− Fikri Abi, eskiden acar bir polisiye muhabiriydi. Bütün gazetelerde çalışmıştır herhalde. Çok sevilirdi. Ama sonra aniden bıraktı mesleği. Babadan kalma bir evi var, orada ufak bir iş kurdu kendine. Avukatlara ve sosyete dedektiflerine malumat sağlıyor, dosyaların takip ediyor filan.
Kadıköy’ün mahşer yerini andıran sokaklarında yürüyorduk. Bindiğimiz dolmuşun şoförü, kendini jet pilotu sanan bir şizofrendi sanırım, zira Şükrü Saraçoğlu Stadı ile Altıyol durağı arasını hiç hatırlamıyorum. Normalde her daim trafik yaşanan bir güzergâhtır ama demek ki şizofrenlere trafik yok.
Boğa heykelini geçip hızla yokuş yukarı Bahariye’ye tırmanmaya başladık. Esra, Bahariye’deki kalabalıktan nasıl kolayca sıyrılıp sanki başka bir boyuttaymış gibi hareket ediyordu bilmiyorum. Onunla iken her şey çok garipti zaten, artık daha az şeye şaşırıyordum.
“Dedektif gibi bir şey mi yani?”
Başını bana çevirmeden yürümeye devam etti. Yürümüyor sanki havada süzülüyordu. Ellerini çok üşüyormuş gibi siyah deri ceketinin ceplerine sokmuştu. Yine sırtımdan ayak parmaklarıma kadar ürperdim. Hava en az 30 derece filan olmalı.
− Türkiye’de dedektiflik çok muğlak bir şey, yasa çok belirsiz.
“Celil Oker okuyorum ben! Sağ olasın. Peki, bu Fikri Abi de o nevzuhur dedektiflerden mi?”
− Lisansı olduğunu sanmıyorum. Gidince kendin sorarsın.
“İyi de eğer yardım isteyeceksek ödeme yapmamız gerekmez mi?
− Evini, arabanı sattın, tazminat da aldın. Daha ne?
“Evet ama şu kliniğe çok para verdim. Sonra bir daha ne zaman iş bulurum bilmiyorum. “
Moda İlkokulu’nun önünden sola döndük, yüz elli metre kadar yürüdük, Kadıköy’ün karakteristik, eski apartmanlarından birinin önünde durduk birkaç katlı, boyası griye çalan, küçük pencereli, 50’lerden kalma o eski apartmanlardan birinin. Esra, başı ile zili işaret etti. Aslen yeşil olduğunu tahmin ettiğim ama pas yüzünden kahverengiye dönmüş dökme demir kapının önündeki aşınmış taş basamağa çıkıp zilleri inceledim. İkişerli sıra halinde dizilmiş zillerden birinin üstünde “Adar Medya Takip Ltd Şti” yazıyordu. Gözümü bilgisayar çıktısı yazıdan ayırmadan sordum:
“Habersiz geldik, ya adamcağız evde değilse?”
− Evde! Çal şu zili artık!
Nasılsa iradeyi toptan kaptırdık. Ne olacaksa olsun diyerek zile bastım. Birkaç saniye sonra “Kim o!” diyen sigaradan tarazlanmış kalın bir erkek sesi geldi eski bir hoparlörden. İrkildim. Şimdi ne diyeceğim? Ben kimim? Neden buradayım?
− Fikri abi ile mi görüşüyorum?
Fikri Bey değil, Fikri abi… Neden adama “Bey” diyememiştim? Sesim de titrek ve incecik çıkmıştı. Bu öz güvensiz tavır, iyice yapışıp kalmıştı bana. Nerede o yüksek topuklularla etkinlikten etkinliğe koşan güçlü, tuttuğunu koparan kadın?
− Benim, ne vardı?
Hızlı düşünmem lazım:
− Bir iş vardı da… Sizi tavsiye ettiler. Biraz zamanınız var mıydı acaba?
Kapı açılıverdi. Demir dökme kapı, düşündüğümden daha ağırdı. İttirip içeri girdim. Eski binaların olmazsa olmazı rutubet kokusu, kapının hemen dibinde gireni bekliyordu müstehzi bir gülüşle. Hiç sevmem bu kokuyu. Bir paslanmış demir korkuluklu, döne döne çıkan merdivene bir de hemen altında duran asansöre baktım. Eh, kaç senedir sigara tiryakisiyiz. Tabii ki asansör... Zaten asansörün uyarı tablosunda “Z” harfini görünce hiç beklemeden kendimi içine atıverdim. Bina altmış yıllık da olsa 21.yy’dayız birader, asansörü olmasın mı? Üçüncü kata çıkmak fazla zaman almadı tabii. İkişerli zillerden üçüncü sıradaki Fikri abinin zili olduğuna göre… Her katta iki daire var… O zaman Fikri Adar üçüncü katta olmalıydı.
Asansörden inince gördüm ki kapı duvar… İki dairede de hayat belirtisi yok. Peki, hangisi muhteremin dairesi? Rastgele birinin ziline basacaktım artık. “Kırmızı kablo mu, mavi mi? Kırmızı hap mı yoksa mavi hap mı?” derken sağdakinde karar kıldım. Şu kanarya boğazlayan zillerinden birini bekliyordum, böyle eski apartmanlara çok uygun ama klişelere takılmamak gerek. İki kısa “ding dong” sesinden hemen sonra kapı açıldı. Kırklarının başında, orta boylu, zayıfça, köşeli çenesi ince bir sakalla çevrili, gözlüklü kumral bir adam, soran gözlerle duruyordu karşımda:
− Buyurun!
O kadar tanıdık ki… Çok iyi bildiğim ama bir türlü çıkaramadığım bir yüz… İri mavi gri gözleri, gülmeye mütemayil ince dudakları… Ay deli olacağım! Kim olduğunu hatırlamıyorum ama kim olmadığını biliyorum:
− Affedersiniz, ben Fikri Adar’a bakmıştım ama… Yanlış mı geldim acaba?
Utançtan kızarmış yanaklarım cayır cayır yanıyor. Bir an karşılıklı sessizce birbirimize baktık. Ben de ona tanıdık geldim mi acaba? O da beni mi çıkarmaya çalışıyor? Bizi bu garip durumdan kurtaran ses aşağıdan geldi:
− Ablacığım bir alt kat!
Utançla bir elimi kaldırıp merdivene yöneldim.
− Çok özür dilerim, rahatsız ettim. Pardon!
Adam gülümseyerek rica etti. Ben de onun yüz hatlarını beynime nakşedip aşağı indim yavaşça. Nereden tanıyorum bu adamı ben!
Adar Medya Takip Ltd. Şti. ikinci kattaydı demek. Ah, tabii ya! Bu apartmanın bodrum katı vardı. Bizim kentsel dönüşmüş evlerimizde sadece kapıcı dairesi bodrumdadır, alt kat sığınak mecbur… Nasıl da düşünemedim?
Fikri Adar, az önce karşılaştığım ve adını çıkaramadığım beyefendiden tamamen farklıydı. İri kemikli, güçlü kuvvetli, hani tabiri yerindeyse kodu mu oturtan cinsinden… Üstünde kısa kollu, eprimiş, kareli bir gömlek vardı. Kotu da epey bir yıpranmış görünüyordu. Alından açılmaya başlamış saçlar, hafif çökmüş bir yüz, çeneye inen bıyıklar… Haydi bakalım! Ya Kadıköy Ülkü Ocakları elemanı bir arkadaşla ya da saçları dökülmüş bir metalci ile karşı karşıyayız. Hayırlısı…
Kapıdan çekildi, uzun boyunun verdiği bir şey olsa gerek, biraz kambur yürüyordu.
− Buyur ablacığım, geç içeri!
İçeri…
Karanlık, dağınık, küçük ve kasvetli bir içeri idi burası. Girer girmez, koyu renk karolarla kaplı genişçe bir hol ve eski, ahşap ve dökük bir büro masası karşılıyordu insanı. Açık kahverengi, eğri büğrü kapaklı ve aşınmış. Holün çevresinde kapılar… Biri dışında hepsi kapalı, sarıya çalan kirli kapılar bunlar. Ama hemen sağdaki buzlu camları olan açık, hatta ardına kadar açık. Salon olmalı burası. Kendimi korku filminde oynuyormuş gibi hissediyordum. Sanki hınca hınç kalabalık, yaşama şehveti dolu, gürültülü ve güneş ışığı ile parlayan sokaktan buraya fırlatılıp atılmışım, bu yas evine… Boyut değiştirmişim gibi.
Fikri abi, salona doğru yürüdü, ben de peşinden gittim kuzu kuzu. Ne renk olduğu anlaşılmayan, minderleri çökmüş iki kanepe ve cam kenarında da iki deri koltuk… Bu koltuklardan birine oturuverdim. Fikri abi de açık olan camın pervazına dayanıp ellerini göğsünde kavuşturdu. Kırmızı alarm! “Ne diyeceksen de de git, işim gücüm var.” tandanslı bir mesaj bu. İletişim kanalları kapalı. Söze nereden başlamak gerek?
− Siz burada tam olarak ne iş yapıyorsunuz, dedim cılız çıkan sesimi güçlendirmeye çalışarak.
Dervişane bir tavırla, boynunu eğip renginin bir zamanlar sarı olduğunu zannettiğim, üstünde bir sürü gazete ve dergi olan sehpayı işaret etti gözleri ile:
− Malumat sağlıyoruz bir nevi. Sana ne lazımdı abla?
Birbirimize gayet lakayt ve gayri resmî bir tavırla “abla, abi” diye hitap ediyoruz. Komik bir durum ama hiç gülesim yok. Bir şekilde lafa girmek gerek. En iyisi hiç dolandırmadan anlatmak:
− Şimdi şöyle bir durum var: Benim yakın bir arkadaşım öldürüldü.
− Başın sağ olsun. Ne zaman?
− Geçen pazar akşamı…
Dudaklarını garip bir şey söylemişim gibi büktü.
− E, daha yeni bir olay… Bana genelde üstünden epey bir zaman geçmiş de faili bulunamamış olaylar gelir.
İşte bu kadar! Ben de söylüyorum bu işi polise bırakalım diye ama Esra dinlemiyor ki… Esra… Sahi nerede o? Tam ona ihtiyacım olduğu zamanda nereye kayboldu? Onu düşünür düşünmez, hanımefendi sol yanımda beliriverdi. Yüzünde “Beceriksiz, gene bir işi çözemedin!” ifadesi ile dikilip duruyor.
Fikri abi, gazetelerin bulunduğu sehpanın üstünden sigara paketini alıp cam kenarındaki yerine geri döndü. İçinden çıkardığı sigarayı, yine içinden çekip aldığı çakmakla yaktı. İlk nefesi pencereden dışarı verirken yine gözleri üstümdeydi. Sigara… Bir tane de ben yaktım. Küllük nevi bir şey bakınırken camın kenarında duran parmak izi bezeli cam küllüğü uzattı bana. Bir ara… Bir kaçış arası… Galiba en çok da bunu seviyorum. Sigara içme bahanesi ile kısa bir mola vermek işlere güçlere, dertlere…
Tam bir nefes çekmiştim ki birden diyaframım ile boğazımın arasında bir katılık hissettim. Nefes alamıyor olmam gerek ama alıyorum. Kalp krizi mi geçiriyorum? Bana ait olmayan sözcükler, bana ait olmayan, kulağıma yabancı bir sesle çıkıverdi ağzımdan. Hani insan kendi sesini bir yere kaydeder de sonra yabancılar ya… Aynen öyle!
− Şimdi Fikri abi, kusuruma bakma! Seni de işinin gücünün arasında rahatsız ettim ama… Bu iş benim için önemli. Çok kötü bir dönem geçiriyorum. Yeni boşandım, işimi kaybettim filan. Şimdi bir de Nilgün’ü kaybetmek yüreğimi dağlıyor, anlatabiliyor muyum bilmem. Bu işi çözersem sanki hayatımdaki birçok sorunu halledecekmiş gibi hissediyorum. Arif Toraman da seni tavsiye etti. Benim rahmetli pederin askerlik arkadaşıdır. Git sana yardım etsin, selamımı söyle, dedi. Bu konuda bana destek atarsan seni üzmem, hani günahı neyse de öderim. Bende paran kalmaz.
Sözler biter bitmez göğsümdeki katılık kalıverdi, Esra yine sol yanımda belirdi. Derin bir nefes aldım: “Esra bunu bir daha sakın ama sakın yapma!” diye geçirdim kafamdan. Ama onun yüzünde “N’aaparsın!” ifadesi, alaylı bir gülüşle parlıyordu.
Fikri abinin gözlerinde bir ışık parladı. Dudaklarını çerçeveleyen bıyıkları titreşti. Tekinsiz, yarım, sağ yana yatık bir gülümseme peyda oldu yüzünde. Epeydir beklediği şeye rastlamış da emin olmaya çalışıyormuş gibiydi. Sorularını cevaplamış bir de referans vermiştim: Arif Toraman. Kimse artık… Sol kaşını kuşkulu bir şekilde kaldırıp dudağını yeniden büktü:
− Ablacığım adın ne senin?
Vallahi bravo! Evine geliyorum, kapını çalıyorum, yarım saattir seninle konuşuyorum. Hatta rahmetli arkadaşımın adını bile laf arasında ediyorum. Ama sen bana adımı yeni soruyorsun. Hırsız, uğursuz olsam… Daha fenası ya hayatına kast etsem.. Bu ne rahatlık ya!
− Asude, Asude Bahar.
İnşallah bir Yahya Kemal esprisi daha gelmez.
− Asude abla, madem Arif amcanın tanıdığısın, elimden ne gelirse yaparım. Ama sen şimdi tam olarak benden ne istiyorsun, onu de hele.
Esra yine üstüme atlayacakmış gibi bir hamlede bulundu gülerek. Gözlerimi belerttim. Umarım Fikri abi anlamamıştır:
− Ben ne yapacağımı bilmiyorum. Soruşturma sürüyor, henüz kesin bilgi vermiyor kimse… Haliyle… Sizin polisle aranız iyiymiş Belki bir şeyler öğrenebilirsiniz. Bu işin ardında kim var, cidden öğrenmem gerekiyor. Nilgün’ün 19 yaşında gencecik bir çocuğu var. Kendimi ona karşı sorumlu hissediyorum.
Fikri abi gözlerini kıstı. Gerçeği söyleyip söylemediğimi anlamaya çalışıyor gibiydi.
− Şu olayı bana baştan anlat bakalım bir. Adı neydi mevtanın?
− Nilgün, Nilgün Mercan.
Yine sehpaya seğirtti. Dergilerin altında kalmış, eski ve mavi bir telli dosyayı açtı. Sigarasını sol eline alıp sağ eli ile tele tutturulmuş gazete parçalarını çevirdi. Biraz sonra aradığını buldu, sigarasından bir nefes alıp bana uzattı kâğıt parçasını:
− Bu mu?
Yeni Gün’deki haberdi bu. Başımı sallayarak onayladım.
− Yazar bir müşterim var, polisiye hikâye yazıyor. Böyle haberleri toplamam için para ödüyor bana. Ufak bir meblağ ama akmasa damlar.
Sigarasını bana verdiği, deri koltuğun kenarına koyduğum tablada söndürdü:
− Olaya Kadıköy Emniyet bakıyordur. Orada canciğer kuzu sarması arkadaşlarım var. Soruştururum bir. Otopsi raporu bir aydan önce çıkmaz. Ama olayın ana hatlarını öğreniriz en azından.
Bu kadar mıydı? Şimdi bu araştırmada bir müttefikim daha mı olmuştu? Hem de bir hayalet değil, kanlı canlı bir adam.
− Ödemeyi de konuşursak bir dahaki sefere hazırlıklı…
Benden aldığı gazete parçasını yerine koyarken dudağını kıvırdı yine:
− Dur bakalım! Bir şey bulabilecek miyiz? Nedir durum, görelim. Sonra konuşuruz. Acelesi yok o işin.
Fikri abinin bürosundan çıktığımda gayet rahatlamış ve keyifli hissediyordum kendimi. Hani bir arpa boyu yol almıştım belki ama yine de yol almıştım. Son zamanlarda sürekli yaşadığım tıkanıp kalma, ilerleyememe, zamanda sıkışma gibi hisler biraz da olsa azalmıştı sanki. Bir de bu dervişane, soğukkanlı, her sorunu çözebilirmiş imajı veren adama nedense çok güvenmiştim. Nedense…
Moda’ya çıkarken Esra’ya ağzıma geleni daha doğrusu aklıma geleni sayıp döküyordum: “Başıma olmadık işler açtın Esra. Tanımadığım insanlarla, bilmediğim işlere girdim. Kim bilir daha ne belalara bulaşacağım. Bir de bedenime girip benim yerime konuşmalar, ahkâm kesmeler filan… Bezdirdin beni iki günde ya! Hem kim bu Arif Toraman?”
Esra’nın yüzünde her zamanki alaylı gülümseme:
− Ne bileyim? Sen dedin ya! Rahmetli babanın askerlik arkadaşıymış. Hemen ardından da yine havaya karıştı.
Yine sersem sepelek kalmıştım ortada. Öylece, bir başıma… Olup bitene seyirci kalmak, tam anlayamamak, anlamlandıramamak… O sırada Fikri abinin üst kat komşusu düştü aklıma. Onun kim olduğunu sorsa mıydım Fikri abiye? Ayıp değil a? “Abi, sizin üst katta karşılaştığım o bey… Bana çok tanıdık geliyor. Ama kim olduğunu bir türlü çıkaramıyorum. Ünlü biri mi?” Neden olmasın? Bir sonraki görüşmede bunu mutlaka soracaktım.
Altıyol’a doğru yürürken annem aradı. Teyzemden dönmüştü, beni evde bulamayınca çok panik olmuştu, iyi miydim? Neredeydim? Ona iyi olduğumu, cenazede Berrin’le karşılaştığımı ve onunla bir kahve içtiğimi söyleyip yüreğini rahatlattıktan sonra babamın en sevdiği fırına uğrayarak bir ekmek alıp eve doğru yola koyuldum.
Kahvaltıyı erken etmiştim, şu saate kadar da kursağımdan bir fincan kahveden başka bir şey geçmemişti. Eve vardığımda sofranın hazır olmasına çok sevindim bu nedenle. Yemekte cenazeden, Berrin’den, teyzemin bitmez tükenmez ağrılarından bahsettik kısa kısa. Annem Cevriye teyze için üzüldü ama kızının ölümünü görmediği için de sevindi.
Yemekten sonra bulaşık makinesini yerleştirip kurdum. Çok sıkılmıştım, biraz gevşemeye ihtiyacım vardı. Salonda televizyonun karşısına serilip kalmış annemin yanına gittim:
− Anne, saat daha yedi, havanın kararmasına nereden baksan iki saat var. Gel Cadde’ye çıkıp biraz yürüyelim. Sana akşam çayı da ısmarlarım bak.
Gözünü haberlerden ayırmayan annem, gönülsüzdü:
− Bütün gün dışarıdaydın Asude. Yorulmadın mı? Ayaklarını uzat da dinlen biraz. Benim hiç halim yok zaten. Hem bu akşam dizimin sezon finali var. Bir yere gitmem. Çay istiyorsa canın, demle iç. Ben çok içtim bugün.
Anlaşıldı, annemden hayır yoktu bu akşam ama ben evde duramayacaktım. En rahat eşofmanlarımı giydim, kulaklıklarımı taktım, caddeye doğru yollandım. Çıkarken annem seslendi:
− Giderken dolaptaki dolma tenceresini de al. Figen bu aralar çok yoğun çalışıyor, Altan da geç geliyor hep. Uğraşmasınlar yemekle bu saatten sonra.
Oh, valide sultan, oğluna ve gelinine çok iyi bakıyor. Onlara dolma bile pişirmiş kaşla göz arasında. On sene evli kaldım, bırak yemek pişirmeyi bir gün bir şeye ihtiyacım var mı diye sormamıştır. Tamam, karşıda yaşıyordum filan ama… Geç saatlere kadar çalıştığımda bile yemeğimi hazırlar öyle yatardım. Hakikaten… Annem, babam, Altan, ayda yılda bir özel bir şey olursa gelirlerdi evime. Kaldıkları vaki değildi. Ercan’ın ailesi ile de bir araya gelmeleri sayılıdır. Gerçi Ercan da anasını babasını hiç takmazdı ya… Aileler sevmezdi birbirlerini, onlar benimkileri avam bulur, benimkiler de onları kibirli ve sahte… Emekli paşaydı Ercan’ın babası, annesi İstanbul’un en köklü ailelerinden birinden geldiğini söylerdi ama aslen Bursalıydı. Ercan bu disiplinli ve şaşaalı hayattan hazzetmediği için küçük yaşta atmıştı kendini aileden dışarı. Yurtdışında bir süre okuduktan sonra Türkiye’ye dönüp kendi hayatını kurmuştu. Ailesi ile fazla bir araya gelmemeye özen gösterirdi. Boşanma işlemleri sırasında iki taraf da karışmadı bir şeye. Görüşmedik bir daha da… Hep diyorum ya, kafam bir dünya…
Tencereyi Figen’e verip hemen kendimle baş başa kalmak istedim. Kız arkamdan seslendi:
− Asude abla, biraz bekleseydin. Altan yolda. İki lokma bir şey yer, beraber çıkardık. Dondurma yerdik. Böyle tek başına…
Figen’i iyi olduğuma temin edip kendimi dışarı attım. Şimdi yorgun argın eve gelmişler. Ben istiyorum diye niye çıkarayım insanları? Bizim evden Bağdat Caddesi, tempolu yürürsen 10 dakika kadar sürüyor. Açtım Led Zeppelin III albümünü. Immigrant Song çalarken hız yapmamak mümkün mü? “Valhalla, I am coming!”
Yaşamın nabzı her yerde atıyordu. Cadde, yaz akşamına yakışır renklerle dolup taşıyordu. Kafeler, restoranlar tıklım tıklımdı, yollar, trafik, ışıklar… Akıp giden bir nehir gibi… Beni de içine sürüklüyor. Sürüklensem gitsem… Öncesiz, sonrasız bir varlık gibi, sadece hayatın bir parçası olsam… Acı çekmesem… Hiç çekmesem… Mümkün mü?
Epey bir yürüdüm çevreyi seyrederek, vitrinlere bakarak, insanları gözleyerek. İçimde hiçbir hevesin kalmadığını; kıyafetlerin, aksesuarların, kitapların, yiyeceklerin, içeceklerin hiç ilgimi çekmediğini fark ettikçe biraz daha kopuyordum hayattan. Şu anda, tam şu anda mesela karşıya geçerken bir araba çarpıp canımı alsa, psikopatın biri silahını çekse çevreye ateş açsa, bir terör örgütü bomba patlatsa, şu apartmandan bir saksı düşse başıma… Ölüversem… Umurumda olmayacak. Zorla sürüklüyor bedenim ruhumu. Işığımı yitirdim.
Suadiye ışıklara geldiğimde bir kalabalık fark ettim. Biraz ilerideki tarihi ahşap bina ışıklandırılmış, şık ve süslü insanlar bahçesinde geziniyor, beyaz gömlekli hatunlar, beyler servis yapıyor. Müzik de var sanki. Biraz ilerleyince evin kapısına “Warta Wedding” yazılı devasa bir tabela gördüm. Bir yerlerde Warta’nın Bağdat Caddesi’nde düğün konseptli bir mağaza açacağını okuduğumu hayal meyal hatırladım. Nişantaşı’nda çalıştığım binanın tam karşısında büyük bir Warta mağazası vardı, dört beş katlı bir bina. Sonra nedense mağazayı kapatıp “Nişantaşı artık modanın merkezi değil.” demişler ve yeni yeni palazlanan lüks alışveriş merkezlerinden birine taşınmışlardı. Demek ki Cadde’nin modası geçmemişti henüz.
İçime bir merak ateşi düştü. Güvenli bir mesafeden bahçeyi izlemeye başladım. İkoncanların yarışı vardı bahçede. Tanıdık yüzler de mevcut: Şu narçiçeği rengi elbisesi içinde, solaryum yanığı tenli, altın rengi, açık ve yüksek topuklu ayakkabıları ile dolaşan sarışın, cemiyetimizin güzide ailelerinden Severgillerin kızı Nadide Severgil. Bir ara o da kendi kreasyonunu yaratmaya heveslenmiş, ailesinin nüfuzunu ve parasını kullanıp muazzam tanıtımlarla mağazasını açmış, birkaç ay sonra da kapamıştı. Şimdilerde internette moda bloğu yazıyor bildiğim kadarıyla. Kimse de okumuyor. Beyaz dekolte yazlık elbisesi ile adeta kuğu gibi dolanan esmer dilber de Martha Şahin. Şahinler Holdingin sahibinin eşi. Televizyon programlarında jüri. Kırık dökük Türkçesi ile herkesin sevgilisi. Malum ya, severiz biz Türkçe konuşmaya çalışan yabancıları. Sempatik tabii. Türkiye güzeli Şebnem İlden ve manken Tara Bildik, bir köşede gördükleri elbiseleri tartışıyorlar hararetli hararetli. Buraya gelirken hiç de özenmemiş, bu şıklık günlük yaşamının bir parçasıymış gibi davranan Alin Morda ise sağa sola gülümseyerek “Moda benim doğal halim” pozu veriyor. Yemişim pozunu… Kim bilir kaç gün öncesinden hazırladın bu kıyafetleri? Şampanya kadehleri, ışıltılı elbiseler, hafif ışıklandırma, kıpır kıpır müzik…
Bir an orada olduğumu farz ettim. Pekala da o mağazanın açılışını ben organize etmiş olabilirdim. Siyah kolsuz saten bluzum, beyaz şık pantolonum, siyah parlak ve topuklu sandaletlerimle ortada dolaşıyor, sorunları çözüyor, cemiyetin önemli isimlerini, mankenleri, modacıları ağırlıyor, basını yönlendiriyorum. Kısa saçlarımı güzelce jölelemişim. Hafif makyajımla mütevazı bir ışık saçıyorum etrafa. Hayalin sonu karanlık… Daha fazla izleyemedim. Kimse görmeden hemen yan sokağa dalıp denize doğru yürümeye başladım. Evet, sahilde biraz oturduktan sonra eve dönmeliyim. Fazla geldi bana bu ortam, bu renk ve doku.
Kulaklıklarımı takıp kendimi yeniden Robert Plant’ın büyüleyici sesine bırakmıştım ki birden sağ omzumda bir el hissettim. İrkildim. Elin sahibinin sesi, kulaklığın ardından duyuluyordu:
− Asude!
DEVAM EDECEK