Eve Dönüş Yolunda…………………………………Ain’t Misbehavin’ / Louis Armstrong
Ece, bütün gün deliler gibi çalışmış, nefret ettiği patronuna para kazandırmak için elinden geleni yapmıştı. Patronu, bu çabasını görüp aybaşında ona bir miktar ihsanda bulunacaktı mutlaka. Tıpkı serfler gibi, diye düşündü Ece. Onlardan tek farkım, eğitimli bir kadın olmam. Bir de 21.yüzyılda bulunmam… Bugünün tek güzel anısı, şirketin insan kaynaklarından sorumlu bölümünün, doğum gününü hatırlayıp kendisine bir e-kart yollamasıydı. Şirket politikasıydı bu, çalışanların motivasyonunu arttırıcı bir anlamsızlık…
Ece, kendisine gönderilen çiçekli e-kartın çıktısını almış, daracık çalışma alanında en gerekli gördüğü eşyalarından biri olan mantar panoya asmıştı. Bunca anlamsız bulduğu bir şeye neden bu denli itibar ettiğini de düşünmeden edemedi tabii. Altı üstü sanal bir gül ve “Doğum gününüz kutlu olsun!” yazısı… Amacı bu iyi kazançlı ve bol referanslı işin iplerinin ellerinde olduğunu bildiği insan kaynakları servisine biraz yağ yakmak mıydı? Yoksa sadece karttaki kırmızı gül sepeti resmi ile renksiz iş ortamına biraz renk katmak mı istemişti? Bir kişiye bile dar gelebilecek bir çalışma masasını separatörlerle dörde bölüp her bir parçasını bilgisayar, kalem, kâğıt, dosya gibi bir sürü malzemeyle doldurmak, yer tasarrufu yapılmasını sağlıyordu kuşkusuz. Tabii separatörler yüzünden çalışanlar karanlık bir ortamda kalıyorlardı, bu yüzden güneşli havalarda bile tüm lambalar yanıyordu. Zaten cam binanın koyu renk pencereleri içeriye ısı ve ışık sızmasını engellemiyor muydu? Ece, bu pencerelerin ısı ve ışık tasarrufundan çok, çalışanların güneşli havalarda kendilerini neşeye kaptırmadan kafalarını işlerine gömmeleri için yapıldığını düşünürdü. “Dışarıda bir yaşam olduğunu unut, gündüz sekiz saatin bana ait. Parasını ödüyorum. Bana itaat et, eğer iyi bir köle olursan sana öğle yemeği veririm. Bir de yılda iki hafta, işbaşı yapacağın günü düşünerek geçireceğin keyifsiz bir tatil. Hadi bakalım, kes yaşamayı, çalış!”
İnsanlar, çaresizce ayakta kalmaya çalışıyorlardı bu renksiz ortamda. Bankoların, masaların üzerine renkli resimler, küçük oyuncaklar, yapma çiçekler, (gerçek olanlar yaşayamaz bu havasız ve ışıksız odalarda) sevilen kişilerle neşeli zamanlarında çekilmiş fotoğrafların içinde bulunduğu süslü çerçeveler, sürekli kafein ya da teinli içeceklerle dolu renkli kupalar, ortama acınası bir renk katma çabası içindeydiler. Galiba en çok da kadınların masalarında vardı bunlardan. En şık giysilerini giyip, en kaliteli makyaj malzemelerini sürünüp geliyordu kadınlar işlerine. En havalı hallerinde küçük bir kız çocuğunun çekingen yüreğini mi gizliydi yoksa? Anneleri tarafından özenle süslenen, babalarının ilgi ve sevgiyle kuşattıkları küçük kızlar, birden büyümeyi ve kapitalist bir ortamda, tüm zorluklara –küçük düşme, hakaret görme, patrondan laf işitme, baskı altında iş yapmaya çalışma, neşesiz, renksiz bir ortamda bütün gün durmadan dinlenmeden çabalayıp didinme, yine de kimseyi memnun edememe, hemcinsleri tarafından hor görülme, karşı cins tarafından hor görülme, başaramama, performans değerlendirmesinden geçememe, dedikodulara göğüs gerebilme –karşı koyabilmek için mi böyle giyinip süsleniyorlardı? Böyle yaparlarsa daha da anlamlı ve keyifli mi olacaktı yaptıkları işler? Ya da ne kadar başarısız ve mutsuz olurlarsa olsunlar, yine de annelerinin özenle süslediği, babaların sevgiyle sarmaladığı kızlar olduklarını mı hissedeceklerdi?
Bu karanlık ve kasvetli ortamın insanlarını dünyaya bağlayan bir pencereydi bilgisayar. O beyaz ekran, en büyük yardım çığlığıydı aynı zamanda. İşleri konusunda insanlara sessiz sedasız yardım etmeye çalışıyor, onların can sıkıntılarını da gidermeye çabalıyordu zavallı alet. Ece, Microsoft yardımcıları olan kediyle köpeği pek zavallı bulurdu nedense. Gerçek yaşamda insanların bırakın bakmayı, sevmekten çekindikleri bu hayvanlar, bilgisayar ekranlarından ayrılmıyorlardı bir türlü. Şeflerin, amirlerin yoğun baskısı altında en zor raporları canhıraş bir şekilde yetiştirmeye uğraşırken, köşesinde kıvrılmış sessizce uyuyan kediyi ya da neşeyle kuyruğunu sallayan köpeği görmekten marazi bir zevk alıyorlardı kuşkusuz çalışanlar. Artalanlarda gidilmek istenip de gidilemeyen mekânların davetkâr görüntüsü, gizli bir kaçış isteğini simgelemiyor muydu?
Eve Varış …………………………………………...I Can’t Get Started/ Charlie Parker
Ece, her akşam bu gibi düşüncelerle var oluşunu ya da çalışma yaşamını sorgulayarak geliyordu bir oda ve bir salondan oluşan küçük evine.
Kapıdan içeri girer girmez, ayakkabılarını –kışsa botlarını- çıkarır ve paltosu –ya da ceketi- ile salona girip hemen müzik setini açardı. Bir süre evin içini neşeli caz ya da hüzünlü blues melodileri doldurur, bu güzel hava, Ece’ye huzur ve rahatlık verirdi. Ondan sonra paltosunu ya da ceketini çıkarmayı akıl eder ve kendini önüne gelen ilk koltuğa bırakıverirdi.
Ece, cazla halası Aysel Hanım’ın evinde tanışmıştı. Annesi Ece’yi her yıl sömestr tatilinde bir haftalığına halasının evine, İstinye’ye gönderirdi. Aysel Hanım, tam bir caz tutkunuydu. İflah olmaz bir Klasik Türk Musikisi hayranı olan kocası Rahmi Bey, eşinin caz tutkusunu pek züppece bulur, takılmak için onu “Çarliston Aysel” diye çağırırdı. Aysel Hanım’ın buna pek aldırdığı yoktu. Her gün sabahtan akşama dek caz dinlemeyi sürdürürdü. Caz, ona ağabeyinin emanetiydi. Ece, burada halasının ve babasının eski kayıtlardan oluşan caz albümleri koleksiyonunu dinleyerek sevmişti cazı Büyüdükçe, kendi özel albümlerini edinmeye başlamış, yurtdışına çıktığında yeni kayıtlar elde etmişti. Şimdi onun da insanların gıpta ederek baktığı zengin bir caz koleksiyonu vardı, Ece onlarsız yapamazdı.
Olmazsa olmaz’ları çoktu Ece’nin. Evi, eski bir binanın en üstü katındaydı. Bina, 1950’lerde yapılmış, 1990’larda restore edilmiş ve katlar, “stüdyo” tabir edilen dairelere bölünmüştü. Bu küçücük evde, Ece kendisi için devasa bir şato kurmuştu. Salonunda, beyaz-gri perdeli geniş pencerelerinin hemen dikeyinde kemik rengi özel tasarım dolabında müzik sistemi, televizyonu, ev sineması sistemi, DVD’ler, VCD’ler, kasetler bulunuyordu. Kemik rengi yer kaplamasının üzerinde uçuk mavi-gri arası fonda beyaz halkalarla desenlendirilmiş halı duruyordu. Dolabın tam karşısında bulunan beyaz-gri art-deco oturma grubu, koltukların tam önünde duran cam yüzeyli sehpa ve yan tarafa konmuş yuvarlak, mavi-gri masa grubu, küçük salonda öyle ustalıkla yerleştirilmişti ki, en usta dekoratörler bile asimetrik bir duruş fark edemezdi. Bu mükemmel dekorasyonda yine de büyük bir eksiklik vardı: Renk. Koltuk kenarında bulunan mavi gece lambası, cam sehpanın üzerindeki laciverdi kül tablası takımı ve masanın üstüne özenle yerleştirilmiş krom tellerden yapılma meyve tabağının içinde bulunan elma ve portakallar dışında oda neredeyse tamamen gri ve beyazdı. Buz beyazı duvarla asılı birkaç çerçevelenmiş poster resmi bile renk katamıyordu salona. Odadaki renk seçimine ve koltukların arkasında duvara monte edilerek kitaplık görevini üstlenen çelik raflara bakılırsa, bu renkli aksesuar ve posterlerin “hediye” olduğu düşünülebilirdi ve zaten de öyleydi.
Ece, nötr renkli ahşap ve metal eşyalardan oluşan mobilyaları, kitapları, müzik aletleri, mutfak malzemeleri, makyaj ürünleri ve giyim eşyalarıyla bu eve tüm yaşamını yüklemişti. Onun olmazsa olmazlarını toplayan bu ev, aslında genç kadını tüm renklerden koruyor, sakınıyor ve gizliyor gibiydi.
Genç kadın, her zamanki gibi kendini beyaz kanepesinin güvenli rahatlığına bırakıverdi.. Günlük hayatın stresi, üstüne koyu gri bir yağmur bulutu gibi kasvetle çökmüştü. Charlie Parker’ın neşeli müziği bile bu kasveti dağıtamadı. Gözlerini odanın içinde şöyle bir gezdirdi. Cam yüzeyli sehpa epey bir tozlanmıştı. Koltuklardan birinin üstüne tek edilmiş kırmızı kareli yumuşacık battaniyesinin yanındaki yeşil yastığında hâlâ bir önceki gece televizyon izlerken bıraktığı yüz izi duruyordu. Yemek masasının üstünde ise sabah alelacele çıkarken orada unuttuğu kirli çay fincanını gördü. Bu zavallı seramik kupa, mutfağın dağınıklığının habercisiydi. Odasını da bir haftadır toplamıyordu. Giyilmiş giysiler, öylece yatağının yanındaki koltuğun üstünde atılı durumdaydı. Normalde bu kadar dağınık biri değildi ya da yalnız yaşamaya başladığında içindeki düzensiz çocuk açığa çıkmıştı. Sorun her ne ise, bu gece çözmeyecekti. Doğum gününü odasını toplayarak ya da mutfağı temizleyerek geçiremezdi ya! Doğum günlerine özel bir ilgi gösterirdi. Tek başına kutlaması gerekenlere bile... Ece, nasıl bir kutlama yapabileceğini düşünerek evin görünümünden uzaklaştı.
Ama o doğum günü, Ece için planlarının çok ötesinde ve farklı bir şekilde yaşanacaktı.
Günün Sürprizi………………………………………………… Lover Man/Billie Holiday
Biraz müzik dinledikten sonra, telesekreterindeki mesajları dinlemek üzere aletin kayıt tuşuna bastı. Bu telesekreter de modern yaşamın olmazsa olmazıydı. Ece, cep telefonlarındaki ses kayıt sisteminin çıkmasından sonra mesaj bırakmakta bile zorluk çektiğini gözlemlemişti; ama zamanla, herkes bu ‘makineye konuşma’ durumuna öyle alışmıştı ki, telefonu çevirdikleri anda kimsenin açmamasını dileyerek sadece kısa mesajlarını söyleyip telefonu kapatmayı arzular olmuştu. Çağımızın hastalığı bu, diye düşündü Ece, insanlar telesekreterlere mesajlar bırakıyorlar, cep telefonlarından kısa mesajlar yolluyor, sanal ortamda saatlerce sohbet ediyor, e-postalarla birbirlerini diledikleri gibi bilgilendiriyorlar; ama tüm bu iletişim olanaklarının bulunduğu bir ortamda, her geçen dakika daha da iletişimsiz oluyorlar. Daha sonra Ece, bir tuşa basmalık zamanda bunca düşüncenin beyninden akıp gittiğine şaştı. Düşünceler, kafasından âdeta hızla uçan bir kuş sürüsü gibi geçiyor, bu hıza o bile yetişemiyordu.
Kayıtlı birçok mesaj bulacağını sanmıştı. Oysaki sadece bir mesaj vardı. Eh, annesi gündüz aramış, kutlamıştı onu. Üvey ağabeyi –Üvey babasının ilk eşinden olan- bir mesaj yollamıştı cep telefonuna. Kız kardeşi –annesi ile üvey babasının ortak çocuğu –zaten sabahın kör karanlığında arayıp “Ablacığım, ilk ben kutlamak istedim!” diye onu uyandırmamış mıydı? Birkaç yakın dostu da gün içinde aramıştı işte. Daha başka kimi vardı ki? Asıl, makinede kayıtlı bir mesaj olmasına şaşması gerekmez miydi? Yine de sanki yaşamını baştan aşağı değiştirecekmişçesine heyecanla mesajı dinledi:
— Ecoş, ben Nil. Sana süppper bir kıyak geçeceğim! Hemen atla Ecury Bar’a gel, seni harika bir adamla tanıştıracağım. Senin resmini gösterdim, hani benim boy friend’in Kalamış’ta çektiği vardı ya, işte onu, sana çarpıldı. Manyak ötesi biri kızım! Hadi hemen hazırlanıyorsun ve geliyorsun.”
“İşte tam Nil’e göre bir mesaj!” dedi yüksek sesle Ece. Nil, böyle bir kızdı işte. Zengin bir aileden geliyordu, hani şu kaygan zeminde varlığa kavuşmuş zenginlerden. Her mahallede yaratılan köksüz zenginlerden… Kolejlerde okutulmuş, ÖSS’de tüm dershane ve özel ders imkânlarına rağmen başarılı olamayacağı anlaşılınca, Amerika’da sıradan bir üniversitede birkaç yıl okumasına karar verilmiş, ama bu eğitim ancak zaten düzgün olmayan Türkçesini bozmaya yaramıştı. Okulu bitiremeden döndüğünde de ailesinin referansıyla Ece’nin muhteşem eğitimiyle bile zor girebildiği şirkete dikey geçiş yapmıştı. Garip bir kızdı Nil. O, hep her an değişebilen mizacı, Nişantaşı, Etiler, Bağdat Caddesi görünümü ile ortada dolaşan, hiçbir iş yapamayan ama buna rağmen maaşını hiçbir kesintiye uğramadan almayı başaran enteresan bir varlık.
Nil, hep manyak güzel şeylere bayılır, boyfriend’i ile trendy mekânlara gider, unbelieveble durumlara çok şaşırır, beğenmediği şeylere illet olur, yardımcı olacağı kişilere kıyakss geçer, bir şeyi fazla kaçırdığında abarır, herhangi bir yere gitmez, takılır, bir işten verim değil coverage alır, insanların özelliklerini değil qualification’larına dikkat eder, dinlediği müziğin sound’unu beğenir, kızdığında karşısındakine en ağır hakaretleri, küfürleri yağdırmaktan kaçınmaz, kendisini mutsuz eden ya da üzen herhangi bir şeyi paralamaktan çekinmez, üstesinden gelemediği sorunları ailesine özellikle de kendisine büyük bir zaafı olan babasına aksettirebileceğini bilmenin verdiği rahatlıkla işin sonunu düşünmeden istediğini yapar. Ece biliyordu ki, aslında Nil, yolunu babasının sevgisinde kaybetmiş, takvim yaşı 24 ama kişilik yaşı 4 olan küçük bir kızdır, şimdi babasına bağlıdır, ileride onun yerine koyacağı bir kocası olacaktır, ama asla kendi ayakları üzerinde duramayacaktır. Küçüklüğünden beri düşünü kurduğu düğün için kendine uygun bir damat aramaktadır yoğun boyfrined trafiği ile. Fakat bilmiyordur ki bulduğu adam, sadece ailesinin pırıltılı yaşamına özendiği için ya da söz konusu ailenin kendi ailesiyle olan yakınlığının verdiği güvenle yaklaşmaktadır ona.
Ece, düşündü. Bu geceyi evde tek başına televizyon izleyerek ya da blues dinleyerek mi geçirmek isterdi, yoksa Ecury Bar gibi gürültülü, sigara dumanı ve alkol kokan havasız bir sosyete barında mı? Yanıttan ikirciklenmeyecek kadar emindi. Gençliğinin en deli dolu dönemlerinde bile böyle hareketli yerlere gitmekten hazzetmezdi. O, sakin sakin dostlarıyla sohbet edebilecek lokantaları, keyifli blues ve caz konserlerini tercih ederdi her zaman. Bu geceyi, 30 yaşına basacağı bu önemli zaman dönümünü, eskiden beri hoşlanmadığı bir yerde geçirmek istemiyordu. Öte yandan ailesinden çok uzaktaydı, bu uzaklık sadece il sınırlarıyla da algılanamazdı, aynı il, ilçe, mahalle, sokak hatta ev sınırları içinde bile, kendini onlardan kilometrelerce uzak hissederdi.
Yakın dostlarının bazıları evlenip ondan uzaklaşmış, sadece özel günlerde cep telefonunda gülen suratların yapaylığıyla biten bir mesaja, bilgisayarında “İlk fırsatta mutlaka görüşelim” önermesinin yazıldığı ama asla gerçekleşmeyeceğinin derinden derine hissettirildiği bir e-posta’ya dönüşmüşlerdi. Bazıları ise yurt ya da kent dışına çıkmış, gittikleri yerlerin taşı, toprağı, asfaltı olmuşlardı. Ülkelerine tatil için geldiklerinde bile saatlerce o ülkelerden bahsederler, burada bile oranın bir parçası olduklarını konuşmalarıyla kanıtlamaya çalışırlardı.
İş arkadaşları ona kendi çıkarları kadar yakındı. Sözlerine çok dikkat ederler, karşı tarafın eline bir koz vermemek için ellerinden geleni yaparlardı. Daha sonra aleyhlerine kullanılabilecek bir şey söylemezler, ama mesela başkalarının açıklarını yakalamak için ne mümkünse yaparlardı. Bu güvensiz zeminde Ece, sözünü sakınmayan, cevval ve saydam bir kızken, düşlerini, düşüncelerini, korku ve sevinçlerini kendine saklamayı öğrenmişti. Bu ikiyüzlü grubun içinde, bir tek Nil’le görüşüyordu. Karakterleri ve yaşam felsefeleri birbirine zıt iki insanın iyi arkadaş olmaları, zaten ancak büyük kentlerde rastlanacak bir durumdu. Ece, başlangıçta işyerinde patrona ve müdürlere sözü geçen bir ailenin kızı olan Nil’e bu avantajı kullanmak için yaklaşmıştı; ama onu tanıdıkça, tüm tahammül edilmez huylarına rağmen, aslında tertemiz, küçük bir kız olduğunu fark etti. Bu küçük kız, sevdiği insanları da kendisini savunur gibi savunuyor, karşılığında sadece onu sevmelerini istiyordu. Şımarık benzerlerinden farklı olarak Nil, sevdiklerini tahakküm altına almak değil, sadece onlardan ilgi ve şefkat görmek istiyordu ki Ece’ye göre bu, şımarıklık türlerinin içinde en masumuydu.
Bu arada genç kadın, Ece’nin “harika adam”ını da merak etmiyor değildi. Belki bu defa, “küçük” Nil, kendisi için gerçekten de uygun bir aday bulmuştu. Evet, pek akla yatkın gelmiyordu ama insan doğum gününde bir mucize yaşamak da istiyordu hani.
Hazırlanış……………………………………………………..…….... Stardust/Erroll Garner
İşte bu düşünceler, zihninde yol yol belirince, Ece hazırlanmaya karar verdi. Bir süre ne giyeceğini düşündü. Viskon, allı güllü desenli elbiseler giyilmeyecek kadar soğuktu hava. Kasımın sonuydu ve daha kalın şeyler giymek gerekiyordu. Gerekiyordu ama öyle mekânlarda da kalın kazaklarla oturulmazdı ya! Siyah bir kot pantolonun üzerine şık bir bluz giymek daha uygun olacaktı. Sonunda lüks bir alışveriş mağazasından kredi kartıyla bilmem kaç taksite aldığı bir kot pantolonla, Ulus pazarında obez bir kadının elinden neredeyse kaptığı –sanki ona olabilirmiş gibi- şifondan mavi-yeşil şıkır şıkır bir bluzda karar kıldı. Makyajını yapmaya koyuldu.
Makyaj yapmaya –annesinin tüm itirazlarına ve engellemelerine karşın- 15–16 yaşlarında başlamıştı Ece. Her sabah okula gitmek üzere evden çıktığında, arka sokaktaki kadın berberine uğrardı, çok iyi anlaştığı manikürcü Emel abla, dükkânı açan ilk kişiydi. Önce her yeri temizler, ardından evinden getirdiği taze peynirli poğaçaları, yeni demlediği çay eşliğinde keyifle yerdi. Tam bu kahvaltı seremonisinin üzerine gelirdi Ece. Genelde evde kahvaltı etmemek için mızmızlanması bu poğaçalar yüzündendi. Kahvaltısını eder, Emel abla ile biraz konuşur, hal hatır sorar, sonra makyaj malzemelerinin durduğu panelin içinden rasgele bir ruj seçerdi. Yağlı dudaklarını dili ile temizler, kalın katmanlar halinde, hemen çıkmasın diye ruju sürerdi. Ruj keyfi, okul kapısına kadardı. Müdür yardımcısı Candan Hoca, genelde öğrencileri elindeki ince tahta cetvelle kapıda bekler, “kılık kıyafeti uygun olmayanları” ve “öğrenciye benzemeyenleri” bir kenara ayırırdı Bu öğrencileri bekleyen aşağılanma ve hor görülme cezasına çarptırılmamak için Ece okulun sokağına girer girmez bir kâğıt mendille dudağındaki ruju silerdi.
Mezun olduğu gün, annesiyle kavga etmek pahasına Emel ablaya makyaj yaptırmıştı. Ece, annesinin makyaja karşı bu tutumunu anlayabilmiş değildi o zamanlar. Daha sonraları, bu olumsuzlamanın annesinin silik bir kadın olmasından kaynaklandığına karar vermişti. Ön planda olmaktan ve bu mevkiinin getirdiği sorumluluktan korkardı annesi. Dikkat çekmeyi sevmez, makyaj yapanları, doğal olmaktan uzaklaşmakla suçlardı her zaman. Yüzünü boyamış ya da bakımlı bir kadın gördü mü, kendi bakımsızlığı ve renksizliği ortaya çıkar diye korkardı belki de. “Demek ki çok çirkinler, güzelleşebilmek için uğraşıyorlar. Benim ihtiyacım yok bunlara.” der, Ece’nin de makyaja ihtiyacı olmadığını, aynen kendisine benzediğini özellikle belirtirdi. Oysa Ece de kız kardeşi Esra da annelerine hiç benzemezlerdi. Esra, çılgın ve sevimli halası Lütfiye Hanım’ın kopyasıydı mesela. Sürekli güler, eğlenir, canını çok sıkmaz, öyle üzüntüye tasaya gelemezdi. Ece’ye yapılan baskıların birçoğundan nasibini almamıştı Esra. Mesela annesi makyaj yapmaması, erkeklerle görüşürken dikkatli olması, insanların içinde daha ölçülü davranması konusunda onu ne zaman uyarsa “O kurallar ailenin küçük kızına sökmez!” deyip çıkardı işin içinden. Daha küçük bir kız çocuğuyken koymuştu o kurallarını, onlarla yaşayacaktı.
Okul yaşamında başarılı olamayacağı anlaşılınca, liseden sonra okuması için ısrar edilmemişti. Çanakkale’de, deniz kenarında sakin bir kasabada yaşıyorlardı, orada büyük kentlerde olduğu gibi büyük bir işsizlik sorunu yoktu. Kasabanın ileri gelenlerinden, karı –koca avukatlık yapan Ahmet ve Nisa Şahinler’in bürosuna sekreter olarak girmişti. Çalışma yaşamı fazla sürmemiş, sokağın karşısında bulunan ve beyaz eşya bayiinin oğlu olması ve Brad Pitt’e benzemesi dışında bir özelliği bulunmayan Veli ile anlaşarak altı ay sonra evlenmişti.
Esra, ebeveynlerinin tüm silikliğine karşın, kendini ortaya koymasını bilmiş, allem etmiş, kellem etmiş, bu pek yakışıklı delikanlıyı kendisine âşık etmeyi becermişti. Kocasını elinde tutmayı da çok iyi biliyordu hani. Veli, kendi halinde, sessiz sedasız bir adamdı. Ailesinin, özellikle de annesinin etkisi altında yaşayan, etliye sütlüye karışmayan bir oğlan çocuğuydu aslında. Esra, onun karşısında sürekli “aptalı” oynar, her şeyi sanki kayınvalidesine sorup da yapıyormuş gibi davranırdı Veli, karısının bu tavrından çok memnundu, ne de olsa genç insanlar pek cahildi. Büyüklere sürekli danışmak gerekirdi ve danışılacak büyükler sıralamasında birincilik annesine aitti. Esra’nın saygısına ve sevgisine hayrandı. Yumuşak başlı, sessiz karıcığı, istediği her şeyi gerçekleştirerek dünyasını aydınlatmaktaydı çok şükür. Ancak Veli’nin bu içinde yaşattığı cennet, aslında kıyametin tam ortasındaydı. Zira Esra’nın bu aptal tavırlarının farkında olan bir “kayınvalide” vardı, bu garip temaşaya tepki gösteriyor, yavaş yavaş kontrolünden çıkan oğluna tekrar hükmetmeye uğraşıyordu. Veli, annesinin davranışlarına bir anlam veremiyor, sürtüşmelerde hep karısının tarafını tutuyordu; zavallı annesi de her huzursuzluk çıkarışında biraz daha kaybediyordu oğlunu.
Veli, Ece’ye karşı da çok temkinli yaklaşırdı. Ondan çekinirdi neredeyse. Akıllı, kendi ayakları üstünde durabilen, kararlarını kendi verebilen kadınların hepsinden çekinirdi Veli. Ece, ÖSS’ye ilk girişinde Boğaziçi Üniversitesi’ni kazanmış, İstanbul gibi zor bir kente gitmiş, eğitimini tamamladıktan sonra üç ay kadar İngiltere’de bir dil kursuna devam etmiş; ardından da Türkiye’ye dönüp ülkenin en büyük holdinglerinden birinde işe başlamıştı. Zor bir kentte, zor bir iş yapıyordu Ece. Her şeyden önce, tüm bu zorluklara tek başına göğüs geriyordu. Veli, korkardı böyle kadınlardan. Kadın dediğin evine, ailesine bağlı ve bağımlı olmalıydı. Tek başına iş yapmamalıydı. Bekâr kalmamalıydı mesela, Allah insanları çift yaratmıştı. Tek tek yaşamalarını ister miydi hiç? Sonra kadın kısmı, kocasından çok şey bilmemeliydi, erkek her zaman önde olmalıydı. Yoksa özgüveni siliniverirdi maazallah. Başka türlü olamazdı bu, kadın iki adım geriden gelmeliydi. Huzur filan kalmazdı aksi takdirde. Yaşamda bir yönetici olmalıydı, karışıklık yaşanmaması için. O yönetici de erkek olmalıydı her zaman. Âdem babamızdan beri böyleydi bu. Kim değiştirmeye cesaret edebilirdi ki? Aslında Veli, dünya üzerindeki erkeklerin yarısından farklı değildi. Birçok erkek böyle olduğu halde, duygu ve düşüncelerini kadınlardan ustalıkla gizlemeyi başarırdı. Veli, kendini gizlemeye gerek duymuyordu, erkekler arasındaki en tehlikesiz gruplardan birine mensuptu yani.
Veli ile Ece, can sıkıcı bir aile ziyaretinde karşılaştıklarında, uzaktan selamlaşırlardı genellikle. En yakın temasları el sıkışmak olurdu kimi zaman. Yasak savmak amacıyla hal hatır sorulur, alınan yanıtlar dinlenmez ya da önemsenmezdi kimi zaman. Esra, ablasıyla Veli’nin arasındaki bu soğukluğu hisseder, ama hiç üzülmezdi. Hatta memnun olduğu bile söylenebilirdi. Ece dikkat çeken, güzel bir kadındı ve Esra, çok saygı ve sevgi duyduğu ablasını kıskanmak istemiyordu. O, “Brad Pitt”e benzeyen kocasının yanına yaklaşan dişi sinekleri bile kıskanırdı. Çünkü kocasını yaşamının merkezine oturtmuştu ve tek amacı onu mutlu etmekti ki işte annesi ile Esra’yı birleştiren nokta buydu.
Ece ile annesinin yolları ise işte burada ayrılıyordu. Küçük bir kentte büyümüş, babasının başında olmasının verdiği güvenle yaşayan genç bir kızken Ece’nin annesi, yakın bir aile dostlarının yurtdışında eğitim görmüş, cevval, kendisiyle barışık oğluyla nişanlanmış, bu delikanlıyla evlendikten ve Ece doğduktan iki yıl sonra yaşamı cehenneme dönmüştü. Ece’nin babası, Acar Bey, İstanbul’da bir firmadan iyi bir iş teklifi almıştı. Önce bir süre gidip çalışacak, sonra düzenini kurup karısını ve kızını yanına aldıracaktı. Ancak işler umduğu gibi gitmedi. İstanbul’a gidişinin altıncı ayında, bir terör saldırısında, kör bir kurşuna hedef olmuştu Acar Bey. Geç saatlere dek çalıştığı bir günün akşamında, çarpışan iki politik grubun arasında kalmış, “kazayla” vurulmuştu.
Kocasının ölüm haberini aldığında Nurgül Hanım, zaten ürkmekteyken büyük kentlerden, büyük fırsatlardan ve büyük insanlardan; daha da korktu. Kendini tamamen Çanakkale’deki o küçük sahil kasabasına kapadı. Dışarından gelecek tüm tehditlere karşı kendisini ve kızını korumak için, 23 yaşında tam anlamıyla inzivaya çekildi. Her şey, herkes onu korkutur, endişelendirir oldu. Nurgül Hanım’ın ailesi, sonunda onu bu korkunç paranoyadan korumak için, evlendirmeye karar verdi. Damat adayı, devlet dairesinde memurluk yapan, kendi halinde, sessiz sedasız bir adamdı. İlk eşini oğlunu dünyaya getirirken yitirmiş, beş yaşına gelene dek oğluna annesi bakmış, ama “Ben kocadım a oğul, kendine bir kadın, şu çocuğa da bir ana bul artık!” deyince evlenmeye niyetlenip etrafına haber vermiş, sonunda da Nurgül Hanım’la karşılaşmıştı.
Nurgül Hanım, genç kızlık düşlerini, meraklarını, heyecanlarını, isteklerini, ilk bakışta âşık olduğu, saçlarının rüzgârda uçuşunu bile zevkle izlediği Acar Bey’le gömdüğü için, bu silik ve sessiz memura hemen evet demişti. Bu memur, Muammer Altuğ, onu sessiz dünyasında güvene davet ediyordu. Sessizce evlendiler, yıllarca sessizce sürdürdüler yaşamlarını. Ne Ece sorun oldu onlara ne de Muammer Bey’in ilk evliliğinden olan oğlu Levent. Sorunsuz, renksiz, sessiz ve silik bir yaşamdı onlarınki. Bu varlığı ile yokluğu arasında fark olmayan dünyada, derin bir Uzakdoğu huzuru ve dinginliği vardı. Kanayan iki yüreği ancak bu huzur iyileştirebilirdi belki de.
Bu sessiz dünyada yetişen Ece ve Levent, sonra kendi fırtınalı yaşamlarına yolculuk edeceklerdi. Ece İstanbul’a, askeri doktor olan Levent de çatışmaların içinde inleyen doğu kentlerine gidecekti. Orada kendisi gibi idealist bir öğretmen hanımla tanışacaktı Levent, evleneceklerdi. Ece ise, babasının bilinmezliğinin gölgesinde, bilinmez bir adamla tanışmak üzere gürültülü bir bara girmek üzereydi şimdi.
Barda….……………………………………….. I Got A Rhythm/ Django Reinhardt
Bar, tam da tahmin ettiği gibiydi. İnsanda dans etmek dışında bir his uyandırmayan, anlamsız sözcükler dizini ile söylenen kötü bir şarkı, kulakları tırmalıyordu Sigara dumanları göz yakıyordu. Ece, dumandan yanan gözlerini makyaj yüzünden ovamadığı için rahatsız olmuştu ki, Nil’in koyu kırmızı ojeli tırnaklarını havada gördü. Birkaç masa ötede, yanında “boyfriend”i ve bir adamla oturuyordu genç kız. Hemen yanlarına gitti. Nil, sahte bir gülücükle ayağa kaktı.
— "Happy birthday my best friend!” deyip Ece’yi öptü. Ece, bu abartılı ve gereksiz tavırdan rahatsız olmuştu. Yine de gülümsedi. Arkasından ne kadar güzel olduğunu anlatan birkaç iltifat cümlesi kurdu genç kız. Oturduklarında Ece fark etti ki, Nil’in ‘boyfriend’i Sarp, ona anlamsızca sırıtmakta. Nihayet, Nil’in yanında oturan “harika adam”a kaydı gözleri. Nil de zaten sabırsızlanıyordu. Kan kırmızısı uzun tırnaklarını adama uzattı.
— Şekerciğim bu Koray. Bizim Sarp’ın şirketinde bilgi işlem olayına bakıyor. Koray’cığım, bu da bizim Ecoş.
Memnun oldular. Ece, karşısındakini şöyle bir süzdü. İri yapılı, uzun boylu, yakışıklı bir adamdı Koray. Top sakallı, üç numaraya vurulmuş kafası ve esmer teni, sağlam bir görünüm arz ediyordu. Bu sağlamlığın ardında ser verir sır vermez bir tavır da yok değildi. Soğukkanlı ve tehditkâr bakışları, itiraf etmeli ki Ece’yi çok etkilemişti ilk etapta.
Biraz sonra, Nil ve Sarp, “çifte kumrular”ı baş başa bırakmak üzere dans pistine doğru yürüyorlardı. Ece masada tanımadığı bir adamla yalnız kalmış olmanın verdiği gerginlikle çantasından sigarasını çıkardı, hemen bir sigara yaktı. Masada öyle oturmuş sakin bir tavırla kendisini süzen Koray’a gülümsedi, sırf laf olsun diye konuşmaya başladı.
— Bütün gün sigara içmedim. Burası içilen yer değil mi? Şu hesapta açık ama ısıtıcılarla ısıtılan bölüm. Buraları seviyorum. Kapı önünde içmekten iyi. Şirkette yasak. Çalışanlar sokakta içiyor sigaralarını. Şirketin yönetim kurulu, kalabalık ve gürültülü sokakta yaz kış sigara içmeye çalışan zavallı insanların bir süre sonra teslim olacaklarını ve sigarayı bırakacaklarını ummuşlardı; ama nedense insanlar daha da çok sarıldı sigaralarına. Zaten başka türlü katlanılamaz birçok şeye, öyle değil mi?
Koray, bir mezar kadar sessizdi. Nezaketen gülümsemedi bile. Ece, elinde tüten bir sigara ne kadar güçlü ve karşı konulmaz olduğunu hissederek konuşmasını sürdürdü.
— Nereden mezunsunuz? Ece’nin en sevdiği soruydu bu. Kendisi, Türkiye’nin en büyük üniversitelerinden birinden mezun olduğu için, yanıtı da çok önemserdi.
— Hayat üniversitesi, Kaldırım Mühendisliği, dedi adam nahoş bir yüz ifadesi ile. Belli ki bu soruyu sevmemişti. Ece de aldığı yanıttan memnun değildi. Bir süre ne diyeceğini bilemeden sigarasını içti ama onu ihtiyacı olduğunda hep rahatlatan dostu nikotin her nefeste biraz daha sıktı.
— Ciddi misiniz?
— Ciddiyim, aslında bir yerlerde cidden elektronik mühendisliği filan okuyordum, ama baktım bana göre değil. Vazgeçtim. Ben bağımsız ruhlu bir insanım, öyle sınavdı, tezdi, ödevdi, sıkıya gelemem yani. Zaten ne öğretiyorlar ki? İşte yine dönüyor işimiz.
Ece, bu dakikadan sonra, artık karşısındakini ciddiye almamaya karar verdi. Canı, zaman kaybı yüzünden biraz sıkılsa da, yapılacak bir şey yoktu. Hiç değilse biraz eğlenebilirdi. Her zaman yaptığı gibi yapacak, tüm ağırlığı ve bilgeliği ile karşısındakini ezecekti. Böylece kendini daha önemli, daha zeki ve kusursuz hissedebilecekti. İlk adımı attı, sustu. Biraz önce garsonun getirdiği içkiyi yudumlarken, tartan bakışlarla Koray’ı süzdü. Genç adam konuşmaya devam etmek istiyor gibiydi:
— Ya sen? Sen nereden mezunsun?
Ece, yeni tanıştığı insanlarla hep sizli bizli konuşurdu. Karşısındaki bu kuralı ihlal ettiğinde ilk etapta ses çıkarmaz ama “siz”lerini sürdürerek onu da bu şekilde konuşmaya zorlardı. Zaten “siz”ler devam ettiği sürece, muhatap da kendini garip hisseder ve sizli-bizli konuşmaya başlardı ister istemez. Nazikçe gibi görünse de bu durumun tek bir nedeni vardı; konuşulan kişi ile araya kilometrelerce mesafe koymak ve onu ezmek…
— Ben Koray Bey, Boğaziçi Üniversitesi’nden mezunum. İşletme bölümünden…
Bir ıslık çaldı Koray. Yüzünde şaşırtıcı ve karşı konmaz bir hayranlık vardı:
— Vay be! Sıkı birisin yani! Demek Boğaziçi ha! Zekiyiz, güzeliz, genciz yani!
Ece, Koray’ın dalga geçip geçmediğini anlamaya çalışıyordu. Bu nedenle soğuk bir ifade ile adamın yüzüne baktı. Sigarası çoktan bitmişti. İçkisini de yudumlayarak, bekleme konumuna geçti. Bir süre sonra, Koray söze devam etme gereği duydu:
— Müzik çok sıkı ha, ne dersin?
— Pek benim tarzım değil, ben sevmem bu dans müziklerini.
— Ne seversin peki?
— Ben caz dinlerim. Caz ve Blues… Sever misiniz?
Başını çalan müzikle aynı tempoda hayır anlamında salladı Koray.
— Hiç çakmam. Benim için müzik hareketli, ateşli, kımıl kımıl olmalı
“Hah!” dedi Ece içinden “İşte, tam aradığım adam. Eğitimsiz, eğitimin gerekliliğine inanmıyor, alakasız, yoz dans müzikleri dinleyip boş kafasını daha da boşaltıyor, bundan bir şey olmaz.”
— Caz da birçok melodi açısından kıpır kıpır bir müziktir. Özellikle swing. Konserlerde insanlar dans eder, kendini tutamaz. Doğaçlama yapan ustaları dinlemek çok keyiflidir. Bence denemelisiniz.
— Yok, ben almayayım, bana alerji yapıyor.
Ece, dilinin ucuna gelen hafif tertip edepsiz bir sözü söylemekle söylememek arasında kalmışken, Nil ve Sarp masaya geldi, Nil kırmızı kadife kumaşla kaplı koltuklarda bulunan metal zincirli siyah çantasını aldı, parlak siyah, dar pantolonu ve kırmızı ışıltılı bluzu ile çok dikkat çekiyordu. Sarı boyalı uzun saçlarını arkaya attı ve Ece’nin kulağına eğildi:
— Ecoş, biz Sarp’la kayboluyoruz tamam mı? Hadi sana iyi işler, bol güneşler!”
Ece, dilinin ucuna gelen ayıp sözü, içinden söyledi, ama dışına aksettiremezdi tabii:
— Nil, yapma lütfen! Benim bu adamla konuşacağım hiçbir şey yok! Çok yoz, zaman kaybı bu!”
Nil, kızar gibi yüzünü buruşturdu, ardından parmaklarıyla bir “sus” işareti yaptı. Koray’a döndü:
— Hadi şekerciğim biz gidiyoruz. Size iyi eğlenceler!
Koray, askeri selam ile hip hop dansı figürü arası bir şeyler yaptı. Nil ve Sarp gittiler. Ece’nin canı çok sıkılmıştı:
— Dans edelim mi? diye sordu Koray
— Kusura bakmayın ama ben bu dansı bilmiyorum.
— Ha, pardon unuttum ya! Sen caz dinliyordun, bilmezsin tabii.
Koray’ın için için gülmesine sinirlendi Ece. Bu cahil varlık, kendisi ile dalga geçiyordu. Bu, birden tepesinin atmasına neden oldu:
— Evet, ben böyle anlamsız müzikler dinlemem. Kaliteli şeylerden hoşlanırım ve sanıyorum aynı şeyleri beğenmiyoruz! diye bağırıverdi. İşte ne olduysa, bu andan itibaren oldu. Koray, üstündeki her giysinin, iç çamaşırlarına varana dek, kaliteli ve marka olduğunu kanıtladıktan sonra, Ece gibi ukala ve kendini beğenmiş kızlarla uğraşamayacağını en sert ve kaba ses tonu ile genç kadının yüzüne söyledi. Ece, bu değersiz adamın kendisine hakaret etmesine mi yoksa bu güzel gecenin ziyan olmasına mı kızsın, bilemedi. En sonunda eline bir sigara alarak:
— Madem öyle, size müsaade! Buyurun, kendinize arkadaşlar bulun, beni de rahat bırakın! dedi.
Koray, her diklendiğinde karşısındaki kadının alttan almasına alışkın biriydi. Bu yüzden ilk önce şaşırdı, ama sonra markalı deri ceketini eline aldı, bir şey söylemeden çekip gitti. Bu durum, Ece’ye rahat bir nefes aldırdı. Son birkaç dakikadır anlamsızca konuşma işi, onu epey bir germişti. Genç kadın, sigarayı ağzına götürdü, paketin içindeki çakmağı ararken, sol tarafında madeni bir çakmağın aniden yandığını gördü. Bir an afalladı ama sonra ateşten yararlanarak sigarasını yaktı ve çakmağı tutan ince, uzun, beyaz parmakların sahibine bakmak için, başını kandırdı.
Doğum Günü Mucizesi……………………Last Night A Miracle Happened / Fats Waller
Karşısında uzun boylu, ince ve narin yapılı bir adam vardı. Gülümseyerek Ece’nin yanına oturdu. İzin bile istememişti, genç kadın çok şaşırdı ama bir şey de diyemedi. Ardından adam, iri mavi gözlerini Ece’nin gözlerine dikti ve konuşmaya başladı:
— Senin kadar güzel ve iyi eğitimli bir kadının, bu şımarık sosyete çocuğu ile ne işi olur?
Ece, şaşkınlığını üzerinden atmaya çalıştı, sigarasından bir nefes aldı.
— Artık olmaz! Beyefendi beni fazla ukala ve kaprisli buldu çünkü!
— Eh, onun kaybı, benim kazancım, değil mi? Neler yapıyorsun bakalım?
Ece, garsonun az önce tazelediği meyve kokteylinden ilk yudumu alırken yakalanmıştı soruya. Hemen yutkundu ve yanıt verdi:
— Ben bir holdingin satın alma bölümünde görevliyim.
— Satın alma müdürü ha!
Ece, utangaç bir şekilde gülümsedi.
— Hayır, hayır! Daha değil, ama bu yılbaşında bir terfi bekliyorum. Satın Alma Müdürümüz emekli oluyor, yerine müdür yardımcımız geçecek. Eh, onun yerine de ben düşünülüyorum. Bölümün en deneyimli elemanı benim. Müdür yardımcımız da benimle çalışmak istiyor zaten.
Adam, çapkınca gülümsedi.
— Harika! Gurur verici bir durum!
Ece, “gurur”u her hücresine kadar sarsılarak hissetti. Gülümsemesi tüm yüzünü doldurdu, iri deniz mavisi gözlerinde neşeli ve sarhoş bir pırıltı gezindi. Sonra da bakışlarını adamın gözlerine dikerek onu dinlemeye devam etti.
— Çok çalışmış ve başarmış olmalısın, değil mi?
— Evet, sürekli çalıştım. Neredeyse hiç nefes almadan… Öyle torpil falan yok işin içinde.
— Çok güzel! Böyle olmalı zaten. Yoksa başarının ne tadı var ki?
— Çok haklısın.
Ece, birden fark etti, bu adama “siz” engeli koymamıştı, bunu yapmak istememişti. Kendini zorlamaya çalıştı, ama nafile… Ona “sen” diyecekti. Hem de kana kana!
— İstediğin her şeyi elde edebilir gibi görünüyorsun.
Ece dudaklarını çapkın bir gülümsemeyle çarpıttı:
— Kim bilir? Belki de… İş konusunda hiç başarısızlığım olmadı, ama erkekler için aynı şeyi söyleyemem.
— Garip, senin kadar güzel bir kadın, nasıl oluyor da erkekler için böyle konuşuyor?
Genç kadın, adamın sözlerindeki alayı sezdi. Canı sıkıldı.
— Sen söyle! Erkeksin, herhalde benimkilerden daha tatminkâr yanıtların vardır.
Adamın gözlerinde hâlâ aynı tekinsiz pırıltı vardı.
— Karşına çıkan erkekleri bilemem. Belki bana biraz ipucu verirsen ben de yorum yapmaya çalışırım.
Ece, karşısındaki adamı etkilemek istiyordu. Sigarasını eline aldı, en etkileyici tavrını takındı ve derin, parlak mavi bakışlarını adamın gözlerinin ta içine dikti.
— Bazıları zeki, eğitimli ve iyiydi; ama cesaretleri yoktu. Bazıları ise zekâ yoksunu ve eğitimsiz tiplerdi; ama gereksiz ve can sıkıcı bir şekilde cesurlardı. Aralarında sıkıştım, kaldım. Evet, yorumun nedir?
Adamın buz mavisi gözlerindeki parlaklık Ece’nin beyaz yüzüne yansıdı.
— Demek ki iyi eğitimli ve cesur olanlarla daha karşılaşmamışsın. Peki, bu arada acaba onlar seni nasıl değerlendirdiler?
Genç kadın, bu soruyu hiç beklemiyordu. Daha önceki deneyimlerinden edindiği izlenimler, karşısındaki erkeğin “Sen daha benimle tanışmadın, ben farklıyım.” gibisinden sözlerle kendini anlatması şeklindeydi. Tabii ardından onların da bir farklı olmadığı ortaya çıkıyordu, ama yine de bu mesajı almaya alışkındı. Bu adam ise ona resmen meydan okuyordu.
— Bilmiyorum, bunu bana söyleyecek kadar uzun kalmadılar yaşamımda. Sen söyle, benimle yeni tanıştın. Nasıl değerlendiriyorsun beni?
Bu iddialı sözler, dudaklarından dökülür dökülmez, bu esrarengiz adamın yorumundan çekindiğini fark etti, ama geç kalmıştı. “Aman, boş ver!” dedi kendi kendine “Çok çok canımı sıkar" dediği. Zaten bu Ece’nin tarzıydı: Meydan okuma ve iddialaşma… Adam bir süre düşündü, ama bu arada vahşi gözleri Ece’nin üzerinden bir saniye bile ayrılmadı:
— İşin doğrusu güzelim, sözlerin ve tavırlarından yola çıkarak şunları söyleyebilirim: Tam anlamıyla küçük, korkak ve şirin bir kız çocuğusun sen.
Ece’nin eli ayağı boşandı.
— Öncelikle, neler yapıyorsun, diye sorduğumda nedense yanıtın mesleğine yönelikti. Hemen kariyerinden bahsetmeye başladın. Başarın, yeteneğin, iddian… Demek ki bu parlak başarıların ardında gizlediğin bir küçük kız var. İkinci olarak, sana kendini değerlendirmen için fırsatlar sundum, ama sen her defasında “Sen söyle” dedin. Kendini değerlendirmekten bile çekiniyorsun, bu küçük kızın incitilmekten korktuğunu gösterir. Buna bağlı olarak yaşamına giren erkekleri suçluyorsun sürekli, küçük bir kız gibi.
Genç kadın, tüm savunma mekanizmalarının birer birer çöktüğünü hissetti. Bu çokbilmiş, tekinsiz bakışlı adama ne diyebilirdi ki? “Yanılıyorsun” mu yoksa “Sana ne oluyor, kimsin sen?” mi? En iyisi buradan uzaklaşmaktı, ama adeta oturduğu koltuğa sabitlenmişti, kalkamıyordu.
Adamın mavi bakışlarındaki huzursuz edici ışıltı bir anda kayboldu. Onun yerine yüzüne sıcak bir şefkat yayıldı. Ece, bu sıcaklığı yine dolu dolu hissetti.
— Öte yandan, gerçekten de olağanüstü bir kadınsın. Harika şeyler başarmışsın. Çok güçlüsün. Belki de cidden sevgili seçiminde bir sorun vardır. Olabilir mi?
Ece sigarasını söndürdü. Bir süre de bardağı ile oynayarak adama bakmamaya çalıştı. Kaçış yoktu. Zaten adam da ondan bir yanıt bekliyordu.
— Olabilir.
Adam, gülümsedi.
— Burası, çok gürültülü değil mi? İnsanlar nasıl dinliyor bu müziği?
Ece etrafına bakındı. Evet, bardaydı hâlâ. Oysa ona sessiz bir ortamda konuşuyorlarmış gibi gelmişti en başından beri. Gülümsemeye çalıştı, başaramadı.
Adam, Ece’nin bam teline dokunduğunu biliyordu. Konuşmayı hiç kesmedi:
— Ben aslında caz severim, özellikle de eski kayıtları… Sen neler dinlersin?
— Ben de caz severim, dedi Ece.
— Özellikle Fats Waller, Erroll Garner, Billie Holliday…
— Evet, bende eski kayıtlar var. Aslında caz koleksiyonum konusunda hiç alçak gönüllü olamayacağım. Gerçekten Türkiye’de çok az caz meraklısında vardır bendeki albümler.
— Yine iddialısın ha!
Ece, adamın gözlerinin içine bıçak gibi keskin bakışlarını dikti:
— Evet, bu konuda cidden iddialıyım. Fats Waller’in tüm kayıtları var mesela bende.
— Cidden iyi koleksiyonmuş, övünmekte haklısın.
— Övünmüyorum, ama özeldir plaklarım. Bunu da belirtmek isterim.
— Elbette, belirttin de zaten.
Adam, gülümsemesini daha da sıcak bir şekle soktu, genç kadına biraz daha yaklaştı.
— Demek caz seven, güzel ve genç bir hanımla görüşüyorum şu anda.
— Öyle görünüyor. Ece, artık adamın gözlerine bakabiliyordu. Bakmanın ötesinde, kendini bu derin mavi gözlerde kaybediyordu. Savunmasızdı, ama güvendeydi. Huzursuzdu, ama mutluydu. Her an biraz daha kayıyordu bu bilinmezlik denizine.
— Peki, ya annen nasıl? Hâlâ ona kızgın mısın?
Genç kadın ne diyeceğini şaşırdı. Bir kez daha hiç beklemediği bir yerden gelmişti soru, gafil avlanmıştı:
— İyi, neden sordun? Neden kızgın olayım ona?
Adam, sözcüklerin üzerine basa basa yanıt verdi:
— Tekrar evlendiği için.
— Hayır, hayır ben ona kızgın değilim. Tekrar evlenmesi onun için gerekli bir şeydi, onu anlıyorum.
— Onu anlıyor olman güzel, ona çok benziyorsun çünkü. Kendini küçük bir kasabaya kapattı, her şeyden korkup kaçıyor, diye onu eleştiriyorsun ama senin de büyük kentte kendini insanlardan sakınman, aynı kapıya çıkıyor.
Ece, annesi ile arasındaki asla fark etmek istemediği o benzerliğin bu kadar bariz şekilde yüzüne vurulmasına şaşırmıştı. Yaşamı boyunca ondan farklı olmak istemişti, ona benzememek için çırpınıp durmuştu, ama işte geldiği nokta annesi ile aynıydı. Bir süre sessiz kaldı, karşısındaki konuşmayı sürdürmek istiyordu:
— Anneni anlıyorsan ve ona hak veriyorsan, aranızdaki soğukluğun sebebi nedir?
— Aslında, evlendiği adamda sanırım.
Esrarengiz mavi bakışlar, bir kez daha delici bir sıcaklıkla içine aktı Ece’nin.
— Neden, sana kötü mü davranıyor?
— Hayır, Muammer Altuğ bana hiç kötü davranmadı aslında, ama nasıl desem, biraz silik ve fazla içine kapalı bir insandır. Belki de benim tarzım değildir.
— Ama sana baktı, seninle ilgilendi değil mi? Sana babalık etmese de hamilik etti.
— Evet, bunun için ona minnettarım, ama annem de onun oğlu Levent’e baktı, tüm ihtiyaçlarını giderdi.
— Ne güzel! Demek birbirlerine destek olmuşlar, çocuklarını yetiştirmişler ve güzel bir yaşam biçimi oluşturmuşlar, kendi huzurlu dünyalarını kurmuşlar. Birçok insan bunu başaramıyor.
— Evet, mesela ben! Sesini yükseltti Ece.
— Mesela sen!
Adam, kendisinin tüm karşı konulmazlığına rağmen, Ece’nin bir yerden sonra dayanamayıp ona tepki vereceğini biliyordu. Zamanı gelmişti, Ece tıslayan bir yılan gibi adama doğru eğildi:
— Ne istiyorsun benden?
Adam, genç kadının tehditkâr tavrına karşın tüm soğukkanlılığı ile yanıtını verdi:
— Mutlu olmanı!
Ece, geri çekildi. İyice şaşırmıştı. İçinde korku ile karışık bir heyecan vardı. Yüreğinin deli gibi çarptığını hissediyordu, evet, göğüs kafesini parçalayıp dışarı çıkacakmış gibi çarpıyordu yüreği. Nefes almakta güçlük çekti bir an, ama sonra yavaş yavaş toparlandı. Adam, Ece’ye iyice sokulmuş, ellerini avuçlarının içine almıştı. Sessizce kulağına eğildi.
— Mutlu olmayı hak ediyorsun. Kendine işkence etme! Lütfen yapma artık bunu kendine!
Genç kadın gözlerini kapadı. Gözyaşları yanaklarından süzülüyordu. İnsanların ne düşüneceğini hiç umursamıyordu.
— Çık şu kabuğundan Ece, kurtul bu yüklerden.
Ece, gözlerini açmadı. Oysa bu esrarengiz adamdan ilk kez duyuyordu adını. Ne de güzel çağırıyordu adam onu. Adı, eşsiz bir melodi gibi yankılanıyordu kulaklarında. Keşke her zaman duyabilseydi. Keşke hiç gitmeseydi!
— Gitmek zorundayım ama biliyorsun, değil mi?
Adam, adeta Ece’nin beynini okumuştu. Genç kadın gözlerini açamadı. Onun yerine adamın ellerini sıktı. Biraz daha, lütfen biraz daha kalsın!
— Ece, gitmek zorundayım, ama seni böyle mutsuz görmek istemiyorum. Kabuğuna çekilerek yapayalnız kalmanı istemiyorum.
Ece, başını salladı. Adamın ellerindeki sıcaklığı dolu dolu hissetmek istiyordu.
— Çevrende seni sevebilecek, mutlu edebilecek bir sürü insan var, lütfen onlara bir şans tanı.
Konuşamıyordu genç kadın, sözcükler boğazında tıkanıp kalıyordu. Sadece başını sallayabiliyordu.
— Bana söz ver, kabuğunu kıracağına ve insanlara kendilerini anlatmaları için fırsat vereceğine söz ver.
Yutkundu Ece, nefes almaya çalıştı. Gözleri hâlâ kapalıydı, adamın ellerini sıkı sıkı tutmuştu.
— Söz veriyorum baba!
— Güzel!
Ece, vedalaşma anının geldiğini anladı. Gözlerini iyice yumdu. Gözyaşları, kirpiklerinden rimeli ile birlikte akıyordu; ama Ece’nin umurunda bile değildi. Acıyla babasını yitireceği anı bekliyordu. Bir an sonra, babasının ellerini yitirdi. Elleri, öylece yapayalnız ve yetim bir şekilde masanın üzerinde kaldı.
— Seni seviyorum Ece!
— Ben de seni seviyorum baba
Adamın son sözleri oldu bunlar. Onun tamamen gittiğini fark etti Ece. Tam bu sırada, gürültülü ve yüksek tempolu dans müziği kesildi ve onun yerine bir caz parçası çalmaya başladı. Çok eski bir Fats Waller kaydıydı bu. Last Night A Miracle Happened. Gözyaşlarıyla gülümsedi Ece. Ellerindeki sıcaklık, yerini madeni bir soğukluğa bırakmıştı. Gözlerini açtı. Eline madeni bir nesne tutuşturulmuştu, ona baktı. Bu, Ece’nin sigarasını yakan çakmaktı. Metalik ve altın kaplamaydı, altı kurşuna benzeyen bir şey yüzünden bayağı örselenmişti. Ön tarafında şunlar yazılıydı:
Üniversite mezuniyeti vesilesiyle oğlumuz Acar Ataer’e hediyemizdir.
Ayşe ve Güner Ataer
Haziran 1969
Ece, bu çakmak hakkında çok şey duymuştu. Babasının cesedinden çıkmamıştı, onu öldürenlerce çalındığı sanılıyordu; ama artık biliyordu ki Ece, o çakmağa kimse dokunamamıştı. Bu soğuk, metal varlığı avucunda sıkıca tuttu. Şarkıya eşlik etti biraz. Sonra çakmağı kokladı. Şarkıyla birlikte içine işledi babasının kokusu.
Masalın Sonu……………… …………………………….…Yardbird Suite/ Miles Davis
Büyü bozulmuştu. Fats Waller susmuştu; onun yerine yine garip bir dans müziği kulaklarını tırmalıyordu. Bar, o mavi düş mekânı olmaktan çıkmış, sigara dumanı ile sarmalanmış karanlığına dönmüştü. Bir süre orada öylece oturdu. Birden bir el omzuna dokundu. İrkilerek kendine geldi. Gözlerini açtı, başını çevirdi. İşyerinden İnsan Kaynakları Müdürü Orhan Bey’le karşılaşınca çok şaşırdı. Alelacele gözlerini temizledi, ayağa kalkarak gülümsemeye çalıştı:
— Ece, hayrola ne arıyorsun burada böyle tek başına?
— Şey, Nil'lerle gelmiştik aslında da onlar çıktı, ben de eve dönüyordum.
Orhan Bey, bir şey hatırlamış gibi elini kaldırdı ve gülümsedi:
— A, doğru! Bugün senin doğum günündü değil mi? Kutlamaya geldiniz herhalde!
— Evet, öyle…
Ece, karşısındaki adamı şöyle bir süzdü. Orhan Bey, 35–36 yaşlarında, hafif toplu, beyaz tenli bir insandı. Kırlaşmaya başlamış saçları ve kemik gözlük çerçevesi, biraz daha yaşlı görünmesine neden oluyordu, ama aslında çevik ve neşeli biriydi. Kahkahaları insan kaynakları bölümünden gelirdi çoğu kez. Ece, onun bekâr olduğunu biliyordu, birkaç yıl önce kırık bir aşk öyküsü ile gündeme gelmişti adı, ama şimdilerde bir dedikodu yoktu onunla ilgili.
— Ben de bizim çocukların aklına uydum geldim, ama pişman oldum. Bu ne biçim ortam, ne biçim müzik! Şu arka sokakta Pembe Panter diye bir caz bar var, biliyor musun? (Ece, orayı gayet iyi bildiğini belirten bir baş işareti yapmıştı.) Tamam, işte o! Biraz kulağımın pasını temizleyeyim, yeni bir grup çıkıyormuş. Biraz da bir şeyler içer eve dönerim dedim.
Ece, daha tam anlamıyla kendine gelememişti. Düşünceler, kafasında gelip gidiyordu. Eve dönmek istemiyordu bu halde. Kendine gelmesi için biraz caz, biraz da sohbet iyi olurdu.
— Güzel bir fikir, ben de buradan çok sıkıldım, peşinize takılsam ayıp olur mu size?
Orhan Bey, neşeli bir tavır ve tatlı bir yaltaklanma ile yanıt verdi:
— Ne münasebet efendim, sizin gibi güzel bir bayanın eşliği beni memnun eder. Buyursunlar! Yalnız bak, şimdiden diyeyim: Şirkette değiliz, siz-biz, bey-hanım filan istemem. Güzel müzik dinleyeceğiz, sohbet edeceğiz. Hem söylendiğine göre yılbaşında satın almaya müdür yardımcısı oluyormuşsun. Eh, sen de bizim yönetim katına dâhil oldun demektir. Artık beysiz, hanımsız da konuşabiliriz, değil mi?
Ece, gülümseyerek başını salladı. Adamın uzattığı kola girdi, birlikte bardan çıkarlarken neden Orhan hakkında aklına ilk gelenin “bekârlığı” olduğunu soruyordu kendi kendine. Tatmin edici bir yanıt bulamadı.
Dışarıda soğuk ve yağmurlu bir hava vardı. Ece ve Orhan, sokağın hareketli kalabalığına karıştılar. Kentin ıslaklığında yürüyen binlerce insanın telaşlı yürüyüşüne katılarak yeni umutlara kucak açtılar.