Haydi bakalım Özel Dedektif Asude Bahar Hanım! Göster kendini.
Zaman kazanmak için çantamdan defterimi çıkardım. Temiz bir sayfa açtım. Bir öğretmenin gözlerini yaşartacak kadar meraklıydım not tutmaya. İşin aslı, on beş yıllık eğitim ve öğretim yaşamımda bu birkaç gündür yazdığım kadar yazmamışımdır herhalde.
Kendimden emin bir eda ile sayfanın başına “Şerife Yalçın” yazdım.
− Şerife Hanım, cüretimi bağışlayın ama bizim zamanımızda müdür yardımcıları orta yaşın üstünde olurdu. Siz çok gençsiniz. Herhalde çocuklar buna bayılıyordur. Genç bir müdür yardımcısı olarak onlarla daha iyi iletişim kuruyorsunuzdur tabii.
Gözlerini kıstı. Bana hiç güvenmiyor, bu sorunun altında bir şey olduğunu düşünüyor olmalıydı:
− Bu güzel iltifatınız için teşekkür mü etmeliyim?
− İltifat etmek için söylemedim. Bu kadar genç bir yaşta müdür yardımcısı olmak büyük başarı, kutlarım sizi.
Çayından bir yudum daha aldı:
− Bu görevi bir yıldır sürdürüyorum. Evet, haklısınız. Birkaç gün sonra otuzumu dolduracağım ve bu görev için genç olduğum söylenebilir. Özellikle özel okul camiasında...
Demek aslan burcuydu. Şimdi anlaşıldı o ağır ego ve ürkütücü öz güvenin esbabı mucibesi. İddialı görünüm, şık ve dikkat çekici giyim tarzı, üst perdeden konuşmalar… Neyse ki burçlara hiç inanmam.
− Sanırım Ankara’dan geldiniz değil mi?
Derin bir nefes aldı. Evet, galiba sabrı taşıyordu:
− Ankaralıyım Asude Hanım. Feneryolu Koleji’nin genel müdürü, yüksek lisans tez hocamdır. Emekli olduğunda bu görevi kabul etmişti. Bana bu okulda iş teklif edince kıramadım, geldim. Yeni bir yapılanma içindeyiz. Bu yeni sistemde benim de yer almamı istedi.
Eğitim bilimleri konusunda uzman bir öğretim görevlisi, üniversitedeki gözde öğrencisine yeni okulunda iş teklif eder. Gayet iyi bildiğimiz “Müdür kendi kadrosu ile gelir.” hikâyesi.
− Hayırlı olsun. Peki, Sude Demirci ile ne zaman ve nerede tanıştınız?
“Şükür konuya girebildik.” sesinde yankılanıyordu resmen:
− Geçen martta tanıştık. Serhat Hoca, bizim drama öğretmenimiz, bir proje hazırlıyordu. Sude de o çalışmayı destekliyordu.
− Desteklemek derken?
− Maddi, manevi her anlamda destekliyordu işte.
Demek Sude sadece gönüllü değil aynı zamanda bağışçıydı da.
− Sizden kısaca bu proje hakkında bilgi alabilir miyim?
Derin bir nefes aldı Şerife Hoca:
− Bizim iki otizmli öğrencimiz var. Onlar için başladık bu işe. Bir yandan onları hayata katmak, bir yandan da farkındalık yaratmak istedik.
− Çok güzel bir çalışma olmuş ama bu tarz çocukların özel eğitim alması gerekmez mi?
“Of, hem bilmiyorsun hem de fikir yürütüyorsun!” sıkıntısı, bakışlarında alt yazı gibi geçti:
− Otizmli çocuklar, otizmli olmayanlarla bir arada eğitim aldıklarında daha hızlı ilerleme kaydediyor. Uyum sağlama ve akademik başarı tatmin edici boyutlara ulaşıyor.
Demek öğretmenler her zaman böyle kitabi cümlelerle konuşuyorlar. İlginç! Ya da arkadaş Türkan Şoray’ın gençliği olduğu için böyle ifadeleri kendisine yakıştırıyor.
− Bunu bilmiyordum, bilgilendirdiğiniz için teşekkür ederim. Buyurun, dinliyorum.
“İşte böyle oturturum seni, bilmediğin konularda laf edip sözümü kesme bundan sonra!” tınısını sesinde hisseder gibi oldum:
− Serhat Hoca sadece drama öğretmenliği yapmıyor. Ayrıca dizi ve film oyunculuğu da var. Şu aralar da otizmli bir çocuğun hayatını anlatan bir filmde rol alıyor. Bir de amatör tiyatro topluluğu var. Bir grup otizmli genç ve gönüllü öğrencilerden oluşuyor. Sude ile orada tanışmışlar.
Pelin ile Ali bu durumdan bahsetmişti zaten.
− Serhat Bey, otizm konusunda gönüllü bir nefer anladığım kadarıyla. Çok güzel şeyler yapıyor bu alanda.
Şerife Hoca, söylediklerimde samimi olup olmadığımı anlamaya çalışıyordu.
− Ağabeyi otizmliymiş. Bundan yirmi-otuz yıl önce böyle çalışmalar yok tabii. Destek olunamamış zavallıya. Şu anda bir bakımevinde kalıyor.
Ağabeyine yardım edemeyen Serhat Bey, belli ki başkalarının bu duruma gelmesini istemiyor, kurtarabildiği kadar denizyıldızını kurtarmaya çabalıyor demek. Takdire şayan bir durum. Peki, Sude bunun neresinde?
− Sude ile Serhat Bey’in ilişkisini nasıl tanımlarsınız? Sadece proje için mi görüşürlerdi?
Gözlerini devirdi:
− Yani aralarında bir şey var mı diye soruyorsunuz. Serhat evlidir. Taparcasına sevdiği bir karısı, bir de kızı var. Ama yakışıklı bir adamdır, Sude ona gönlünü kaptırdı mı bilmem.
Bu Serhat Bey ile görüşmek şart oldu. Bakalım bunu sağlayabilir mi Şerife Hoca? Daha da önemlisi, sağlamak ister mi?
− Serhat Bey, İstanbul’da değildir herhalde?
Kollarını kavuşturdu:
− Dedim ya bir film çekiminde. Marmaris’te galiba. Ama bu ay bitmeden gelecek, iki hafta sonra okullar açılıyor ve onun da burada olması lazım.
Tabii, öğretmenlerin seminer dönemi başlıyordu. Yeni eğitim ve öğretim dönemine hazırlık zamanı.
− Peki, kendisi bana birkaç dakika ayırmak ister mi acaba?
Kollarını iki yana açıp bilmediğini ifade etti Şerife Hoca:
− Onun adına konuşamam. Okula döndüğünde görüşmek istediğinizi söylerim. Ama görüşür mü bilemem.
− Teşekkür ederim Şerife Hanım. Bu projede bir de kısa film çekmiş sanırım Serhat Bey, bu filmde de oynadı mı Sude?
Başını evet anlamında salladı Şerife Hoca:
− Evet, hatta çekimi gerçekleştiren ekibin parasını o ödedi.
Gerçekten de melek gibi bir kızmış bu Sude.
− Son olarak sizin Sude ile ilgili düşünceleriniz nelerdi? Öğrenmem mümkün mü acaba?
Kollarını tekrar kavuşturdu:
− Sude’yi iki, bilemediniz üç kez gördüm. Gösteri için okula gelmişlerdi. O zaman tanışmıştık. Bir kez de Serhat’ın bir gösterisini izlemek için belediyenin sanat merkezine gittiğimde konuşmuştuk. Hakkında çok fazla bir şey diyemem. Ama bana düzgün, ayakları yere basan, iyi bir kız gibi gelmişti. Öyle şımarık, zengin, parası yüzünden kendini üstün gören tiplerden değildi. Saygılı bir kızdı sonra. Çocuklarla da arası iyiydi galiba. Öldürülmeden iki gün önce bizim okulda bir gösteri yapmışlardı, sonrasında çocuklarla epey bir zaman geçirmişti. Ölümüne çok üzüldüm gerçekten.
Düşündüklerim son derece samimi bir şekilde dudaklarımdan döküldü:
− Peki, bu kadar iyi bir kızı kim, niçin öldürmek ister Şerife Hanım?
Şerife Hoca’nın gözlerinde neye yoracağımı bilemediğim bir donukluk vardı:
− Bilemem Asude Hanım, özel dedektif olan sizsiniz.
Ödemeyi ben yaptım. Ne de olsa sadece bir bardak çay içmişti kadıncağız. Hem bana zamanını ayırmıştı. Muhtarlığın önündeki durakta beklerken Minibüs Caddesi’nden geçen bir otobüs olduğunu fark ederek mutlu oldum. Kalabalık da değildi. Oturur oturmaz yanımda bitti Esra:
− Ne öğrendik şimdi?
“Aslında hiçbir şey! Şerife Hoca, Sude’yi hiç tanımıyor. Sadece iyi bir kız olduğunu düşünüyor filan. Oysa çok yakın oturuyorlar. Belki birkaç kez karşılaştılar da buralarda. Serhat Bey ise şu anda tam bir muamma, umarım benimle görüşmeyi kabul eder.”
− Ne düşünüyorsun Şerife Hoca hakkında? Sence katil o olabilir mi?
“Bilemiyorum. Olabilir mi? Neden öldürsün Şerife Hoca Sude’yi?”
− Şerife Hoca konuşmanın başında Serhat Hoca diyordu. Sonra birden Serhat’a döndü. Farkında mısın?
“Olabilir, iş arkadaşı… Ben de Fikret Bey diye başlar, Fikri abi diye devam edebilirim pekâlâ. Birbirlerine hocam diye hitap etmiyorlardır herhalde yanlarında çocuklar filan yokken.
Esra başını bana çevirdi:
− Fikri abinin gerçek adı Fikret mi?
Vay! Esra’nın bilmediği bir şey biliyordum ben demek! Esra’yı şaşırtmak çok tatlı oluyor ya:
“Evet, nüfustaki adı Fikret Adar. Ama çocukluğundan beri herkes ona Fikri dermiş. Çok az kişi biliyor bu adını.”
Şaşırtılmanın hezimeti ile lafı değiştirdi Esra:
− Neyse, demek istediğim şu ki, belki aralarında yasak bir aşk var Şerife Hoca ile Serhat Bey’in. Sude bunu öğrendi, e adam ünlü bir oyuncu. Adının böyle bir olaya karışmasını istemedi ve kızı ortadan kaldırdılar. Belki Sude de adama âşıktı ve bu ilişkiyi öğrenince onları tehdit filan etti.
“Çok uçuk görünüyor bu söylediklerin. Elbette bir aşk üçgeni hatta Serhat Bey’in eşini düşünürsen dörtgeni filan yaşanmış olabilir. Ama cinayet… Bilemiyorum.”
Ben tam bu söylenenleri düşünmeye başlamışken birden başka bir dala atladı Esra:
− Peki, ya Aysun Hemşire’nin sözlenmesine ne diyorsun? Binnaz’ın bundan haberi var mıdır?
“Bak, bunu iyi hatırlattın. Evet, bunu Binnaz’a sormam gerek.”
Telefonumu çıkarıp Binnaz’ı aradım. Birkaç kez çaldıktan sonra cevapladı kuzenim:
− Asude n’aber?
− İyidir, senden?
− N’olsun? Şimdi çıktım hastaneden. Eve gidiyorum. Hayırdır, bir şey mi var?
Binnaz ile ne kadarını paylaşmalıydım kafamdakilerin? Ona güvenmemek değildi derdim. Sadece düşüncelerimin ne kadar akla yakın olduğunu kestiremiyordum şu anda.
− Ya Binnaz, aslında bir şey var. Üstünde çalıştığımız dava ile bilgi edinirken Aysun’a dair bir şeyler de buldum.
Sesindeki merak titreşimleri, baz istasyonundan bile hissediliyor olmalıydı:
− Nasıl yani?
− Araba mı kullanıyorsun şu anda?
− Hayır, daha yola çıkmadım. Asude neler oluyor?
− Sakin ol kuzen. Bunu yüz yüze konuşmak daha iyi olur. Durumun nedir? Size geleyim mi?
Kısa bir sessizlik anı…
− Asude, Sinan bu olaydan çok kötü etkilendi. Aysun’u çok severdi, bilirsin. Sonuçta 12 yaşında bir çocuk. Epey bir sıkıntı yaşadık. Normal bir ölüm olsa daha rahat izah edebiliyorsun ama cinayet… Onun yanında konuşmak istemiyorum bu yüzden. Şöyle yapalım mı? Akşam yemekten sonra ben sana geleyim, kahve içmek gibi. Nasılsa teyzem de yok, daha rahat konuşabiliriz. Merak ettim cidden.
Telefonu tamam diyerek kapadım. Bir yandan da sırça saraya kapadığımız çocukları düşünüyordum. Üzülmesin, kırılmasın, psikolojisi bozulmasın diye onları daha da kırılgan ve savunmasız bırakmıyor muyduk? Neyse, sonuçta ben anne değildim ve en iyisini anneler bilirdi.
Fikri abiye telefon ettim ama ulaşamadım. Kim bilir telefonunu nerede bırakmıştı gene? Bugün Maksude Hanım’la görüşmesi vardı, belki bitmemişti. Belki de yolda olduğundan açamamıştı. Aradığımı gördüğünde geri dönerdi herhalde.
Eve vardığımda kendimi soğuk duşun altına attım. Sonra da atıştırmalık bir şeyler hazırlayarak balkona geçtim. Kentsel dönüşümden önce balkonumuz kocamandı. Büyükçe kare bir masa, beş sandalye ve genişçe bir kereveti alıyordu. Babanım en büyük zevki sabahları bu kerevette kahvesini içip gazete okumaktı. Annem de birçok işini burada yapardı. Şimdi bir masa ve üç sandalye zor sığıyor. Her şey ufaldı ve anlamsızlaştı sanki.
İki lokma bir şey yiyip sosyal medyada gezindikten sonra Binnaz’ı beklemeye başladım. Tam o sırada Fikri abi aradı:
− N’aptın Asude?
− İyiyim abi, sen n’aptın?
− İyidir. Bir şeyler çıktı mı Şerife Hoca ile görüşmenden.
Derin bir nefes alıp anlatmaya başladım:
− Dağ fare doğurdu. Konuşmaktan niye kaçınmış anlamadım. Ya da bildiklerinin hepsini anlatmadı. Serhat Bey’le yaptığı proje hakkında konuştu biraz. Zaten bildiğimiz şeyler… Okulda bir gösteri yapmışlar, çocuklar da çok ilgilenmiş. Bir de öğrencilerle bir kısa film çekmişler okulun yakınındaki pastanede. Çekim masraflarını da Sude karşılamış. Bu arada bu pastane, yani Aksüt Pastanesi, Meliha Acar’ın katili Saim Sabak’ın da çalıştığı yer.
Fikri abi, bundan hiç etkilenmedi:
−Sude öldürüldüğünde adam içerideymiş, onu geç! Başka?
Elimde bir kart daha vardı:
− Bir de şu var: Meliha Acar, öldürülmeden bir gün önce Derman Hastanesindeki işinden çıkarılmış.
− Yani?
Anlamamak için direniyordu Fikri abi:
− Abicim, bak! Aysun, Derman Hastanesinde hemşireydi, Sude oradan bir doktorun hastası… Meliha Acar da orada çalışıyormuş. Öldürülen tüm kadınlar arasında bir bağ var işte. Derman Hastanesi.
− Sude’ye odaklanabilir miyiz sakıncası yoksa? Başka bir şey dedi mi?
Ne güzel! Bana Fikri abi bile inanmıyor:
−Şerife Hanım Sude’yi fazla tanımıyor. İyi, terbiyeli ve saygılı bir kızmış, iki üç kez görüşmüşler filan… Serhat Hoca ile ilişkisini tam bilmiyor. Adam şu anda şehir dışında bir film çekiyormuş. Ama bir iki haftaya burada olacakmış. Seminer dönemi başlıyor ya! O zaman görüşmek istediğimizi söyleyecekmiş. O da isterse bizimle görüşürmüş.
− Cidden dağ fare doğurmuş. Başka diyeceğin bir şey var mı Sude ile ilgili?
Sude sözcüğünü üstüne basa basa vurgulamıştı:
− Akşam kuzenim geliyor. Ona Sude’nin doktorunu soracağım. Belki onunla bir görüşme ayarlarız.
− Eyvallah! Bu arada şu cadı ressamı da unutmayalım. Ama yarın değil, benim Maksude abla ile işim uzadı, bazı belgeler bekliyoruz. Sen tekkede ol, anam bir şeyler göndermiş, kargo geri dönmesin şimdi.
− Tamam, yarın sabahtan ofise geçerim. Doktorla da Tamay Hanım’la da görüşmeyi sonraki güne ayarlamaya çalışırım.
Telefonu kapatıp masanın üstüne fırlattım:
− Bu cinayetler arasında bir bağ olabileceğine inanmıyor Esra!
Esra camekânın kenarında, batan güneşin son ışıklarını izliyordu:
− Bu işler böyle müdürüm. Belki bir bağ var, belki alakaları yok. Dur bakalım, neler çıkacak karşımıza? Git, kapıyı aç! Geldi misafirin!
Tam o esnada zil çaldı. Esra’nın bu ani uyarışlarını unutmuşum. Boş bulundum gene. Ağzımdan ufak bir nida çıktı. Sonra da kapıyı açtım. Gerçekten de gelen Binnaz’dı. Alt kapıyı açtım otomata basıp, sonra da onu beklemeye başladım.
Binnaz dondurma getirmişti. Paketi elinden alıp hemen mutfağa geçtim. Ayakkabılarını çıkarıp o da arkamdan geldi:
− Terlik alsana Binnaz!
− Yok kuzum, çok sıcak. İyi böyle! Kahve ile filan uğraşma, bak Yaşar Usta’dan organik dondurma getirdim sana. Onu yiyelim.
Dondurma kaplarını çıkardım dolaptan:
− Kesene bereket! Seni de yordum akşam akşam!
Mutfak masasının önündeki sandalyelerden birini çekerek oturdu:
− Yormadın. Muhsin’in tenis maçı var bu akşam, on buçuktan önce gelmez. Oğlan da sitedeki basket sahasında arkadaşlarıyla maç yapacakmış. Yani sana gelmeseydim televizyonun başında, tekrar dizilerini izlerken uyuklayacaktım.
Kâseleri tepsiye dizdim, dondurmaları pay edip yanlarına da su koydum.
− E, haydi balkona çıkalım. Serin serin otururuz.
Güneşin batması ile gerçekten de balkon serinlemişti. Karşılıklı oturduk. Dondurmalarımızdan ilk kaşığımızı aldık.
− E, Asu! Anlat bakalım, nedir durum? Çok meraklandım.
Antep fıstıklı dondurmanın tadı damağımda dağılırken cinayetler hakkında konuşmak pek zordu. Annemin tarif defterinden boş bir sayfa açtım, yanındaki kurşun kalemle kabaca bir artı çizdim.
− Şimdi bak! Bu artıyı Kayışdağı Mahallesi’nde düşün.
Artının dikey kısımlarından birine Aysun, diğerine Sude yazdım.
− Şu aralar incelediğimiz dosya bu. Sude Demirci cinayeti. Kızcağız geçen 25 Nisan’da evinde öldürülmüş. Aysun’un evi Rumeli Caddesi’ndeydi. O caddenin Kayışdağı Caddesi’ne bağlandığı yerde, caddenin tam karşısındaydı Sude’nin dairesi.
Binnaz dikkatle artı işaretine bakıyordu. Bir şey demedi, ben de devam ettim:
− Aysun da 25 Aralık’ta aynı semtte, bir cadde ötede öldürülmüştü biliyorsun. Ayrıca şöyle bir durum daha var:
Artının yatay kısımlarından birine Meliha, diğerine de Naciye yazdım.
− Bu iki hanım da yine aynı semtte katledildi. Gerçi Meliha Hanım’ın katili bulunmuş, Naciye Hanım’ın da intihar ettiği şüphesi var ama kesin değil.
Binnaz, zümrüt yeşili gözlerini ve uzun siyah bir tülü andıran kirpiklerini bana çevirdi:
− Bu cinayetlerin arasında bir bağlantı olduğunu mu söylüyorsun?
− Bundan emin değilim. Ama cinayetlerin işleniş şekli biraz şüpheli: İntihar ettiği düşünülen Naciye Çoban, 2013’ün 25 Nisan’ında ölmüş, aynı semtte 25 Ağustos’ta öldürülen Meliha Acar’ın katili bulunmuş, itiraf etmiş, hatta hüküm bile gitmiş. Aysun 25 Aralık malum ve son olarak 25 Nisan’da Sude Demirci...
Tek kaşını kaldırdı Binnaz:
− E ama birinin katili bulunmuş, bir diğeri de intihar ettiyse eğer, bir tek Aysun ve o kızcağız yani Sude kalıyor geriye. Bunların arasında bir bağ var mı?
Kâğıda çizdiğim artın üstünden geçtim kalemle:
− Bir bağ var ama çok belirsiz. Sude, sizin Mahmut Şayan’ın hastasıymış. Astımı varmış kızın. Meliha Acar da hastanenin yemekhanesinde çalışıyormuş. Ölmeden bir gün önce işten çıkarılmış.
Yüzü gerildi Binnaz’ın:
− Yani bağlantıları bizim hastane!
− Dedim ya, belirsiz. Naciye Çoban’ı oraya bağlayan bir şey bulamadım mesela. Tanıdığın bir Naciye var mı?
Gözlerini yukarı dikti. Hatırlamaya çalışıyordu:
− Temizlik görevlisi bir Naciye Hanım vardı. Bizim katta değildi. O yüzden iyi bilmem. Bu hastaneye ilk geldiğim dönemlerde, yani 2012 gibi filan emekli oldu. Diğer temizlik görevlisi hanımlar Seyyal Taner’in “Naciye” şarkısını söyleyerek pasta kesmişlerdi ona. Şarkı dilime takılmıştı, günlerce söylemiştim. Oradan aklımda kalmış. Şimdi Sinan bazen dalga geçmek için o şarkıyı söyler. Hemen ben de tekrar etmeye başlarım da güleriz.
2012’de Naciye Çoban hayattaydı, acaba o da Derman Hastanesinde çalışmış olabilir miydi?
− Soyadını bilmiyorsun tabii.
− Bunu hatırladığıma dua et Asude. Ne kadar balık hafıza olduğumu bilmezmiş gibi… Sorarım bizim kızlara.
− Tamam, teşekkür ederim. Bir de şu var: Aysun sözlenmiş. Bu konuda bir bilgin var m?
Gözlerini gözlerime dikti:
− Polis de söylemişti böyle bir şey. Evinde çikolata filan bulmuşlar. Ama bir yanlış yorumlama var bu işte. Aysun sözlense benimle paylaşırdı bunu.
− Öyle değil Binnaz. Bugün Aysun’un mahallesindeydim. Evine çok yakın bir pastanede araştırma yapıyordum. Oranın sahibi Aysun’u çok iyi tanıyormuş. Öldürüldüğü gecenin gündüzünde pastaneye gitmiş. Sözlendiğini söylemiş, hastanede ikram etmek için çikolata almış adamdan.
Binnaz bu duruma bir anlam veremiyordu:
− Bunu niye benden gizlesin ki? Âdet sancılarına varana kadar her şeyini anlatırdı bana. Bu kadar önemli bir şeyi anlatmaması mümkün değil.
Muhallebi kıvamına gelmiş dondurmamı kaşığımla karıştırdım:
− Demek ki onaylamadığın bir ilişkiydi bu. Sen söyle: Neleri onaylamazsın?
Kısa bir kararsızlık anı yaşadı Binnaz:
− Ne bileyim? Onaylamak bana mı düştü? İstediğini yapar. Ama mesela evli bir adamla bir aşk yaşamasını istemezdim tabii.
− Böyle biri var mıydı hayatında?
Başını hayır anlamında salladı Binnaz:
− Bana bir şey demedi. İnternetten birileri ile görüşüyordu bazen. Güvenli olmadığını söyleyip uyarıyordum ama sonuçta karışamam ki. Bu onun hayatı! O da birkaç buluşmadan sonra soğudu sosyal medyadan. Adamlar, yalnız yaşadığını öğrenince hemen eve gelmek istiyormuş filan. Aysun geleneksel bir tipti. İçinde büyüyemediği için galiba, aile hayatına hasretti garibim. Bir yuva kurmak istiyordu. Sonra evcil bir kızdı. Komşuları ile de iyi anlaşırdı. Karşı dairesinde yaşlı bir teyze varmış, annem gibi, çocuklarını evlendirmiş, bir başına yaşıyor. Birbirlerine evlerinin anahtarlarını vermişlerdi. Kendine ekmek alırken ona da alırmış, bir ihtiyacı var mı diye sorarmış.
Bu noktada önemli bir şey geldi aklıma:
− Cesedini bulan arkadaşına da ev anahtarını vermiş değil mi?
Binnaz’ın gözleri yeşil yeşil doldu:
− Nadire Hemşire, Dudullu tarafında oturur. Eşi de gümrükçüdür. Adamda şirket arabası var. Eşini hastaneye bırakırken Aysun’u da alırlardı sabahları. Okuldan arkadaşlarmış. Nadire birkaç yaş büyüktür ondan. Ama yatılı okulları bilirsin. Bizim hastaneye girmesini de Nadire sağlamıştı. Yakındılar senin anlayacağın. Onun için anahtarını vermesini hiç yadırgamadık.
Genelde düşünürken yaptığım gibi, kalemi dudaklarıma vurmaya başladım hafif hafif.
− Asıl soru şu: Sözlendiği adam kim?
Tül gibi siyah kirpiklerini kaldırdı Binnaz:
− Polis de sordu bunu. Ama cevap veremedik.
− Evinin anahtarını verdiği eşine dostuna hayatında biri olduğunu söylemez mi insan? Hem de ciddi bir ilişki! Bunu aklım almıyor Binnaz.
Elinin tersi ile gözlerini sildi kuzenim. Ben de daha fazla zorlamadım. Cevaplar onda değildi. Değil de… Kim bilir kimdeydi? Bir işi el yordamı ile yapmaya çalışmak ne zordu! Bilmiyor, deneme yanılma yöntemi ile çözmeye çalışıyordum. Ama birkaç adım attıktan sonra tıkanıp kalıyordum. Aysun belki de internette tanıştığı bir manyakla buluşmuş ve onun gazabına uğramıştı. Peki, öyle olsa polis sosyal medya hareketlerini takip edip ulaşamaz mıydı adama? Demek ki oradan da bir şey çıkmamıştı.
− Bir de şu Mahmut Şayan’ı sormak istiyorum sana. Sude’nin doktoruymuş. Nasıl biridir?
Bir rüyadan uyanır gibi kaldırdı başını:
− Doktorluğu iyidir. Güvenirim. Ama insan olarak çok sevdiğimi söyleyemem.
− Neden?
Yüzünü ekşitti Binnaz:
−Nasıl desem? Biraz gevşek bir insandır Mahmut Bey. Ona bakarsan kendini “flörtöz” olarak tanımlıyor ama bildiğin yapışkan çapkınlardan… Aysun önce onun yanında başladı işe. Biraz rahatsız olmuş kız. Yani, taciz gibi demeyelim de… Rahatsızlık vermiş işte. Benimle çalışmak istedi, başhekim de uygun gördü.
İşte burada çanlar çalmaya başladı:
− Adam evli mi?
Erimiş dondurmadan bir kaşık aldı Binnaz:
− Boşanmış. Bu tür adamlar uzun süreli ilişkilere bağlanıp kalamazlar malum. Parası da var. İstediği gibi yaşıyordur herhalde. Hastanedekiler onunla iş dışında görüşmezler. Muhsin adama ifrit oluyor. Benimle aynı katta çalışmasından bile rahatsız.
− Bunları duyduğuma üzüldüm ama bu adamla görüşmem gerekiyor Binnaz. Sude’nin durumunu sormam gerek.
Başını öne doğru salladı:
− İstediğin zaman gel hastaneye. Seni araya almasını sağlarım. Sorularını sorarsın. Ama sakın boşandığını kaçırma ağzından.
Türk kadınının kaderiydi bu demek. İstediğin kadar okumuş, paranı kazanmış, üst düzey yöneticilik etmiş ol, dul kadını birkaç günlük bir ilişki olarak gören bir adam vardı daima. Kafa yapısı değişmiyordu.
Binnaz gittikten sonra dondurma kâselerini yıkarken düşündüm: Mahmut Şayan, Aysun’un aklına girmiş olabilir miydi? Evlenme vaadi ile kızı kandırmıştı belki. İlişkiyi bir süre herkesten gizlemek istemişti. Aysun “Neden açıklamıyoruz artık ilişkimizi?” diye çıngar çıkarınca da kızı ortadan kaldırmıştı. Belki aynı durum Sude ile de yaşanmıştır.
− Mantıklı bir senaryo müdürüm, dedi Esra arkamdan. Yine zıpladım.
− Burada mıydın sen?
− Hiç gitmedim ki! Teyze kızının dediği bir şey takıldı aklıma. Aysun’un geleneksel bir tip olduğunu söyledi. Yani muhtemelen evlenmeden olmaz diyenlerden… Acaba cinayet sırasında taciz edilmiş midir bu kız? Ya da ilişkiye dair bir şey bulunmuş mudur?
Düşündüm biraz.
− Bunu bilmiyorum. Öğrenmeyi denerim. Öyle ise sperm filan, bir şey bulunurdu herhalde. Belki de polis buldu da açıklamıyor.
Başını emme basma tulumba gibi salladı Esra. Hemen ardından da havaya karıştı.
Ertesi sabah Fikri abinin erkenden fırlayıp gideceğini bildiğimden evde kahvaltı edip çıktım. Bahariye Caddesi’ni yavaş yavaş yürüyerek geçtim. Sabahın köründe gelecek değildi herhalde kargo. Aya Triada Kilisesi’nin hemen karşısında bir apartmanda, yüksek giriş tabir ettikleri bir dairenin balkonunu hayranlıkla izleyerek geçmeyi adet edinmiştim epeydir. Bina 70’lerin başında yapılmışa benziyordu ve çok bir özelliği yoktu. Diğer daireler ya balkonu kapatmış, depo gibi kullanıyorlardı ya da salona katmış, iç mekânı genişletmişlerdi. Ama bu balkon bambaşkaydı. Elbette güvenlik gereği demirler yapılmıştı ama o eski cumbalardaki gibi şık ve renkliydi bunlar. Koyu yeşil, bej ve laciverte boyanmışı belli bir düzenle. Gene belli bir düzenle renkli saksılar tutturulmuştu bu demirlere. İçlerine de rengârenk çiçekler yetiştirilmişti. Balkonun duvarlarına da süsler asılmıştı. Görülebildiği kadarıyla bizim eski balkondaki kerevet gibi bir şey vardı içeride. Bir de ahşap masa ile ahşap iki sandalye… Masanın üstünde işlemeli şık bir örtü, kerevet ve sandalyelerde de renkli minder ve yastıklar diziliydi. Balkonun ön cephesinde bordo brandadan bombeli bir siperlik duruyordu. Bahar ortasından sonbahara kadar oturulabilmesini sağlıyor olmalıydı bu siperlik.
Şu beton yığınında bile bir yaşam alanı, sakin bir köşe yaratabiliyorlardı insanlar. Akşam burada oturup sohbet ederek caddenin şamatasını izliyor, gündüz kitaplarını okuyarak hayatın keyfini sürüyorlardı. Bir yandan betonu güzelleştirip içinde çiçek açtıran insanlar, diğer yanda gencecik insanları yaşamlarının baharında hayattan söküp atan canavarlar… İnsan garip bir varlıktı gerçekten.
Tekkede kimse yoktu. Fikri abi, erkenden çıkıp gitmişti. Biraz ortalığı derledim, topladım. Şu cadı ressamı araştırdım. Etkileyici eserleri vardı. Vampirler, cadılar, karanlık ve tekinsiz yaratıklar cirit atıyordu tablolarında. Siyahlar, lacivertler, koyu kırmızılar nehir gibi akıyordu. Karanlık ormanlarda göklere yükselen süt beyazı bedenler, kan rengi denizlerin üstünde toprak rengi ürkütücü kadın figürleri… Büyülenmiş gibi izledim hepsini. İmgeler nefes kesiciydi. Kadın teması ağırlıklıydı. Zaten bunu Lamia adını kullanmasından da anlamıştım.
Lamia, Antik Yunan mitolojisinin vampirella’sıydı. Güzelliği ile dillere destan Libya Kraliçesi Lamia, Zeus’un sevgililerinden biriydi. E, adam baş tanrı, ona nasıl karşı gelsin. İstediğini yapar. Ama sonra Tanrıça Hera’nın nefretini çekmiş, tüm çocukları katledilmişti. Bunun üzerine kadıncağız masum çocukların kanını içerek yaşayan bir vampire dönüşmüştü acıdan. Çok zengin bir mitostu. Konu ile ilgili birçok öykü ve roman yazılmış, filmler çekilmişti. Demek Tamay Hanım da bu mitostan etkilenerek çiziyordu resimlerini.
Tecrübelerimle sabitti ki böyle karanlık sanat eserleri veren insanlar, genelde sadece aydınlığa hasret, gizemli öğretilerden destek alan ve ayakta kalmaya çalışan hassas ruhlardı. Hiçbiri satanist filan değildi ama bu defa durum farklı mıydı? Sude, gizemli bir tarikatın kurbanı mı olmuştu?
Ben hayran hayran Lamia’nın resimlerini incelerken kapı çaldı ama gelen kargo değildi. Volkan Soyalan, en yakışıklı ve karizmatik hali ile “Kim o?” soruma “Ben Volkan, Asudeciğim!” yanıtını verdi. Birazdan da pastel mavisi keten gömleği, krem rengi pantolonu ile aynı renk espadrilleri ile Lamia’nın aklını başından almaya gelmiş Zeus gibi dikiliyordu karşımda.
− N’aber? Fikri yok mu?
− Kalmadı, Asude verelim dedim gülümseyerek. İçeri aldığım konuğumu. Tekli deri koltukluklardan birine kuruldu.
− Cidden yok mu?
Tam karşısına dikildim:
− Bugün ofiste olmayacak.
Suratı asıldı:
− Yüz binlerle ifade edilen bir paraya iş alıyoruz, adam gidip başka işlerle uğraşıyor.
Gülümsemeye devam:
− O konu ile ilgileniyoruz, meraklanma. Ben de kendime bir kahve yapacaktım. İster misin?
Dudaklarını buruşturdu.
− Türk kahvesi mi?
Topu getirip ayağıma veriyor, sonra “Neden gol attın?” diye bozuluyor:
− Evet, Türk kahvesi! İstersen şu ilerideki kahveciden sana latte, mocha ya da o cins bir şey söyleyebilirim. Ama malum, hepsinde deli gibi kolesterol var. Senin gibi sağlığına dikkat eden birine hiç uymaz herhalde.
Biraz düşündü:
− Yok, ben zaten onlardan içmem. Sadece Amerikano… Ama seni de kırmayayım. Bir sade kahveni içerim.
Kahveyi pişirirken bir yandan da olanları özetliyordum:
− Olayla ilgili gelişmeler var. Seninle de paylaşayım: Dün Sude’nin apartmanına gittim.
Meraklı bir ses, salondan mutfağa kadar ulaştı:
− Daireye girebildin mi?
− Maalesef! Ev çoktan tutulmuş.
− Ciddi misin? Milletteki cesarete bak! Cinayet işlenmiş evi kim tutmuş acaba?
− Burası hareketli bir şehir! Cinayete karşı bu kadar umursamaz olmasaydık bunca kadın öldürülür müydü gözümüzün önünde?
Kahve fincanlarının yanına birer bardak da soğuk su koydum, içeri götürdüm. Volkan teşekkür ederek kendi fincanını aldı. Üçlü kanepeye oturup sözlerime devam ettim:
− Kapıcı ile konuştum. Polis kameralardan bir şey elde edememiş. Yani orada bilmediğimiz bir hikâye yok. Sonra Şerife Yalçın ile görüştüm.
Yüzündeki şaşkınlığın verdiği keyif muhteşemdi:
− Konuşmak istemiyordu hani?
Kahvemden bir yudum alıp anın keyfini biraz da arttırdım:
− Yeğenim için okul aradığımı söyledim. Ardından da o çevrede başka cinayetlerin de işlendiğini, bu cinayeti hemen çözmemiz gerektiğini anlattım. Biraz korkutmak için. O da Kayışdağı’nda yaşıyor.
Bunu da bilmiyordu. “Devam et Asude!” dedim kendime “Kendini göstermenin ve bu kifayetsiz Zeus’u etkilemenin tam zamanı:
− İşin doğrusu Şerife Hanım’la daha önce tanışmıştım. Kayışdağı Caddesine yakın bir evim var. Kendisi de karşı komşu oluyor.
− A, sen Kayışdağı’nda mı yaşıyorsun?
−Hayır, yeni evli bir çifte kiraladım o daireyi. Ben Kuyubaşı’nda oturuyorum.
− Öyle mi? Bana çok yakınsın. Feneryolu’nda benim ev. Yalnız mı yaşıyorsun?
Hafif tertip asılan erkek sesi. Nerede duysam tanırım:
− Hayır, ailemle… Hatta sülalemle yaşıyorum. Annemle birlikte kalıyorum, alt katımızda erkek kardeşim ve eşi yaşıyor. Birkaç durak ötede, Çemenzar’da küçük teyzem, Sahrayıcedit’te ise büyük teyzem var. Kuzenlerimden biri İçerenköy’de, dördü ise Batı Ataşehir’deler. Klan halindeyiz yani.
Gözlerinde tatlı bir ışıltı belirdi. Dudaklarında ise bir gülümseme:
− Ne güzel! Böyle birbirine bağlı ailelere bayılıyorum. Ben tek çocuğum. Rahmetli peder de öyleydi. Kardeşi bırak kuzenim bile yok.
İşte Volkan Soyalan’ın o dev egosunun altındaki yalnız, yapayalnız çocuk. Herhalde annesini de küçükken kaybetmişti. Babası da birkaç sene evvel öldüyse… Birden sevdim Volkan’ı. Hatta kurmayı planladığım dedektiflik bürosunda ona da yer açtım. Gözümde eski dedektiflik dizilerinin jenerikleri gibi bir şey canlandı: Bordo bir fötr şapka ve aynı renk tayyör ile kameraya gülümsüyorum. Oynayanlar: Asude Bahar. Tabii başrol benim. Sonra Fikri abi giriyor kadraja. O hırpani kıyafetleriyle oturmuş bir şey anlatıyor. Fikri Adar yazısı çıkıyor ekranda. Volkan da şık giyimi ile kollarını kavuşturup gülümsüyor kameraya. Volkan Soyalan. Nihal, daha mutlu ve keyifli bir gülümseme ile telefona cevap veriyor. Ve Nihal soyadı her neyse… En sonda da üçümüz koridor boyunca yürüyoruz.
Volkan’ın sesi ile kendime geldim:
− E, ne dedi Şerife Hanım?
Kahvemi bitirip fincanı tepsinin içine koydum:
− Kayışdağı’nda yalnız yaşayan bir kadın olarak biraz çekindi sanırım. Sude’yi pek tanımıyor. Birkaç kez görüşmüşler. Sude bu gönüllü grubu ile okulda gösteri yapmış. Serhat Hoca, grubun başındaki adam ve kolejin de drama öğretmeni, birkaç hafta içinde İstanbul’da olacakmış. Onunla bir görüşme ayarlayacak bize. Serhat Bey’in daha aydınlatıcı bilgiler vereceğini düşünüyoruz. Bu arada yarın Sude’nin doktoru Mahmut Şayan ile görüşmeye gideceğim. Arkadaşları Sude’nin cesedinin yanında astım ilaçları olduğunu söylediler. Cinayet günü Sude doktoruna görünmüş. İlaçların ortaya saçılmasının bir anlamı olmalı.
Takdir dolu bir gülümseme lütfetti Volkan:
− Vallahi harikasın Asude. Tamam, sen oradan devam et. Ben de Akif Demirci’nin iş bağlantılarını kaşımayı sürdüreyim. Bakalım neler bulacağız? Ya Asudeciğim müsaadenle şu ellerimi bir yıkayabilir miyim?
− Tabii, banyonun yerini biliyorsun.
Fincanları toplayıp mutfakta güzelce yıkadım. Biraz sonra Volkan’la aynı anda salona girdik. Havlu kâğıtla ellerini kuruluyordu.
− Aklıma ne geldi? Buraya ilk kez geldiğimde yine böyle banyoyu kullanmam gerekmişti. Yanlışlıkla banyo diye Fikri’nin odasına girmeye kalkmıştım. Fikri beni dövmekten beter etmişti o gün.
Olayı gülerek anlatıyordu ama içerlediği de belliydi. Az önce oturduğumuz yerlere geçtik:
− Orası aynı zamanda Fikri abinin yatak odası. Mahremiyeti hak ediyor.
− Öyle de… İnsan gibi söyleyebilirdi. Garip bir adam Fikri. Çalışmaya ilk başladığımızda biraz araştırma yapmıştım onun hakkında. Güvenlik gerekçesi ile tabii. Kadıköy’de doğmuş büyümüş, uzun yıllar burada yaşamış. 30 yaşında birkaç yıllığına başka bir yere taşınmış, dört yıl sonra da geri dönmüş. O dört yıl neredeymiş, kimse bilmiyor. Sadece çalıştığı gazeteyi biliyorum.
Bu ilginçti işte:
− Evlendiği dönem olmalı. Maalesef eşi genç yaşta vefat etmiş.
Volkan, dudaklarını bilmiyorum dercesine büktü:
− Bu konuda hiçbir bilgiye ulaşamadım. Karısı kimdir, kimlerdendir? Ne zaman, niçin ölmüş? Evet, bir eşten bahsediliyor ama adeta yer yarılmış, yerin dibine girmiş.
Fikri abinin hakkında olumsuz hiçbir düşüncem de duygum da yoktu. Yaşadığı korkunç acının onu kuru bir dal gibi oradan oraya sürüklediğine emindim. Volkan da bunu anlamaktan çok uzaktı.
− Hakkında anlatılanlar bir noktaya gelip tıkanıyor. Herkes onu seviyor sevmesine ama o dört yıllık boşluk insanları da beni düşündürdüğü gibi düşündürüyor. Bundan dolayı ben de biraz mesafeli yaklaşırım Fikri’ye. Her şeyi ona anlatmam. Temkinli olmakta yarar var.
Bu ne demek şimdi? Sersem herif! Fikri abi, senin arkanı topluyor bir kere. Çok sinirlenmiştim ama ben de temkinli davranıp duygularımı gizlemeye karar verdim. Ama Volkan Soyalan susmuyordu:
− Kuşkulanmama neden olacak başka şeyler de var Fikri hakkında. Ama onları zamanı gelince konuşalım.
DEVAM EDECEK…