7. Kedi Merakından Öldü

Yazan: Ayşen Erdöl
Tamay Hanım, gözlerini yukarı dikip bir süre düşündü. Birkaç dakika sonra yüzüne bir rahatlama ifadesi yayıldı:
Nasıl unutabildim bunu? Bir insan kalbi çizdi. Anatomi bilgisine hayran kalmıştım hatta.
Arkasına iyice yaslandı, parmaklarını akik ve firuze taşların süslediği elleri ile bir şeyleri koparıyormuş gibi anlatmaya devam etti:
Kalp kulakçıkları ve karıncıklarından dört parçaya ayrılmıştı. Kara kalemdi. İlginç gelmişti bana.
Parçalanmış bir kalp! Dehşete kapıldım:
Bu resmi nasıl yorumlarsınız?
Sağ kaşını yukarı kaldırdı:
Kalbi kırık olabilir. İçinden çıkamadığı bir şey yaşıyordur belki. Babasının durumunu düşününce… Adam gözlerinin önünde eriyor, zor bir durum olmalı.
Müdürüm, sorsana mezarlık resmi nasıl bir şeymiş? Gotik filan mı yoksa bildiğin Karacaahmet tarzı mı?
Mezarlık mezarlıktır. Ne fark eder? Yine de Esra’nın sözünü dinlendim:
Mezarlık çizimi hakkında ne hatırlıyorsunuz?
Y ine aynı düşünme emareleri belirdi yüzünde:
Çok özellikli bir şey değildi sanırım, aklımda bir şey kalmamış. Önemli mi?
Yok, değil aslında. Sadece kalp çizimi kadar ürpertici miydi diye merak ettim.
Gülümsedi cadı ressam:
Ürkütücülük insandan insana değişir Asude Hanım. Birinin korkunç bulduğunu başka biri hayranlık verici olarak niteler. Tamamen görenin bakış açısı ile ilgili.
Elimle etraftaki resimleri gösterdim:
Siz resimlerinizi de böyle mi değerlendiriyorsunuz?
Elmacık kemikleri tekrar belirginleşti:
Tamamen dişil enerji olarak bakıyorum ben resimlerime. Erkek güdümünden azade, eski ana tanrıça kültü zamanındaki kadın gücünü yansıtmaya gayret ediyorum. Mesela benim resimlerimde olanca anaçlığına rağmen Hera’dan bir şey bulamazsınız. Çünkü Hera, Zeus’un güdümündedir. Onu cezalandıramaz, semerine vurur. Lamia’yı da evlatlarını elinden alarak korkunç bir kedere sürükler. Zavallı Lamia, ancak çocukların kanı ile dindirebilir acısı. Bu vahşetin müsebbibi o değil, eril güçtür. Aynı şey Athena için de geçerli, bilgeliğine rağmen onu da resmetmem. Zira o da Medusa’yı bir canavara çevirmiştir. Dişil güç yaratır, eril güç yok eder. Bu ikisi arasındaki dengeyi bulursak işte o zaman dünya cennet olacaktır. Kaosun içindeki kosmos, kosmosun içindeki kaos.
Hipnotik bir sesi vardı. Söylediklerini uzun uzun düşünmek, yorumlamak gerekiyordu. Birden hiç düşünmeden şunları deyiverdim:
Siz de kaosu böyle dengelemeye çalışıyorsunuz, değil mi? Resim yaparak! Biri sizi Lamia’ya dönüştürdü, acıyı dindirmek için kan yerine boyaları kullanıyorsunuz. Eril güçten bir çeşit intikam alıyorsunuz.
Gözlerinden bir bulut geçti, bir yudum çay içti hemen:
Çabuk öğreniyorsunuz.
Akademiden bir arkadaşının yaptığı İştar figürünün önünde beni uğurlarken az önceki kehanetimin intikamını aldı:
Uygun olduğunuz zaman sohbete de beklerim. Genelde altıdan sonra dersim olmaz. Bir yere çıkmamışsam buyurun lütfen.
Çok zarifsiniz, teşekkür ederim.
Teşekküre gerek yok. Sizde farklı bir şey var. Garip bir şey, plasenta gibi… Bir eşiniz var sizin. Onu keşfetmek çok heyecan verici olur.
Birçok farklı alana çekilebilecek bir sözdü bu. Plasenta gibi bir eş?
Ne demek istediğinizi anlamadım.
Gülümsedi:
Aslında ben de anlamadım. Ondan anlatamamış olabilirim. Sadece çevrenizde bir dişil hale var. Azizelerin haleleri gibi, sizi koruyan ve gözeten bir şey… Birlikte çözelim.
Sadece başımla selam verdim. Esra’dan mı bahsediyordu beni koruyan ve kollayan güç derken? Kafam ve duygularım karmakarışık, caddeye attım kendimi. Şu son bir saattir neler yaşamıştım? Nasıl bir güçtü bu? Böyle garip metafizik inançlarım hiç yoktu. Güçler, enerjiler, evrene gönderilen mesajlar bende kahkaha atma hissi uyandırıyordu her zaman. Elimle tutamadığım, gözümle göremediğim hiçbir şeye inanmazdım ki. Peki, Esra’ya inanıyor muydum? Of! Sorular yine art arda doluşuyordu kafama.
Caddeye çıktığımda kulaklığımı taktım. Tam müziği açacaktım ki Esra yanımda beliriverdi:
Bu kızın bir derdi varmış müdürüm. Ciddi bir derdi!
Telefonu çantama koydum, dinleyemeyeceğim nasılsa:
Babası ağır hastaymış. Zaten anasız büyümüş, şimdi de baba ölüyor. Daha büyük dert olabilir mi?
Esra gözlerini kocaman kocaman açtı:
Müdürüm, düşünce ile iletişim kuruyorduk ya hani!
Kulaklığı gösterdim:
Telefonla konuşuyorum sanır herkes.
Dudaklarını takdirle kıvırdı Esra:
Süpersin be müdürüm! Alıştın sen benimle takılmaya! Helal valla!
Yüzümü astım.
Esra, biliyor musun? Beş sene müdürlük yaptım ama kimse müdürüm diye hitap etmedi bana. Artık müdür filan da değilim. Böyle demesen…
Gevrek bir kahkaha attı:
Müdürlük yakışıyor ama sana! Neyse haydi yürüyelim az biraz.
Fikri Abi’nin tekkesine doğru yürürken onunla nasıl yüzleşeceğimi de düşünüyordum bir yandan. Her şeyi açık açık soracak mıydım? Bana cevap verecek miydi? Peki, dürüst olacak mıydı? Duyacaklarıma hazır mıydım?
Kızın kafasında başka bir şey vardı bence. İçinden çıkamadığı, kimseyle konuşamadığı bir şey.
Esra, sen yanımda olmadığın zamanlar nereye gidiyorsun?
Babasının hastalığı da önemli tabii. Az buz bir acı değil. Ama başka bir şey daha oldu ki öldürüldü kız. Şimdi buna yoğunlaşalım.
Sen bana bir cevap versene hele. Benim aklımı uçurmadığın zamanlar nerede oluyorsun sen?
Esra durdu:
Tatile gidiyorum canım. Şu anda da Ayvalık’ta lüks bir otelin plajında sex on the beach’imi yudumlarken yatıyorum. Biraz sonra denize gireceğim. Oldu mu?
Ben de durdum:
Olmadı. Ne zaman sana ihtiyacım olsa yoksun. Mesela şu anda ciddi bir sorunum var. Ama seninle konuşamıyorum bile.
Sorunun cevabı bende değil müdürüm. Ben Fikri abinin asıl adının Fikret olduğunu bile senden öğrendim.
Öfkem, midemden boğazıma doğru yükselmeye başladı:
Beni ona sen götürdün Esra!
Evet! Ama bu onun yedi ceddini bilmemi gerektirmez.
Derin bir nefes aldım zira Bahariye Caddesi üzerinde avaz avaz bağırarak kendimi rezil etmek istemiyordum:
Peki, baştan alalım! Hatırlıyor musun? Sana Fikri abinin karısı olup olmadığını sormuştum. Sen de bana “Değilim, o iş de bildiğin gibi değil.” dedin.
Yine ifadesiz, ölü balık bakışları. Bunu konuşmaktan kurtulmak için mi yapıyor nedir?
O iş nasıl Esra? Fikri abi karısına bir şey mi yaptı? Bunu bilmek istiyorum. Ciddiyim. Öğrenmeden de adım atmayacağım.
Esra yürümeye başladı:
İyi, kal burada!
Allah’ım, beni neyle sınıyorsun?
Çaresiz peşinden gitmeye başladım:
Müdürüm, bak senin derdin ne biliyor musun? Seni sürekli pışpışlasınlar istiyorsun. Gerekirse yalan söylesinler, ama seni avutsunlar! Sana “Yok kızım, ne münasebet! Fikri abi yapar mı öyle şey! Rahat ol sen.” de desem, “Adam karısını bin parçaya ayırıp Kurban’da fakir fukaraya dağıttı.” da desem yargılamadan kabul edeceksin. Yok öyle bir dünya! Gerçekleri öğrenmek zaman ister, emek ister! Bu kadar kolay mı ya? Onunla iki aydır bir aradasın. Çalıştır şu kafayı ya! Sorgula, araştır, öğren! Armut piş, ağzıma düş! Oldu.
Herhalde en son lisedeki edebiyat öğretmenimden böyle bir fırça yemiştim. O zamandan beri de sürekli pışpışlanmıştım Esra’nın deyişi ile galiba. Haklıydı. Bu konuyu araştırmalıydım.
On dakikalık tempolu bir yürüyüşten sonra ofise vardım. Kapıyı anahtarımla açtım. Amacım Fikri abiyi hazırlıksız yakalamaktı ama nerede? Adam üçlü kanepeye yayılmış, sağ bileğini sol dizinin üstüne koymuş, lakayt bir biçimde televizyona bakıyordu.
A, hoş geldin Asude! Annem badem yollamış. Mutfakta, tezgâhın üstüne koydum. Alsana biraz. Taze taze! Ak badem derler bizim orada. Pek lezzetli!
Ne badem yiyecek ne de kim bilir nasıl dağılmış olan mutfağı toplayacak halim vardı. Tekli koltuğa oturup sehpanın üstündeki paketten bir sigara çekip yaktım.
Alırım sonra. Sağ olsun.
İlk dumanı çekip de nikotinle biraz teselli bulduktan sonra gözlerimi Fikri abiye diktim. Hayır, doğrudan sormayacaktım. Onu triplerin doruğunda süründürecektim.
Sormayacak mısın bir şey?
Bende bir terslik olduğunu anında anladı. Bacağını indirip bir sigara da o yaktı:
İç sigaranı da anlatırsın.
İçerken de anlatabilirim.
E, anlat o zaman.
Bir nefes daha çektim sigaradan:
Dün Volkan geldi. Bana sorarsan neyi ne kadar araştırıyoruz, anlamak için teftişe etmeye…
Kollarını iki yana açtı:
Ne var bunda ablacığım? Adam işini takip ediyor.
Tepemin tası iyice attı:
Fikri abi, söylesene! Bu davayı çözmeyi becerebilirsek Volkan sana ne kadar ödeme yapacak?
Gözlerini yukarı dikti:
Faturaları birkaç ay ödeyecek kadar verir herhalde. Eşek değil. Neden soruyorsun bunları ablacığım sen?
Gerçekten ben bunları neden soruyordum? Öfkemi ve sıkıntımı tamamen başka bir şeye yönlendirdiğimi fark ettim o an. Ne diyeceğimi bilemedim, sustum kaldım.
Fikri abi, bir kız çocuğuna anlatır gibi sakin bir sesle aldı sazı eline:
Bak ablacığım, Akif Demirci gibi adamlar seni beni bulmaz. Gidip tenis kulübünde, golf kulübünde birlikte takıldıkları Volkan gibi adamları bulurlar. Volkan da gelir bu işi bana yaptırır. Allah’a şükür benim de tencerem kaynar. Sistem bu. Ha sen dersen ki “Ben bu önemli adamlara ulaşırım, o zaman hodri meydan!” Yani demem o ki: Takılma bu kadar Volkan’ın yapıp ettiklerine. Eninde sonunda bana muhtaç kalacak. Kendi başına bir iş beceremez çünkü. Haydi, şimdi anlat bakalım, neler buldun?
Harika, Fikri abi beni yanlış anlamış, Volkan’la olan iş bağlantısını dert ettiğimi sanmıştı. Bir an kendimi cevap veremeyecek kadar güçsüz hissettim. En iyisi öğrendiklerimi özetlemekti. Böylece düşünmek için de biraz zaman kazanabilirdim.
Doktor Mahmut Bey, Sude için kurdeşen tedavisine başladıklarını söyledi. İlaçların ortalığa saçılmasına da bir anlam veremedi. Tamay Hanım, orijinal bir tip. Hatırlatmalar yapmasaydım Sude’yi hatırlayamayacaktı bile. Bir iki çizim yapmış kız. Bir mezarlık bir de parçalanmış bir kalp. Anatomik olarak başarılı bir çizimmiş.
Falına filan bakmamış mı kızın? Ne demiş?
Öyle medyum falan değil. İzleyerek insanları tahlil eden bir kadın ki zaten buradan gelecek paraya da ihtiyacı yok. Kadının tablolarını dünyaca ünlü rock yıldızları filan satın alıyor. Mekânı restore edilmiş üç katlı bir konak. İlginç bir kadın bu arada…
Fikri abinin yüzünde “Vay be!” ifadesi belirdi.
Sıkıntılı ve gergin bir hali varmış kızın. Tamay Hanım, babasının hastalığına yormuş. Ama dediğim gibi çok fazla bir şey hatırlamıyor. Bu noktada önemli olan tek şey, Tamay Hanım’ın Serhat Turhangil’in yakın arkadaşı olması. Ama şehir dışındaymış ve uzun bir süredir görüşmüyorlarmış.
Kızı ona Serhat göndermiş olmalı. Güzel! İyi iş çıkarmışsın.
Ben ortada iyi bir iş göremiyordum. Olay, bin parçaya ayrılmış çok değerli bir Çin porseleni gibi önümde duruyordu ama ben hiçbir parçayı birleştiremiyordum. Tam o sırada Esra dibimde bitiverdi:
Telefonuna bak müdürüm!
Bir an şaşaladım. Sonra görüşmelerim sırasında sessize aldığım telefonumu çantamdan çıkardım. Evet, Esra yine haklıydı. Bir mesaj gelmişti birkaç saniye önce. Sesime esrarengiz bir ton vererek okudum mesajı Fikri abiye:
İşte günün sürprizi Fikri abi! Şerife Hoca’dan geliyor mesaj: “Asude Hanım, Serhat Hoca İstanbul’a döndü. Onunla görüşme isteğinizi ilettim. Kabul etti. Akşam 17.00’den sonra görüşebiliriz. Konum bildirin lütfen!”
Fikri abi de şaşırmıştı:
Kız, hani bu adam birkaç hafta sonra gelecekti?
Ne bileyim abi? Dönmüş işte.
Bu Şerife, kıllanıp adamı erken çağırmış olmasın? Aralarında bir durum varsa hani?
Buna da verecek bir cevabım yoktu. Bunun şaşkınlığını üstümüzden atamadan Fikri abinin telefonu çaldı:
Volkan arıyor. Söyle Volkan! Ha işte biz de onu konuşuyorduk. Şimdi Şerife Hoca’dan mesaj geldi, Serhat Bey dönmüş. Bizimle görüşmeyi de kabul etmişler. Tamam, öyle yapalım. Geliyoruz şimdi.
Telefonu kapatıp bana döndü Fikri abi:
Kalk Asude, Volkan’ın ofisine gidiyoruz. “Buraya davet edin insanları” diyor.
Doğrusu buna sevinmiştim. Uydurduğum dedektiflik yalanı için Volkan’ın ofisi bulunmaz Hint kumaşıydı. Ayrıca ego şampiyonu arkadaşımızı da kontrol edebilecektim. Hemen yola koyulduk.
Girişte aynı kız görevliydi. Tavırlar da değişmemişti. Krem rengi, kolsuz, marka ve şık elbiseme bakarak benimle muhatap olmayı tercih etti. Beni de hatırladığını da “Volkan Beylere, değil mi?” diyerek gösteriverdi. Hâlbuki Fikri abinin üstü başı da gayet düzgündü. Lacivert, erkek yaka temiz bir tişört, nispeten yeni bir blucin giymişti üstüne.
Yukarı çıktığımızda Volkan karşıladı bizi, hem de kapıda. Sırf onu kızdırıp sakin halini örselemek için doğrudan Nihal’in yanına gidip kızla tokalaştım. Gözlerindeki ışıltı, gözlüklerine yansıdı genç kızın. Ama Volkan oralı olmadı.
Ne ikram edelim size?
En neşeli ve sıcak halimi takınıp Volkan’ın koluna girdim:
Bir sade kahvenizi içeriz, Nihal Hanım size iki iş olmasın, üç tane sade kahve rica edelim biz. Değil mi Volkan’cığım?
Sonra da adamı odasına sokuverdim sanki kırk yıllık ahbabız da neşe ile bir araya gelmişiz gibi. Volkan kolumdan çıkıp masasına oturdu, bize de önündeki koltukları gösterdi oturmamız için.
Vallahi Asude, ne diyeceğimi bilemiyorum. Konuşmak istemeyen insanları bu görüşmeye nasıl ikna ettin? Harcanmışsın kızım sen halkla ilişkiler sektöründe.
Ay, iyi ki bu lafı ettin, diyerek çantamdan telefonu çıkardım. Şerife Hoca’ya konum yolladım.
Fikri abi kollarını kavuşturmuş, sfenks gibi oturuyordu. Belli ki beni izliyor, bu aşırı neşeye bir anlam veremiyordu.
Görüşmeyi kabul edeceğine emindim. Ama açıkçası Serhat Bey’in erken dönüşü bana da sürpriz oldu. Haydi, neler soracağımızı kararlaştıralım. Biz üç kişiyiz, onlar iki. Ayrıca deplasmandalar. Şanslıyız. Saat daha 3.00, önümüzde iki saate yakın bir zaman var.
İki adamın takdir dolu bakışları arasında çantamdan not defterini çıkardım:
Ben şu sosyal sorumluluk projesinden başlayalım diyorum. Projenin detayı hakkında bilgi alalım. Bolca gevezelikle akıllarını karıştırabiliriz. Sonra sorularımızı sorarız, ne dersiniz?
Fikri abi, sfenkslikten ödün vermeden sakince dinledi, Volkan lafa karışmadan duramadı:
Önce neyi ne kadar bildiğimize bakalım. Ben iş bağlantılarında bir şey bulamadım. Akif Bey, sağlık sorunu nedeniyle son bir yıldır zaten aktif iş yaşamını oğluna devretmiş. Her iş adamının mutlaka düşmanı olur ama ya kafalarını deliklerinden çıkarmıyorlar ya da adama merhamet gösteriyorlar şu anda. Herhangi bir şey bulamadım yani. Sizde neler var?
Fikri abinin ses çıkarmaması, “Anlat bakalım, ne biliyorsan.” mesajı vermekteydi. Neyi ne kadar anlatacağımı düşünürken Nihal kahveleri getirdi. “Elinize sağlık, afiyet olsun.” faslından sonra odadan çıkarken Nihal’e 5’ten sonra konuklarımızın geleceği bir kez daha hatırlatıldı.
Fikri abi, sinir bozucu düzeyde sessizdi. Öyle ki kahveleri alırken bile sesini çıkarmamış, başı ile teşekkür etmişti. Yapılacak bir şey yoktu, bildiklerimizi özetledim:
Bugün doktoruyla konuştum. Çevresinde yapışkan bir çapkın olarak tanınırmış ama bana son derece efendi davrandı, hakkını yiyemeyeceğim. Astım dışında bir de kurdeşen tedavisine başlamış. Bu durum kızın sıkıntılı olabileceğine dair bir düşünce oluşturdu bizde. Tabii babasının rahatsızlığına üzülüyor olabilir. Arkadaşları bir ressamla görüştüğünü söylemişlerdi. O ressamı da bulduk. Bir görüşme ayarladık. Kızı zar zor hatırladı. İki eskiz çizdirmiş, biri bir mezarlık diğeri ise parçalara ayrılmış bir insan kalbiymiş. Ressamla ilgili önemli bir nokta da Serhat Turhangil ile iyi arkadaş olması. Kızı ona Serhat Bey yollamış olabilir. Bunu da geldiğinde soralım.
Beni dinlerken –Erkan Yolaç’ın dediği gibi- kafasını emme basma tulumba gibi sallayan Volkan, herhangi bir yorum yapmadı. Odada vuku bulan kısa ve sinir bozucu sessizliği yine ben bozdum:
Şimdi taktik belirleyelim mi? Ne soracağız? Nasıl soracağız?
Fikri abiden yine çıt yoktu ve bu durum beni daha da kızdırıyordu. Volkan da ne diyeceğini bilmiyormuş gibi başı önde, altın kaplama kalemi ile şık notluğuna anlamsız çizgiler karalıyordu.
Volkan, dedektif olan sensin. Bize yol göstermelisin şu noktada.
Volkan derin bir nefes aldı:
Bu davanın bu kadar zor olacağını düşünmemiştim. Delil yok, kamera kaydı yok, parmak izi vesaire yok. Hani kusursuz cinayet olmazdı? Al bak, olmuş işte.
Bir an düşündüm. Acaba şu seri cinayetler fikrimi Volkan’a açmalı mıydım? Tamam, beceriksiz bir dedektifti ve yaşını başını almış zengin adamların genç karılarını takip etmekten başka bir iş becerdiği görülmemişti ama yine de bir fikir verebilirdi. Gözlerimi Fikri abiye diktim:
Şimdi Fikri abi bana kızacak ama… Benim takıldığım bir nokta var Volkan.
Başını kaldırıp bana baktı:
Anlat lütfen! Şu anda bütün fikirlere açık olmalıyız.
Buna neden takıldığımı anlatarak başlayayım, kuzenim doktordur. Çok sevdiği hemşiresi geçen yıl 25 Aralık’ta öldürüldü. Evi Sude’ninkine 150 metre kadar uzakta ve onun da cinayet soruşturması çıkmazda, diyerek düşündüğüm her şeyi sırasıyla anlattım.
Volkan beni dikkatle dinledi. Fikri abide ise kahvesini içmek için pozisyon değiştirmesi dışında hiçbir hareket yoktu.
Anlatacaklarımı bitirince kahve ile birlikte gelen sudan birkaç yudum içtim. Volkan, kalemini notluğun üstüne bıraktı:
Asudeciğim, Modus Operandi diye bir şey duydun mu?
Seni gidi Discovery ID dedektifi seni! Biraz polisiye meraklısı herkesin bildiği bir şeydir bu. Şimdi bana akademik bilgi mi satacaksın yani?
Duydum. Seri katillerin suçu işleme şekillerini karşılar bu terim.
Gülümsedi:
Ha işte güzelim! Buradaki sorun bu: Birincisi, Naciye Çoban’ın ölümü cinayet değil. Tamam, şüpheli ama intihar da olabilir. Kadın bileklerini kesmiş. Öbür kızın adı neydi? Melike mi?
Meliha, Meliha Acar.
Onun katilini de bulmuşlar. Hem de itiraf var ortada diyorsun. Geriye sadece Aynur Hemşire ile Sude kalıyor.
Aysun Hemşire.
Aysun Hemşire, bu kız bıçaklanarak öldürülmüş. Doğru mu? E, Sude nasıl öldürüldü? Tabanca ile! Ölüm şekilleri farklı, değil mi? Oysa seri katillerin bir öldürüş biçimi vardır. Tıpkı bir dini ayin gibi tekrarlarlar. Aynı şekli kullanırlar. Bıçaksa bıçak, tabanca ise tabanca, ya da ne kullanıyorsa… Burada bir tutarsızlık var. Ayrıca kadınların ortak noktası var mı? Birbirlerine benzeyen özellikleri neler? Bunlara da bakmak lazım.
Arkama yaslandım:
Buradaki üç kadın, yani Meliha, Aysun ve Sude’nin ortak bir noktası var. Üçünün de yolu Derman Hastanesinden geçmiş. Meliha yemekhanede çalışıyormuş. Aysun hemşireydi ve Sude de hasta olarak gitmiş.
Güldü Volkan:
Yani diyorsun ki manyağın biri hastane ile ilişkisi olan kadınları sırayla öldürüyor. Belki de bir yakınını kaybetti orada. İntikam alıyor.
Alaycılığı hiç hoşuma gitmedi:
Bir seri katilden bahsetmiyorum, seri cinayetlerden bahsediyorum ben. Belki bu kadınlara yanaştı, onlardan yüz bulamayınca da çıldırdı. Çay tam demlenmemiş diye karısını öldüren adamlar var bu ülkede ve bunlar hesaplı seri katiller kadar zeki değil, malum.
Bu defa alay etmedi:
Bunu öğrenmek için Serhat Turhangil ile konuşacağız ya zaten. Sabırlı ol. Öte yandan bana yine de tutarlı gelmiyor. Reddedilmenin öfkesi ile öldüren adam, ortada hiç delil bırakmaz mı? Kabul edelim, zekice işlenmiş bir cinayet bu. Öyle karısını çay yüzünden öldüren kafasız maganda işi değil.
İlk defa makul bir şey söylemişti Volkan. Evet, bu planlı, hesaplı ve zekice işlenmiş bir suçtu.
Bundan sonra konuklarımız gelene kadar havadan sudan konuştuk. Daha doğrusu Volkan ve ben konuştuk, Fikri abi sehpanın üzerinde duran havalı araba ve erkek dergilerini karıştırdı. Onun bu sessizliği hiç de hayra alamet değildi ve ben gerildikçe geriliyordum.
5’i 10 geçe geldi konuklarımız. Şerife Hoca eğer 5’te okuldan çıktıysa buraya ancak ışınlanarak bu kadar hızlı gelebilirlerdi. Demek ki daha erken çıkmışlar, belki de bir yerlerde oturup ne diyeceklerini konuşmuşlardı.
Şerife Hoca, kırmızı keten elbisesi ile yine bir afeti devrandı. Odaya girer girmez bana laf attı:
Geldik, Adar Dedektiflik Bürosunu sorduk. Meğer burası Soyalan Dedektiflik’miş.
Yalanımın ortaya çıkmasına izin veremezdim. Gülümseyerek Volkan’ı gösterdim:
Evet, sizi büyük dedektifle tanıştırmak istedik. Volkan Bey, Şerife Hanım!
Volkan, hayranlıkla bakıyordu genç kadına:
Ben büyük dedektif, bunlar da stajyer arkadaşlar! Buyurun lütfen, hoş geldiniz.
Camın kenarında boylu boyunca uzanan dikdörtgen toplantı masasına yönlendirdi insanları. Kendisi başa oturdu, Şerife Hoca ile Serhat Turhangil’i sağına aldı. Bize de sol taraf düştü.
Vallahi Şerife Hanım, öğrencileriniz çok şanslı. Ben bile okula geri dönmek istedim sizi görünce. Daha önce de söylemişlerdir, Türkan Şoray’a ne kadar benziyorsunuz.
O soğuk, donyağı dolması gibi kadın, bir anda eridi:
Ah evet, hatırı sayılır miktarda duydum bunu. Siz de hiç fena sayılmazsınız.
Gülümsedi Volkan:
Aman efendim, sizin yanınızda! Ne ikram edelim?
Varsa bir demleme çayınızı alırız.
Volkan gülümseyerek bana döndü:
Asude’ciğim, sana zahmet Nihal’e söyler misin bize çay servisi yapsın?
Stajyer dedektifiz ya! Elbet bize düşer çay söylemek. Bunun intikamını bir ara almak üzere kalktım, kapının önünde bekleyen Nihal’den çay rica ettim.
Yerime oturduğumda Fikri abi uzun zamandır ilk kez ağzını açtı:
Hoş bıyıklar, dedi gülerek.
Karşısında oturan adam o anda dikkatimi çekti. Serhat Turhangil, Cem Yılmaz tipinde bir adamdı. Dazlak bir kafa, ilginç pos bıyıklar, çenede hafif sakal, geniş omuzlar filan. Fikri abinin sözüne gülümsedi, bıyıklarının ucunu burdu:
Eyvallah abi, tarihi bir diziye başlayacağız da… Malum, bizim sektörde bir imajla yılı çıkaramazsınız.
Bu tarz oyuncularla her rolü verebilirsiniz. Komedi de oynar dram da. Birkaç rötuşla tarihi dizilerden bilimkurguya dek her türe uygun bir hale getirir kendini. Doğuştan oyunculardır bunlar.
Serhat Turhangil, sıcakkanlı ve efendi birine benziyordu. Ben de lafa girdim:
Bugün bir arkadaşınızla tanıştım. Ressam Tamay Hanım’la…
Yüzü aydınlandı:
Ah canım! Uzun zamandır görüşemedik onunla. Babası ufak bir operasyon geçirdi, onunla ilgilenmek için İzmir’e gittiydi. O geldi, biz film için Marmaris’e gittik. Babasını da soramadık kıza. Benim hatunun akademiden arkadaşıdır. Sanat merkezine mi gittiniz?
Başımı evet anlamında salladım:
O kapıdaki dev İştar oyması var ya, onu eşim yaptı işte.
A, öyle mi? Büyüleyici bir eser. Tebrik ederim eşinizi.
Gülümseyerek başını eğdi. O sırada kapı çaldı. Volkan tekrar bana döndü:
Asude’ciğim, Nihal’in elleri doludur canım, kapıyı açar mısın?
Demek savaş istiyorsun Volkan Soyalan. Şeytan diyor, aç kapıyı, al kaynar çayları, dök kafasından aşağı! Ama yanık kremiydi, temizlenmesiydi, ciddi vakit kaybederiz şimdi. Kapıyı açtım, tüm itirazlarına rağmen Nihal’in elinden tepsiyi alıp servisi özenle yaptım.
Bana teşekkür ettikten sonra Volkan başladı konuşmaya:
Sizi buraya kadar yormamızın sebebini açıklayım müsaadenizle. Gerçi ben durumumdan çok memnunum şu anda. Her gün bu kadar güzel hanımı bir arada ağırlayamıyoruz.
Çok çakal bu herif! İşin içine beni de alarak kur yapıyor Şerife Hoca’ya! Sözün burasında Şerife Hoca’ya ışıltılı bir bakış attı. Bu bir taktik miydi? Yakışıklılığını kullanıp kadını etkilemeye mi çalışıyordu? Yoksa cidden ondan etkilenmiş miydi?
Sadede geleyim. Akif Demirci Bey adına Sude’nin cinayetini araştırıyoruz. Serhat Bey, üstadım, sizin otizmli gençler için önemli çalışmalarınız varmış. Sude de sizin gönüllünüzmüş. Sizden biraz bilgi alsak bu konuda?
Serhat, ellerini masanın üstünde kavuşturdu, boğazını temizledi, hoş davudi bir ses tonu vardı:
Tabii. Bu bir sosyal sorumluluk projesi, otizmli gençleri hayata katma çabası içindeyiz. Belki bilirsiniz, otizm spektrumu diye bir şey var, en hafif vakalar Asperger Sendromu olarak biliniyor. Geçen sene mezun ettiğimiz Alp, Asperger’di. Çok zeki ve başarılı bir öğrencidir, Boğaziçi’ni kazandı mesela. Bir de Fatih var, 13 yaşında. Spektrumun ortalarında yer alıyor. Bu iki gencimizi de aramıza aldık ve bir oyun sahneye koyarak bu çocukların sorunlarını anlatmaya çalıştık. Sude rahmetli de öğrencimizin gölge öğretmenini canlandırıyordu. Çok da başarılıydı. Projeyi Yeditepe Üniversitesindeki tiyatro kulübüne götürdüğümde bir tek o ilgilendi. Lisede de tiyatro yapmış, hatta ödül filan kazanmış. Sağlam bir kızcağızdı, çok üzüldüm, kahroldum ölümüne. Hem de bu şekilde…
Sude, sanat yönü güçlü bir kızdı. Ama belki de babasın isteği ile uluslararası taşımacılık okumaya karar vermişti. Birden kuzenim Hilal’in şu sözlerini hatırladım: “Sınıfımda çok başarılı bir ressam, becerikli bir aşçı, yetenekli bir müzisyen var ama ben hepsini tıbba sokmaya çalışıyorum.”
Volkan’ın söze girmesini bekledim bir süre. Ama bir şey demedi. Demek ki topa girebilirdim. Çayımdan bir yudum aldım:
Serhat Bey, bu proje gerçekten takdire şayan, farkındalık ne kadar erken başlarsa o kadar iyi. Sizi kutlamama izin verin lütfen.
Elini göğsüne koyarak bir “eyvallah” çekti.
Peki, Sude’nin etrafında dikkatinizi çeken, ne bileyim, kızı rahatsız ya da huzursuz eden biri var mıydı?
Bana bakarak devam etti Serhat:
Asude Hanım, Asude’ydi değil mi? Bu kızcağızın uzun metrajlı bir ilişkisi olmuş, belki arkadaşları anlatmıştır. Olay evliliğe gidiyormuş. Aileler filan tanışmış. O sırada çocuk internetten bir kızla tanışıyor, basıp Amerika’ya gidiyor. Bu olaydan sonra babası da ağırlaştı. Zavallı yavrucak bu sanat sepet işleri ile kendini oyalıyordu biraz da. Tatsız tuzsuz bir durum anlayacağız. Ha, kişisel fikrimi soracak olursanız, bir arkadaşı vardı. Ali, dombili bir oğlan. Buna fena halde kesikti. Hatta sevgilisi yurtdışına gidince ortam ona kaldı diye sevindi. Onu reddettiyse filan, hani kimsenin de günahını almak istemiyorum ama… Kızın dibinden ayrılmıyordu. Ben ona bir bakın derim.
Ockham’ın Usturası. En basit açıklama önümüzde dururken biz ihtimalleri çoğalttıkça çoğaltmıştık. Fikri abi ile karşılaştı bakışlarımız. Onun da kafası karışmıştı. Tabii bu hedef gösterme sonucunda da Serhat Bey’e “Aslında siz de şüphelisiniz, anlatın bakalım.” diyemedik.
Volkan Soyalan, gözlerini ayıramadığı Şerife Hoca’yı uğurlarken elini öptü. Şerife Hoca’nın nazik ve sevimli gülücükleri ile ödüllendirildi. “Sakıncası yoksa telefon numaranızı alabilir miyim? Yani soruşturma için.” diyerek resmen asıldı. Ama numarayı almayı da başardı.
Arabada kemerimi takarken bir yandan da sesli düşünüyordum:
Galiba olayı çözeceğiz. Bir de üstüne Volkan’ı baş göz edeceğiz.
Fikri abi bir şey demedi. Ama bu sessizlik artık beni yormaya başlamıştı:
Abi, ben yanlış bir şey mi yaptım?
Motoru çalıştırdı Fikri abi:
Yok be! Nereden çıkardın bunu? Düşünüyorum sadece.
Bu düşüncelerini ben de öğrensem? Hani beraber çalışıyoruz ya, o bakımdan.
Fenerbahçe’den Bağdat Caddesi’ne doğru çıkmaya başladık:
Hele biraz sabret, zamanı var. Önce birkaç yerden haber bekliyorum. Ha Asude, bu arada ben yarın yine Maksude ablanın oradayım. Sen gel, tekkeyi aç. Sabahın köründe gelmek zorunda da değilsin. Bir şey olacağını sanmam. Arayan cep telefonundan ulaşıyor zaten.
Cinlerim tepeme çıkmıştı:
Yalnız bak ben bıktım bu gizemli hallerden. Bir açıklama yapmazsan cidden yangın var diye bağıracağım. Abi bana hiçbir şey anlatmadığının farkında mısın?
Kız ne diyorsun sen ya? Haber gelsin, anlatacağım, az sabret. Ananın karnında dokuz ay nasıl durdun sen? Hem ne anlatmamışım sana? Bütün kâğıtlarım elinde. Her şeyimi biliyorsun.
Hayır abi, hiçbir şey bilmiyorum aslında. Mesela neden odana kimse giremiyor? Neden kapısına bile dokundurtmuyorsun? Eşine ne oldu? Neden vefat etti? Niye onun hakkında tek kelime etmiyorsun?
Bu sözleri ettikten bir saniye sonra pişman oldum. Ama ok yaydan çıkmıştı bir kere.
 

DEVAM EDECEK…