9. Fenerbahçe-Galatasaray Maçı

Yazan: Ayşen Erdöl
Sakine teyze, ortalama bir Türk teyzesiydi: Başında koyu renklerin hâkim olduğu kenarı oyalı bir yazma, üstünde uzun kollu penye bir tişörtle namaz eteği vardı. Altmışlarının sonunda görünüyordu. Topluca ve kısa boylu bir hanımdı; zor zamanlar geçirdiği, yazmasının altından çıkan beyazlamış saçlarından, gözlerinin altında peyda olan morluk ve çizgilerden belliydi. Fikri abi, Kayışdağı’ndaki bir sokakta, giriş katında bulunan bu dairenin kapısına geldiğimizde önce kendisini sonra beni tanıttı. Yaşlı kadın, ikimize de sarılmamak için kendini zor tutuyordu.
Sakine teyze, bizi yıpranmış çekyatların olduğu bir oturma odasına aldı. Tüplü televizyonda, geçen sezondan bir dizi oynuyor, açık pencereden sokağın sesleri geliyordu. Kadın önce kumandaya dokunup televizyonu kapadı sonra da karşımızda el pençe divan durdu:
Dün telefonla konuştuğumuzda bugün geleceğinizi söylememiştiniz evladım, hazırlık yapamadım. Kusuruma bakmayın. Bir çay koyayım size. Yoksa kahve mi içersiniz?
Fikri abi, eliyle yanındaki koltuğu gösterdi:
Yok anacığım, biz içtik de geldik. Sen yorulma. Gel hele otur da konuşalım.
Sakine teyze, Fikri abinin gösterdiği yere oturdu:
Olmaz ama böyle… Siz kalkıp gelmişsiniz, bir şey ikram etmeden…
Fikri abi gülümsedi:
Anacığım, gel sen hele! Biz bir konuşup anlaşalım. Sonra çay da içeriz kahve de.
Kadıncağız, mahcup bir eda ile gelip Fikri abinin gösterdiği tekli koltuğa oturdu. Fikri abi, memnundu:
Ha şöyle! Şimdi olayı bir de senden dinlemek istiyoruz. Meliha Acar’ın öldürüldüğü geceyi bir de sen anlat. Sen bu kadıncağızı tanır mıydın?
Sakine teyzenin yüzünde bir kasılma belirdi. Dudaklarını gerdi sonra gevşetip anlatmaya başladı:
Yok, ben tanımazdım. Muhtarlığın karşı sokağında yaşarmış kadıncağız. Bizim sokaktan değil yani. Saim pastaneye gelip gittiği için tanırmış kadını. Bir yerde çalışıyormuş da işten mi çıkarmışlar ne? Hatta o gün iş var mı diye sormuş da Saim’e. Eve geldiğinde anlatmıştı. Üzülmüş kadının haline. Boşanmış kadıncağız, kocası almış çocuklarını. Ekmeğini kazanırsa geri alacakmış evlatlarını. Gariban yani anlayacağın…
Bir dram daha! Ah Asude ah! Kocandan ayrıldın, ananın kardeşinin yanına geldin. Kazandığınızı adilce paylaştınız. Evini aldın, aç değilsin açıkta değilsin. Bir de “Ne talihsiz başım var!” diye dövünüyorsun. Millet ne şartlar altında yaşamaya uğraşıyor. Nankörsün kızım sen!
Fikri abinin soruları devam ediyordu:
Tamam, geldik cinayet gecesine… Saim geç mi geldi o gece?
Sakine teyze biraz düşündü. Acı olayları hatırlamak zorluyordu beynini belli ki:
Aksine, erken geldi o akşam. Pastane 11’e kadar açıktır. Saim de kapanana kadar kalır genelde. O gün nedense erken çıkmış. “Anacığım, gel birlikte yemek yiyelim.” dedi. Pek sevindim. Sofrayı kurduk, bana ev işlerinde yardım ederdi hep evladım. Hatta iş yaparken bazen başına yazma bağlar güldürürdü beni.
Kadıncağız, anlatacaklarının ağırlığı ile yutkundu. Ağlamamak için direniyordu. Belki ağlamaya başlarsa duramayacağından çekiniyordu:
Yemekte dertleştik, bu kadıncağızı konuştuk, işleri konuştuk. Ardından da masayı topladık. Kahve pişirdi Saim, geçtik karşılıklı içtik. Sonra telefonu çaldı. Gitti arka odada konuştu. Dedim ne de olsa erkek, bir kadın arkadaşı vardır filan… İnşallah bir kız bulmuştur da evlenir. Bugün gözümü kapasam bir başına kalacak. Herkese bir yoldaş lazım!
Fikri abi, konunun nereye gideceğini anlamıştı:
Hanım arkadaşı filan yoktu değil mi?
Başını hayır anlamında salladı Sakine teyze:
Ah evladım! Öyle saygılı ve efendidir ki benim oğlum! Dişi sineğe bakmaz başını kaldırıp. Ne kızlar bulduk da gösterdik. Kısmet olmadı. “Evlenmem!” diye tutturdu. Buncacık maaşla evlenilmezmiş, evini geçindiremezmiş. “Ne olacak, çalışan bir kız buluruz, olmadı beraber otururuz, yaşar gideriz.” dedim ama dinletemedim.
Şimdi de benim kafamda sorular oluşmuştu:
İyi ama zaten bu evin geçimini Saim Bey sağlamıyor muydu?
Sakine teyzenin ıslak bakışları bana çevrildi:
Yavrum, bu ev bana rahmetli babamdan kaldı. Kocamdan da maaşım var az bir şey. Kira vermediğimiz için elimize geçenle idare edip gidiyorduk. Yoksa Saim’in geliri gerçekten kıttı. Ama işte dediğim gibi, çalışan bir kız olsa… Benimle oturmayı da kabul etse… Gül gibi geçinir giderdik. Biz mütevazı insanlarız.
İçimden bir ses, Saim Bey’in geliri dışında da engelleri olduğunu söylüyordu. Sakine teyze, Fikri abiye çevirdi başını:
Ne diyordum? Ha, telefon! Neyse işte konuştu epeyce. Sonra geldi yanıma. “Anacığım, ben biraz çıkıyorum, bir arkadaşla buluşacağız. Müşkülü var çocuğun. Sen beni bekleme, yat.” dedi. Ben de yattım. Bilsem göndermezdim bir yere o gece. Hastayım der, bağırır çağırır yine yollamazdım. Kapıyı zincirlerdim gerekirse… Ama bilemedim işte.
Yazmasının kenarı ile ıslak gözlerini sildi. Artık ağlamaması mümkün değildi:
Evladım diye demiyorum Fikri Bey oğlum, vallahi karıncayı bile incitmez benim Saimim. Nerede kaldı kadının kafasını patlatmak! Kan göremez ki bir kere. Ben hastalansam hastaneye gidene kadar zor tutar kendini, sonra fenalaşıverir oralarda. Yapmaz benim evladım.
Fikri abi yerinden kalkıp elini kadının sırtına koydu.
Anacığım, bak kendini böyle bırakma. Dün sana da söyledim ya, çok iyi bir avukat bakıyor bu işe. Eğer dediğin gibi suçsuzsa mutlaka çıkarır oğlunu. Sen yüreğini ferah tut, duanı et, bizden haber bekle. Sakarya’da değil mi şu an Saim?
Kadın başını evet anlamında salladı. Biraz rahatlamış gibiydi:
Ah güzel çocuğum, şu iş bir çözülse… Saimciğimin suçsuzluğu bir ortaya çıksa… Allah yardımcımız olsun evladım. Allah sizden de o avukat hanımdan da razı olsun.
***
Emniyet kemerini bağlarken sordum:
Maksude Hanım mı ilgileniyor davayla?
Evet, ondan rica ettim. Sever böyle çetrefilli işleri. Mahkeme çocuğa bir avukat atamış ama tabii itiraf, parmak izi falan fazla bir şey yapamamış adam. Saim’in Maksude Hanım’a vekâlet vermesi gerekiyor. O işler bitsin, gidip görüşelim bir.
Yüreğimin minnetle dolduğu anda elimin altındaki çantanın zangırdadığını hissettim. Tabii ki telefonum titreşiyordu. Telefonu elime aldığımda bütün keyfim kaçtı:
Abi, Volkan arıyor.
Motoru çalıştırdı Fikri abi:
Arasın.
Açmayayım mı?
Yolu dikkatle süzdü Fikri abi:
Aç! Açmazsan kudurur. İz üstündeyiz, akşamüstü 4 gibi sana uğrayacağız de.
Ses tonumu, büyük bir firmanın müdürü ile konuşacak şekilde yumuşattım:
Merhaba Volkan, şu anda iz üstündeyiz. Akşam 4’te sana uğrayıp bulduklarımızı paylaşacağız. Uygun musun? Tamam, görüşmek üzere…
Fikri abi yan gözle bana baktı:
Ne diyor?
Kurnazca gülümsedim:
Bir şey demesine fırsat vermedim ki. Tamam dedi kapadı. E, saat daha 2 bile değil. 4’e kadar ne yapacağız?
Kızım var ya! Şurada yeni bir kebapçı açılmış. Adam kebabın Messi’siymiş. Gidip iki lokma bir şeyler yiyelim. Çok acıktım ben.
Kayışdağı Caddesi üzerinde, tipik bir Adana kebapçısıydı gittiğimiz yer. Camekânlı bir dış mekân oluşturmuşlardı. Böylece yemekten sonra sigara da zıkkımlanabilecektik. Kebapları gerçekten çok lezzetliydi. Ben Adana dürümümü sakince yerken Fikri abi bir beyti tabağını yanında içli köfte ve şalgam suyu ile birlikte gömmekle meşguldü.
Anlamadığım bir şey var. Kafamı kurcalıyor.
Fikri abi, çatalıyla acılı ezmeyi gösterdi:
Bir şey yemedin kızım ya! Şunun tadına bak bari.
Gözlerimi devirerek Fikri abiye baktım:
Seni seyretmek bile beni doyuruyor abi. Bırak şimdi. Bak ne diyorum?
Başını tabağından kaldırmadan sordu:
Ne diyorsun?
Şimdi bu dört kadının katilinin aynı kişi olduğunu farz edelim. Haydi, Sude tabanca, Aysun da bıçakla öldürüldü. Ani ölümler bunlar, tamam. Ama Meliha’nın kafası parçalanmış, Naciye Çoban’ın ise bilekleri kesilmiş. Bu kadınlar neden karşı koymamış? Yahu, apartmanda yaşıyorsun? Hem de görece komşuluğun daha bir sağlam yaşandığı bir mahallede… Çığlık atsan herkesi başına toplarsın.
Fikri abi, acılı ezmeden bir çatal aldı:
Belki duyan olmuştur da karı koca kavgası sanıp karışmamıştır kimse.
Abi, artık böyle davranmıyor insanlar. Kaldı ki Naciye Çoban’ın komşuları kocasının ne mal olduğunu biliyordur illa ki.
Fikri abinin çatalı boşlukta döndü:
Peki, ne oldu da bu kadar sessizce kendilerini cellatlarına teslim etti bu kadınlar?
Gözlerimi kıstım:
Benim bir fikrim var.
Çantamdan telefonumu çıkarıp kuzenim Yıldız’ın numarasını buldum ve aradım. İkinci çalmada açıldı:
Merhaba Asu, nasılsın?
İyiyim kuzen, sen nasılsın?
İyidir. Hayırdır? İyisin değil mi?
İyiyim, ya! Bir sorun yok. Sana bir şey danışacaktım, müsait misin?
Buyur.
Şu anda üstünde çalıştığımız bir dava var. Dört kadın öldürüldü, katilleri ortak olabilir. Kadınlardan ikisi canice öldürülmüş. Ancak ölüm sırasında karşı koymamış ya da bağırmamışlar. Bu çok garip geliyor bize. İnsanı böyle etkisiz hale getiren ilaçlar var mı?
Kuzenim kısa süre düşündü:
Tabii ki var. İlaçlarla adamı kısmi felç edebilirsin, tepki veremez hale getirebilir ya da uyutabilirsin. Mümkün yani.
Peki, bu ilaçlar otopside belli olmaz mı?
Yine kısa bir düşünme süreci:
Olabilir, tümüyle bedenden atılmadan ölüm gerçekleşmişse tabii ki toksikoloji testinde çıkar.
Peki, eğer katil bu kadınları ilaçla etkisiz hale getirmişse neden bu durum otopside çıkmamıştı?
Sağ olasın Yıldız. Bize yeni bir kapı açtın.
Ne mutlu! Peki, sonra detayları alacağım senden. Şimdi bir toplantıya girmem lazım.
Telefonu kapadıktan sonra merakla beni süzen Fikri abiye döndüm:
Şimdi kafamda iki soru var: Bu kadınlar karşı koymasın diye uyutuluyor olabilir mi? Eğer öyleyse ilaç otopside fark edilmez mi?
Dudaklarını büktü Fikri abi:
Benim bildiğim herkese toksikoloji testi yapmıyorlar. Ölüm nedeni belirginse… Gerek yok ki!
İşte cevap bu olabilirdi.
***
Volkan’ın ofisinde, gergin bir hava bizi bekliyordu. Toplantı masası üzerinde duran garip aleti işaret etti Fikri abi:
Hayrola Volkan, ofiste ip mi atlıyorsun?
Volkan ortamı rahatlatmaya hiç niyetli değildi:
İp değil o, germe ve çekme için kullandığım bir apart. Kolları güçlendirmek için. Senin asla kullanamayacağın bir şey yani…
Patron edası ile geçip yerine oturdu, arkasına yaslandı ve kollarını kavuşturdu. “Anlatın bakalım, ne hatlar karıştırdınız?” mesajıydı bu. İki dakika içinde cevap vermezsek kendi kendini imha edecek gibi duruyordu. Ama Fikri abi belli ki bu tavırlara şerbetliydi. Masanın önündeki koltuklardan birine oturdu, karşısındaki koltuğu da bana gösterdi. Sonra gözlerini Volkan’a dikip sessizce bekledi. Volkan neredeyse alev almak üzereydi:
Bütün gece seni aradım, ne cehennemdeydin Fikri?
Fikri abi, sol işaret parmağını sol kulağına soktu. Bir süre kaşıdı, tekrar ellerini göbeğinde birleştirdi:
Senin işin için koşturuyordum Volkan. Sen ne yapıyordun?
Alaycı bir ifadeyle güldü Volkan:
Bak ne güzel dedin. Benim işim için… Senin rüyanda bile göremeyeceğin bir adamdan aldığım iş için. Peki, neden benim haberim yok bundan?
Bir şey bulamadım. Bulsam haberin olurdu.
Yalancıktan bir şaşkınlık oturdu Volkan’ın yüzüne:
Ha, bir şey bulamadın demek? Bunu biraz açmak ister misin? Nedir o bulamadığın?
Fikri abi, her zamanki dervişane duruşu ile anlattı derdini:
Oğlum bak! Bu bir cinayet davası! Polis dört aydır bir şey bulamamış, ben dört günde mi ulaşacağım katile? Araştırıyoruz ve bir şey öğrendiğimizde de ilk senin haberin olacak tabii ki.
Volkan, adı gibi patlamak üzereydi. Araya girmemin zamanı gelmişti:
Sude’nin arkadaşlarını araştırıyoruz Volkan. İki şüphelimiz var. Biri de Serhat Bey’in bahsettiği Ali. Kendisine ulaşmak için uğraşıyoruz ama bize dönmüyor. Biz de onu takip etmeye başladık. Eğer buraya gelmek zorunda olmasaydık devam da edecektik. Ayrıca üniversite içinde de araştırma yapıyoruz. Kuzenim orada öğretim görevlisi, başka tanıdıklarımız da var. Biliyorum, senden hızlıca haber bekleyen insanlar var. Onlara araştırmamızın çemberini daralttığımızı ve çok yakında, mesela iki hafta içinde sonuca ulaşabileceğimizi söylersen sanırım hepimizin sorunu çözülecek.
Volkan, ölümcül bakışlarını bana çevirdi. O Apollon gibi adam, adeta Medusa’ya dönüşmüştü, taşa çeviriverecekti beni. Gözlerimi bile kırpmadım. Kendimden çok emin ve sakin görünmem gerekiyordu ve bunu daha önce de başarmıştım.
Dün gece aradığımda bunları bana söyleseydin sevgili Asude, ben de bugün sizi işinizden alıkoymazdım.
Dudaklarıma alaycı bir gülümseme yerleştirdim. Kale düşmüştü:
Konu ile ilgili bir görüşmedeydim sevgili Volkan. Bazı kanallara ulaşabilmek için bir hikâye uyduruyordum. Sana bunları açıklasaydım foyam meydana çıkacaktı.
Kararsız görünüyordu, fena afallamıştı.
Bak Volkan, karşında çoluk çocuk yok. İnsan ilişkilerinde gayet deneyimli bir kadınla, takip ve araştırma konusunda çok iyi bir adam var. Ya bize güvenirsin, bu işi birlikte çözeriz. Ya da bizi devreden çıkarırsın, kendin halledersin. Senin de üstüne basa basa söylediğin gibi bu senin işin.
Tökezlemiş hatta yerle yeksan olmuştu ama son sözü ille de o söyleyecekti. Bıraktım, söylesin:
Tabii ki bu kadar ilerledikten sonra sizinle devam edeceğim. Ama lütfen bana da bilgi verin. Adama açıklama yapacak olan benim sonuçta.
Ayağa kalktım:
Tabii ki vereceğiz. Sonuç alır almaz.
Fikri abi de benimle kalktı. Gerginliği bir nebze de olsa çözdüğümüze memnundu. Gözü yine masanın üzerindeki alete takıldı:
Ne oluyor şimdi bu? Kaslarını mı geliştiriyor?
Volkan’ın küçümseyen bakışları bir Fikri abiye bir alete kaydı:
Hareket kabiliyetini geliştiriyor. Şişirme kas yapmam ben. Ne o öyle ucube gibi!
Meraktan mı yoksa sadece Volkan’a üstün gelmek için mi bilmem, Fikri abi aleti yakından inceledi. İki elini, aletin yan tarafında bulunan tutamaçlara geçirdi. Volkan huzursuz olmuştu:
Fikri bırak şunu ya! Akşam akşam bir yerini sakatlayacaksın. En üst düzeyde gerginliği… İş çıkarma başımıza!
Aletin ortasında gerili dört çelik ipi inceledi Fikri abi, sonra da tutup çekti ve bıraktı. Hiç de zorlanmışa benzemiyordu. Aslan Fikri abim benim! Volkan’ın yüzünde takdirle karışık bir şaşkınlık belirdi:
Aferin! Göründüğün kadar kofti değilmişsin.
Şeytan dedi ki: “Al şu aleti, o çelik iplerin arasına sok şu kıvırcık kafayı, çek bırak!”
***
Bu olaydan sonra bir on gün kadar önemli bir gelişme yaşanmadı, Tamay Hanım’la yaptığım telefon konuşması dışında. Tamay Hanım, Fikri abinin evde olmadığı bir gün, sıcak bir öğle üzeri aradı beni. “Sanırım kutsal tanrıça çözülmesini istiyor bu cinayetin.” dedi neşeli bir sesle. “Dün meditasyon yaparken unuttuğum bir şey geliverdi aklıma.”
Meğer Sude onu ziyarete gittiğinde bir konudan bahsetmiş Tamay Hanım’a. “İnsanları şaşırtmayı severim ben. Önceden onun hakkında biraz bilgi almıştım tabii Serhat’tan. Uzun süren bir ilişkiden yeni çıktığını biliyordum. Bundan dem vurunca söyledi bunu bana. Ama önemli olduğunu o anda kavrayamadım.” Sude, sevgilisi onu terk edip Amerika’ya yerleşince büyük bir boşluğa düşmüş haliyle. O sıralarda tanıştığı bir adamla kısa bir ilişki yaşamış. Leman Sam’ın şarkısında dediği gibi: “Dün gece hiç tanımadığım bir erkeğe/ Sırf sana benziyor diye usulca sokulup merhaba dedim.” hikâyesi. Tabii bir süre sonra bu adamın gidenin yerini tutmayacağını anlamış. Ateş, ateşle söndürülmez. Gel gör ki adam Sude’ye fena halde âşık olmuş. “Ona istemeden umut verdim, yanlış yaptım. Kalbini kırmadan bu işi nasıl çözerim bilmem.” demiş Tamay Hanım’a. Hayır, Sude adamın adını söylememiş. Tamay Hanım da sormamış zaten. Gizli bir hayran ya da umut verilip ortada bırakılmış bir âşık tehlikeli olabilir diye anlatmak istemiş durumu.
Teşekkür edip telefonu kapadıktan sonra karşımda ellerini antiasit masamın üstünde dayamış şekilde bana bakan Esra’nın sesi ile irkildim:
İlginç! Yeni ve gizemli bir şüphelimiz var. Hayırlı olsun!
O gri ve tekinsiz gözlere baktım:
Bu olayı iki şekilde okuyabiliriz: Ya Tamay Hanım, şüpheleri arkadaşı Serhat Bey’den uzaklaştırmak için böyle bir hikâye uydurdu ya da gerçekten gizemli bir hayran var ortada ve kızı o öldürdü.
Esra, kolsuz, mavi keten elbisesi ile havaya karışırken üçüncü bir ihtimal geldi aklıma. Belki de bu tehlikeli âşık, sadece Sude’yi değil, diğer kadınları da öldürmüştü.
***
 
Arabanın arka koltuğundan geliyordu Maksude Hanım’ın sesi:
Çocuklar, otobandan çıkınca sol tarafta bırakıverin beni. Eşim orada bekliyor.
Fikri abi, dikiz aynasından Maksude Hanım’a baktı:
Ben bırakırdım seni abla, Caner abi rahatsız olmasaydı.
Maksude Hanım’ın sesinde “Aman rahatsız olursa olsun be!” tınısı hissettim:
O da Gebze’deydi bugün, dönüş yolunda buluşup birlikte dönelim dedik. Belki merhamet eder de bana yemek ısmarlar. Evde ağıza atılacak lokma yok.
Başımı arkaya çevirmeden sordum:
Eşiniz de sizin gibi avukat mı Maksude Hanım?
Neşeli bir kahkaha attı kadın:
Bir eve bir avukat yeter Asudeciğim. O mali müşavir. Birkaç şirkete danışmanlık yapıyor. Bugün de iş için gittiydi Gebze’ye.
Ne hoş! Peki çocuk?
Ah ben o işi bitirdim canım. Oğlan 23 yaşında. Üniversiteyi bitirdi, vatani görevini yapıyor şimdi.
Gerçekten şaşırmıştım:
A, ama maşallah! Genç bir yaşta anne oldunuz galiba.
Yine neşeli bir kahkaha yankılandı arabanın içinde:
Yok be kuzum! 25 yaşımdaydım. 48’i doldurdum geçen şubatta. Ama yine de sağ ol. İyi geldi bu.
Dişli avukatı istediği yerde indirdikten sonra E5 üzerinden yolumuza devam ettik. Aramızdaki sessizlik sinir bozma duvarını aşınca bir şey söyleme gereği hissettim:
Aklım almıyor Fikri abi. Bu nasıl oldu, anlamış değilim.
Fikri abi, gözünü yoldan ayırmadı:
Neyi anlamadın ki? Her şey ortada! Naciye Çoban’ın oğlunun verdiği listeyi görür görmez işkillenmiştim ben zaten. Saim’in sözleri de doğruladı kuşkumu.
Bu değil benim dediğim… Saim’in durumu aklıma yatmıyor bir türlü. Neden işlemediği bir cinayeti itiraf etti? Niye olanı biteni söylemedi?
Derin bir nefes aldı Fikri abi:
Neler yaşadığını bilmiyoruz Asude. Hak vermesem de anlıyorum ben çocuğu. Düşünsene, yıllardır içinde sakladığın bir şey var ve kimselere itiraf edemiyorsun, kendine bile. Bununla savaşıyor, yenemiyorsun. Sonra birden karşına biri çıkıyor ve tüm duygularını anladığını, sana istediğin aşkı verebileceğini söylüyor. Üstelik çok da güzel biri… Aklın karışmaz mı?
Karışırdı herhalde.
Peki, şimdi ne yapacağız?
Maksude abla bilir işini. Ne çetrefilli işlerle uğraştı da halletti. Hele davayı yeniden açsın da bakalım neler yapabiliriz?
Elimizde makul şüphe dışında bir şey yok. Muharrem soyadını bilmiyor, Saim’e de söylememiş. Biraz zor görünüyor bu iş.
Fikri abinin torpido gözünün üstüne koyduğu telefonun ışığı yandı.
Asu baksana şuna? Yine Volkan mı arıyor?
Telefonu elime aldım, arama değildi, bir mesaj gelmişti. Yüreğim hop etti:
Ahmet Hoca’dan mesaj gelmiş. “Maçı izlemiyor muyuz?” diyor.
Fikri abi, sol elini alnına vurdu:
Ah be! Bugün Fenerbahçe-Galatarasay maçı vardı! Ahmet Hoca’ya da söz verdimdi birlikte izleriz diye! Asu sana zahmet, “İşimiz geç bitti, yoldayız. Yetişemeyiz.” yazsana.
Ahmet Hoca cephesinde güzel bir fırsat daha kaçmıştı. Fikri abinin istediği mesajı gönderip telefonu aldığım yere koyacakken birden dank etti kafama:
Abi, bugün 25 Ağustos!
Evet, Fener’in maçı var işte!
Ya onu demiyorum! Katilin rutini… Bu gece yine birini öldürecek! Engel olmalıyız.
Fikri abi şaşkın bakışlarını bana çevirdi:
Kimi öldüreceğini bilmiyoruz ki!
Esra’nın sesi geldi bu defa arka koltuktan:
Söyle ona müdürüm!
Endişeyle derin bir nefes aldım:
Biliyoruz abi! Maktulü katille biz tanıştırdık!
DEVAM EDECEK…