniyorum duymuyorsun şekerim! Taa nereden koşturdun beni topuklularla!
Mekân zaman kayması yaşadım bir an. Neredeyim? Bu kim? Neden buradayız? Sonra kulaklığımı çıkarıp gösterdim:
− Kusura bakma Nursen, kulaklık olunca… Seni fark etmedim.
Tan Dergi Grubunun başındaki acımasız ve güzel kadın gülümsedi:
− Her zamanki Asude işte! Allah bilir Led Zeppelin dinliyorsundur.
− Ne diyebilirim? Beni çok iyi tanıyorsun.
Bizim camiadan biri ile karşılaşınca dilim bile değişiyor. Birazdan yarı İngilizce yarı Türkçe konuşmaya da başlayabilirim.
Nursen eli ile sokağın başındaki açılışı gösterdi:
− Warta mağaza açıyor da. Oradaydım. Seni görünce selam vermek istedim. Çok iyi görünüyorsun, toparlamışsın epey.
Bu insanlar ne sanıyor acaba? Korkunç bir kazada kafamı gözümü dağıttığımı filan mı? Birkaç hafta bir psikiyatri kliniğinde kaldım o kadar. Ayrıca bunun görünüşle ilgisi ne? A, bir de moral vermek isteyenler var, onları hiç konuşmayalım.
− İyiyim, dinlenmek iyi geldi. Sen nasılsın?
Sıcak bir gülümseme yüzüne yayıldı, yakası ve kolları işlemeli beyaz straples bluzunu ve gözleri ile bir örnek yeşil kumaş pantolonunu gösterdi:
− Fit olmaya çalışıyorum gördüğün gibi. Artık resmen 0 bedenim.
− A, evet! Çok kilo vermişsin. Gerçi kilolu değildin ama.
Sanki dünyanın en büyük yalanını söylemişim gibi kocaman açıldı gözleri:
− Olur mu hiç! 40 bedene kadar çıktım bir ara. Tabii senin hiç böyle dertlerin yok! 36 bedene demir atmış kalmışsın.
40 bedene kadar… “Ya Allah’ını seversen! 40 beden de kilo mu gözünü sevdiğim, senin her halin güzel.” filan demem gerekiyordu. Hatta abartıp “Kilo dediğin nedir? Bak işte vermişsin, daha da fıstık olmuşsun kızım! Sende bu güzellik varken…” demeliydim. Ama artık ona haber yaptırmak zorunda değildim, hiç içimden gelmiyordu ve zaten ne kadar güzel olduğunu iyi biliyordu. Sadece gülümsedim. Konuşma, sıkıcı ve saçma bir boyut almıştı. Birbirimize iltifatlar edecek, pışpışlayacak motivasyon da olmayınca her şey çıkmaza giriyor işte:
− Asu'cuğum seni çok iyi gördüm. Boşanmanın ne büyük bir travma olduğunu çok iyi bilirim şekerim. Ama bu aynı zamanda yepyeni bir başlangıç! Tıkanan bir giderin açılması gibi bir şey! Artık özgürsün ve evren sana sonsuz ihtimal sunuyor. Şu açılış olmasaydı bir kahve içelim derdim ama…
Yok, bu kadarı bana fazla. Şu son on beş dakikadır yaşadığım her şey fazla:
− Şu an benim de durumum uygun değil Nursen, dedim üstümü başımı gösterip. Seninle bir zaman belirleyelim, konuşalım. Eminim bana iyi gelecek sözlerin vardır.
Nursen gülümsedi, bana sarıldı.
− Evet, bunu mutlaka yapalım şekerim. Haftaya Paris’e uçuyorum, ama döndüğümde seni mutlaka arayacağım.
Nursen’in kollarından kurtulur kurtulmaz bir nefes alıp veda ettim ve koşar adımlarla sahile doğru yürüdüm. Paris’e uçacakmış! Gitmek filan değil, uçmak! Bu sözlerden sıkılmıştım, yaptıkları işleri on kat daha kıymetli ve havalı göstermek için söyledikleri sözcüklerden, giydiklerinden, yediklerinden içtiklerinden, görüntülerinden… Hepsinden sıkılmıştım. Gerçi Nursen’in işi zaten çok havalıydı ve Allah için, kız işini de iyi yapıyordu. Yoksa bu kurtlar sofrasında, bu sirkülasyonu bol ortamda kaç yıldır bu konumda kalabilir miydi? Bıçak sırtı gibidir bu iş. Ama ben çok sıkılmıştım, nefes alamıyordum ve artık eski yaşamımı hatırlatan her şeyden uzak kalmak istiyordum.
Nefes alamadığımı söylemiş miydim?
Sahil yolundan biraz yürüyüp eve döndüm. Ne çay içmiştim ne de dondurma yemiştim.
Hiç iştahım yoktu ve bu durum neden 36 bedene demir attığımı açıklıyordu.
Rüyasız, sakince bir uykudan bir kâbusa uyandım. Pikemin üstünde bağdaş kurmuş, oturmuştu Esra. Tam karnımın üstüne… Hiç ağırlığı yoktu. (Tabii ki olmayacaktı.) Sadece o delici yeşil bakışları ile bana baktığı için yüreğime saldığı ağırlık vardı, o da mecaz anlamlı. Ellerini yumruk yapıp çenesine dayamıştı.
− Çok uyuyorsun sen!
Başımı kaldırıp da onunla göz göze gelince coşan kalp atışlarımı rahatlatmak için başımı yine yastığa gömdüm:
− Beni öldürüyorsun yavaş yavaş Esra! Hayır, canımı alacaksan al da bitsin bu işkence ya!
− Drama kraliçesi! Haydi, kalk da işimize bakalım.
Bakışlarımı yine ona çevirdim:
− Ne işi ya? Ağır depresyondayım, üstelik işsizim. İstediğim saate kadar uyulabilirim.
Beni dinlemiyor ki…
− Bir kutu bir şey alalım da Nilgün’ün evine gidelim. Baş sağlığı gibi hani… Ne dersin?
Söylene söylene yataktan çıktım. Sabahları da pek bir keyifsiz ve lanet olurum ben. Ama buna işlemiyor ki.
− Adresi biliyor musun? Ben sadece sokağı biliyorum.
Tabii ki hâlâ yatağın üstünde istifini hiç bozmadan oturuyordu.
− Tamam, sokağa gideceğiz, sonra bir sucuya ya da bakkala, artık hangisini bulursak soracağız. Bunu da mı akıl edemiyorsun? Sen nasıl yöneticilik ettin be müdürüm?
Laf sokmasa ölür… Ya da gerçekten ölü… Bir emin olabilsem. Pijamamı çıkardım, kutuların üstünden tişörtümü aldım.
− Asude senin omzunda bir tüy var.
Ha ha ha! Çok komik!
İki omuz başımı da gösterdim. Sonra da atletin altından göründüğü kadarıyla kürek kemiklerimi… Yaşasın! Sonunda bir hayaleti şaşırtmayı başarmıştım. Birkaç dakika da olsa keyfini çıkaralım, değil mi?
− Bunlar ne be! Cadı simgeleri gibi!
Çarpık bir gülümseme ile Esra’ya döndüm. Cidden o ürkütücü yeşil gözler kocaman kocaman olmuştu:
− Tekinsiz bir cadı olduğumu bilmiyor muydun bana tebelleş olmadan önce? Araştırmıyor musunuz siz öbür dünyada musallat olacağınız insanı?
Ayağa kaktı ve dövmelerimi yakından inceledi:
− Vay be! Dört tane dövme! İyi de neden omuz başlarında ve kürek kemiklerinde?
− Ne kadar yaşlanırsan yaşlan, bu bölgeler sarkmaz da ondan. Yaşadığım sürece en sağlam yerimde durmalarını istiyorum.
Gözlerini dövmelerden alamadan sordu:
− Anlamı ne bu dövmelerin?
Ya, garibim! Cidden mistik, ezoterik bir şey sandı. Kıyamam! Sağ omuzumu öne çıkardım: “Bu tüy Robert Plant’ı simgeliyor.” Sağ kürek kemiğimi gösterdim. “Bu Zoso, Jimmy Page.” Sol kürek kemiğimi göstermek için kıvırdım: “Bu halkalar Bonzo,” en son da sol omuzumu uzattım: “Bu da John Paul Jones!” Kıvırtarak tişörtü giydim.
Esra, arkamdan dolaşıp önüme geçti:
− Kızım manyaksın sen! Öyle iki hafta falan değil, birkaç sene kapamak lazım seni tımarhaneye! Kadın Led Zeppelin’i vücuduna kazıtmış ya!
Gülümseyerek şortumu da geçirdim bacaklarıma:
− Ya, kalbimin tüm kulakçık ve kapakçıkları, beynimin her bir kıvrımı onlarla dolu iken dört tane dövmenin ne önemi var? Haydi, ne yapacaksak yapalım!
Şükürler olsun ki Sabriye teyzemin fizik tedavisi sürüyordu. Yoksa anneme dert anlatmam gerekecekti. Kafama göre takılabilirim. Bir de tabii on senedir kimseye hesap vermeden yaşamış, istediğim zaman girip istediğim zaman çıkmışım, şimdi annemden izin alır gibi bir yere gitmek… Olmuyor tabii.
Öğleden sonra pastaneden bir kutu kuru pasta alıp yola çıktık. İhlas Sokağı’na girer girmez aradığımızı bulduk, önünde masmavi su bidonları olan sucu, apartmanı gösterdi hemen. Eski, bej renkli, balkonları salonlara dâhil edilmiş, geniş pencereleri olan bir bina… Muhtemelen o da kentsel dönüşüm sürecinde olmalı.
Zilde “Cengiz Mercan” adını bulup birkaç kez bastımsa da kapı açılmadı. Esra, Mercan'ların bir altındaki zili gösterdi:
− Rukiye teyzenin zilini çalsana!
“Rukiye teyze mi? O kim be?”
− Cenazedeki teyze ya! Sen de ne balık hafızalı oldun.
“Beni tanır mı?
Esra’nın artık alıştığım gözlerini devirme hareketi:
− Çalmadan bilemezsin Asu! Çal hadi ya!
Zile bastım, birkaç dakika sonra “Kim o?” sesi yükseldi megafondan. Yine ne diyeceğime dair kuşkular üşüştü beynime:
− A, Rukiye teyze!
− Ne vardı evladım?
− Şey, ben Asude, hangi Nilgün’ün okul arkadaşı. Cenazede tanışmış da sohbet etmiştik.
Kapının açılma sesi, keskin ve kısaydı. İtip girdim. Ah! Kaçıncı kat olduğunu sormadım! Arkamdan bir ses apartmanın serin duvarlarında yankılandı:
− İkinci kat, sağ taraftaki daire!
Teşekkürler Esra!
Apartmanda asansör yoktu. Demek ki merdiven tırmanacağız. Neyse ki merdivenler kıvrılmalı, bükülmeli değil, dümdüz. Fazla zorlanmadan çıktım. Rukiye teyze, kapıyı açmış bekliyor. Başında renkli bir yazma, üstünde sütlü kahverengi bir elbise. Bildiğimiz ev hali.
− Ah, kızım! Baş sağlığına mı geldin! Ne kadar da vefalısın maşallah! Seni yetiştiren ana babaya kurban! Gel gel evladım, kapıda kalma!
Kapıdan içeri girdiğim anda elimdeki kutuyu aldı.
− Ah evladım, ne zahmet ettin?
Kime niyet, kime kısmet! Yaşlı başlı kadının elinden kutuyu alıp “Ben onu cenaze evine getirmiştim.” diyecek halim yok. Afiyet, şeker olsun. İnşallah şekeri yoktur.
Girişin hemen yanındaki salona dalıverdik birlikte. Rukiye teyze bana minderleri çökmüş haki koltuk takımının geniş kanepesinde yer gösterdi. Üstünde rengârenk örme kılıflı yastıklar diziliydi. Beni oturttuktan sonra da genç kız edası ile seke seke mutfağa gitti, birkaç dakika sonra gene seke seke geldi, karşımdaki tekli koltuğa oturdu:
− Çayımızı da koydum. Sıcak su vardı, birazdan demlenir. E evladım, nasılsın bakalım? Ailen nasıl? Sahi, seninle tanışmadık da biz. Benim adım Rukiye senin de bildiğin gibi. Seninki de Asude demek! Pek güzel bir isim maşallah, senin gibi. Sen ne iş yaparsın? Evli misin?
Dakika bir, gol bir! Damardan depresyon. Ama biraz sallamanın zararı olmaz diye düşündüm. Yalan bazı bazı depresyona iyi geliyor:
− Öğretmenim ben teyzeciğim. Özel bir okulda… Evliydim ama eşim geçen sene sizlere ömür! Ani bir kalp krizi…
Rukiye teyzenin yüzündeki ifadeyi nasıl anlatsam… Hüzün ve kaos ile beslenen bir vampir misali, o dizi dizi acı topaklarını deşmeye hazır, zevkle ıstırap bir arada… Bu kadından üç ciltlik roman yazılır be!
− Vah vah evladım! Pek de gençsin. Beyin de gençti tabi.
İçimi çektim, gözlerimi süzdüm:
− Pek değil, ben 45’imdeyim. O benden 22 yaş büyüktü. Ama tabii gene genç bir yaş. Yetmişine varamadı Rahmetli. Üniversitede hocamdı. Büyük aşktı bizimki.
Vampire istediğini vermek lazım ki ondan da istediğini alasın. Rukiye teyze, arkasına iyice yaslandı.
− Vallahi 35’ten fazla göstermiyorsun kızım. Gençsin, güzelsin. Kapama kendini. Çıkan olur karşına. Hem de yaşıtın olur, daha uzun yaşarsınız birlikte.
Yine iç çektim:
− Kısmet teyzeciğim. Siz? Evli misiniz?
Deminki haz anı dağıldı gitti yüzünden:
− Aman, evliydim işte. Bizim zamanımızda görücü usulü, evlendik, yaşadık 40 sene. 17 yaşında verdi beni anam. Başım bacadan çıkıyordu sanki. Cimri, yaşamayı bilmez, suratsız bir adam… Sonra öldü gitti. On sene oldu. Bu evle maaşı bana kaldı. İki de evladım var, Allah ömür versin. İki oğlan, biri sen yaşta, evli, diğeri beş yaş ufak, evlenmeye ikna edemiyorum bir türlü. Nüfus idaresinde müdür. Kadıköy’de. Burada benimle yaşıyor. Öyle!
Nüfus idaresinin sürekli karşıma çıkması nedir yahu? Leitmotiv mi?
Rukiye teyzenin neden böyle bir ruh haline sahip olduğunu, psikanaliz açısından değerlendirmeye vaktim yoktu. Enerjim de. Doğrudan konuya girmek daha mantıklıydı:
− Nilgün’ün eşi ve oğlu nasıl? Zillerine bastım ama açan olmadı.
Yine acı ile haz arası bir yüz ifadesi:
− Ah, onlar burada değil. Kalamadılar tabii olaydan sonra. Cengiz’in annesinin evine gittiler, Küçükyalı’ya.
Cinayet mahallini görme isteğim çamurlu sokaklara saplandı.
− Baturalp, yani oğlan, pek fena durumda. Duası burada olsun istediler ilkin. Ama olmadı, giremediler eve. Hep hazırlık yaptık, helvasını filan bile kavurduk ama olmadı. Toprağa verip geldiler, kapıdan içeri adım atamadılar. Kolay mı? Adam gelmiş, kapı açılmayınca anahtarı alıp açıvermiş. Bir de bakmış, salonun ortasında kadıncağız kanlar içinde yatıyor. Of! Allah kimseye vermesin böyle kader!
Birden beynimde bir şimşek çaktı. Cengiz Bey geliyor, kapıyı açıyor, karısını vurup biraz bekledikten sonra ortalığı velveleye veriyor. Neden olmasın? Bütün cinayet romanlarında demezler mi önce aileye bakılır diye.
− Saçmalama, silahı ne yaptı peki?
Başımı çevirdiğimde Esra’nın siluetini pencerenin yanı başında, yarı yarıya güneş ışığına karışmış bir şekilde gördüm.
“Ne bileyim? Bir yere atmıştır. Sonra da polisi filan aramıştır.”
− Ölüm katılığı diye bir şey var, adli tabip ölüm saatini belirliyor. Şüpheli görseler alırlardı adamı içeri.
İlk iddiamdı ve çuvallamıştı işte.
− Yani Asude Hanım kızım, aldı çocuğunu gitti annesinin evine Cengiz Bey. Duasını da orada yaptılar herhalde. Cengiz Bey’in annesi yol yordam bilen kadındır. Tam eski Osmanlı kadını dediklerinden. Devlet gibidir maşallah! Artık gene ona kaldı evladını, torununu toparlamak.
Rukiye teyze, sözü biter bitmez kalktı, beş dakikaya kalmadan elinde cam çay tabakları ve bardaklar olan, gümüş bir tepsi ile geldi. Sıcacık çaylar da içinde. Bir porselen tabağa da getirdiğim kuru pastalar konmuştu.
− Rukiye teyze, çok zahmet verdim size!
− Yok kızım, ne zahmeti! Bana da iyi geldi ziyaretin. Allah senden razı olsun. Kaç gündür ne yediğimi biliyorum ne içtiğimi… Gece uykusu kalmadı inan. Diyorum ki ya bu mahalleye dadanan bir katilse adam? Benim evladım mazbuttur, sessizdir ama sonuçta bekâr erkek. Cumartesi gecesi filan arkadaşları ile buluşur, gezer. Bu adam da yalnız kalmış kadınları gözlüyorsa? Evladımın gezdiği bir gece gelip beni de boğazlarsa? Dünyanın bin türlü hali var. Şu karşıki Selim Bey Apartmanı var ya, bak görüyorsun buradan, ha işte o! Orada yaşayan bir Nesibe Hanım var, benim Kuran arkadaşım. Cuma günleri okuma yaparız biz onda toplanıp. Bunun iki kızı vardı, evlendi. Beyi de geçen yaz sizlere ömür… Dün sabah kahvesine gittim, “Kız Nesibe, benim gene hafta içi oğlan evde, ya sen ne edersin öyle bir şey olsa? Allah muhafaza! Bak yanından telefonu eksik etme sakın! Hatta biz seninle bir işaretleşme icat edelim, kendini zorda bulursan bana bir işaret çak, hemen arayalım polisi filan.” dedim.
Başım döndü! Rukiye teyze, bir konuşmada ailesini, komşularını, olayın yarattığı çağrışımları tek tek sayıp dökmüştü. Vallahi korkulur bu kadından. Murat Menteş’i kıskandıracak bir anlatım yoğunluğu…
− Söylediklerini yabana atma Asude! Olmayacak bir şey değil. Böyle manyaklar var. Ayrıca sen Cengiz’i de çıkarma hemen listeden. Kendi yapmadıysa başka birine yaptırmış olabilir.
Esra’nın güneşe karışmış kısa saçları gözümü alıyordu. Düşündüm. Bir soru sormam lazım, yoksa bu kadın susmayacak:
− Rukiye teyze, Nilgün’ün son zamanlarda böyle garip bir hali filan var mıydı?
Kendi huzursuzluğuna karşı komşu Nesibe Hanım’ı da ortak edip ona kâbuslar gördürmenin memnuniyeti ile çayını yudumladı Rukiye teyze:
− Nasıl yani?
− Böyle dalıp gitmeler, üzüntülü, düşünceli haller…
Rukiye teyzenin gözlerinde bir şimşek çaktı:
− Bak sen dedin ya, şimdi hatırladım. Öyleydi tabii. Sabah arada bir kahveye giderdim ona. Son zamanlarda Cengiz Bey’in seyahatleri de arttı. “Akşam gel de oturalım Rukiye teyze!” derdi. Maç filan olduğu akşam, oğlan rahat seyretsin diye çıkardım ben de... Böyle bir mahzun halleri vardı. Günahı boynuna, Cengiz Bey’in iş seyahati diye başka bir kadına dadanmasından şüphe ettim ben. Hafta sekiz, o dokuz iş seyahati… Kız için için üzülüyor diye şeettim.
Başka bir kadın, boşanmak istemeyen bir Nilgün, böyle bir planla ondan kurtulmak isteyen bir Cengiz… Hiç mantıksız gelmiyor kulağa.
− Bazı bazı gözleri de dolardı garibimin. Ben de derdim böyle belli etmeden “Kızım sen üzülme, tilkinin dönüp dolaşıp geleceği yer kürkçü dükkânı. Sonuçta nikâh cüzdanı sende.” filan derdim. Gülerdi sadece garibim. Bak şimdi sen demesen ben bunları hatırlamazdım. Varsa adamın hayatında bir kadın, üç beş güne evlenir de onunla… E, oğlan da genç daha… Elbet okuldu, işti dalacak kendi derdine. Vah gidene… Ah Nilgün’üm ah!
Rukiye teyzenin çenesi çarpıldı yine. Ağladı ağlayacak. Benim kafamda ise o eninde sonunda kürkçü dükkânına dönecek tilkilerin kuyrukları birbirine değmiyor. Ne yapayım? Cinayet mi çözeyim, Rukiye teyzeyi mi teselli edeyim derken… Yine dört ayağımın üstüne düştüm. Kapı çaldı. Rukiye teyze gözlerini yazmasının ucu ile kurulayıp kapıya bakmaya gitti.
Bulunduğum yerden kimin geldiğini göremiyordum ama konuşmalar net bir şekilde duyuluyordu. Tanıdık bir adamdı gelen. Biraz sonra hayretim iki katına çıktı. Cengiz Bey gelmişti. Kapıda durup bir şeyler söylüyor, içeri girmemek için de inat ediyordu. Rukiye teyze ise pek ısrar ediyordu. Ah, içeri girse de şöyle bir anlamaya çalışsam durumu yüzünden. Çok da anlarım ya… İlk bakışta. Biraz sonra kapı kapandı, Rukiye teyze seke seke içeri girdi. Bu kadının sağ dizinde bir sorun olmalı, sol tarafa doğru aksayarak yürüyordu.
− İyi insan lafının üstüne gelirmiş. Cengiz Bey geldi. İçeri gir dedim, girmedi. Bu pazar yedisini yapacaklarmış. Oğlanı ikna etmiş, duası burada olacakmış. Sonra da evi boşaltıp tamamen annesinin yanına taşınacaklarmış. Sen de gel duaya e mi kızım, sevaptır.
Tabii ki gelecektim. En ufak bir bilgi kırıntısını elde etme şansını kaçırır mıydım hiç?
İzin isteyip çıktım biraz sonra. Kendimi sıcak haziran günü sokağına atınca birden rahatladım. Bu apartmanda bir ağırlık vardı. Belki ezelden beri süregelen bir şey, belki de cinayetten sonra oluştu. Yüreğin üstüne çöküp insanı hasta eden bir şey…
− Neyse en azından bir şüphelin var.
“Şüphelim? Nasıl yani? Benim şüphelim mi?”
− Cinayetin şüphelisi diyelim Allah’ın çatlağı… Led Zeppelin dövmeli cadı!
Sesi neşeli geliyor. Bu dövme işi onu eğlendirmiş sanki.
“E, şimdi ne yapıyoruz?”
− Gidip cinayet mahallini gezemeyeceğimize göre eve dönüyoruz. Pazara ya da Fikri abiden bir ses çıkana kadar bekliyoruz.
Beklediğim cevap bu değildi. Bugün daha perşembe. En iyi ihtimalle yarın, en kötü ihtimalle pazar gününe dek kendi kendime kalmak istemiyordum. Yeniden üzüleceğim, pişmanlıklarımın beni boğacağı, amaçsızca bedenimi sürükleyeceğim anlar…
“Esra, sahi sen benim yanımda olmadığın zamanlar nerelere gidiyorsun?”
İçten bir kahkaha attı:
− Kendi merakından öldü derler. Bu kadar meraklı olma.
İyi be! Ne merak edeceğim seni? Sanki başka derdim yok. Of! Derdim çok! Ve ben bu gizemle uğraşarak kendimi unutmak ve düşünmemek istiyorum.
− Niye kadına “45 yaşımdayım.” dedin? 40 filan değil misin sen?
Kendimi daha da yaşlı, daha da tükenmiş ve bitmiş hissediyordum ama Esra’ya bunu anlatmak istemedim. Zaten anlatacak halim de yok.
“Merakından ölür müsün bilmem ama merak etme o kadar çok.”
Bir süre sessizce yürüdük. Bir hayalete trip attım az önce. Dur bakalım dana neler göreceğiz?
“Ne kadar şanslıyız değil mi? Tam Rukiye teyzeyi ziyaret ettiğimiz gün Cengiz Bey’in gelmesi ne büyük ikramiye… Duayı nasıl öğrenirdik yoksa?”
Tekrar güldü Esra:
− Şans mı?
“Kızım, seni boşa mı getirdim buralara!” bakışı ile yine havaya karıştı.
Eve döndüğümde annem henüz gelmemişti. Bir bardak soğuk su alıp kendimi balkona attım. Epeydir sigara içmemiştim ama nedense krize de girmemiştim. Masa üstünde annemin sigarası vardı, teyzemin yanında içmezdi, teyzem oyardı adamı. Bir dal aldım ve yaktım. Duman, açtığım camekândan çıkarken Nilgün’ü düşünüyordum. Kocasının gerçekten bir ilişkisi mi vardı? Belki de kadın hamile kalmıştı. Ajla gibi. Ama Cengiz Bey, Ercan’ın cesaretine sahip değildi, konuşamamıştı karısı ile. Onun yerine karısını öldürtmeyi tercih etmişti. Belki de bu yüzden ben bu olayın içine çekilmiştim. Kaderlerimiz aynıydı.
Başka bir senaryoya göre de Cengiz Bey yasak ilişkisinden utanıp kadını terk ediyordu. Kadın bunu hazmedemiyor, korkunç bir intikam planı yapıyordu. Nilgün’ü ziyaret edeceğini ve ona bir şey anlatacağını söylüyor, eşinin sadakatsizliğinden kuşkulanan Nilgün kadını kabul ediyordu. Ve dan dan! İki kurşunla işi bitiyordu talihsiz arkadaşımın.
Ben cinayet senaryoları ile boğuşurken telefonumun sesi geldi kulağıma. Evet, içeride salondaki konsolun üstünde bırakmıştım onu. Koşarak gidip açtım. Yeni kaydettiğim numaranın sahibiydi konuşan:
− Abla iyi günler, Fikri ben. Nasılsın?
− İyiyim Fikri abi, sen nasılsın?
− Bugünümüze şükür! Senin olayı soruşturdum ben biraz. Şimdi evde değilim de… Yarın öğleden sonra bir uğrasana bana. Bir dolaplar dönüyor o olayda.
Ensemde o bildik ürperme… Bir şey var, biliyorum… Ama anlatamıyorum şairin dediği gibi.
− Tabii abi, kaç gibi geleyim?
Kısa bir tereddüt anı.
− Üç nasıl? Uyar mı sana?
Uymaz mı?
DEVAM EDECEK