Esra, şaşkın bakışlarımın eşliğinde karşımdaki hazır sandalyeye oturdu, yüzünü bana çevirdi:
− Bu ne hal? Hayalet görmüş gibisin?
Yutkundum, alabildiğim kadar derin bir nefes aldım, aramızdaki masanın üstünde duran sigara paketinden bir sigara çekip yaktım.
− Aklımı kaçıracağım böyle yapmaya devam edersen Esra.
Esra, başını kaldırdı, sağ elinin işaret parmağı ile açık balkon kapısının ardındaki salonu gösterdi:
− Çok ayıp Asude! Benden korkman çok ayıp! Eğer ben olmasaydım bugün senin kırk mevlidin okunuyordu orada.
Gerçekten mi? Kırk gün olmuş muydu? Gayriihtiyari karanlık salona baktım. Koltukların koyu lacivert fonu görünmüyordu ama salon canıma vuran sokak lambasının ışığında altın sarısı işlemeleri seçiliyordu. Başımı biraz utanarak Esra’ya çevirdim:
− Haklısın Esra. Ama insan kısmı bilmediği şeyden korkar. Bunu istemsizce yapar. Ben de senin kim ya da ne olduğunu bilmiyorum.
Sandalyeye iyice yaslandı, ellerini masanın üstünde birleştirdi:
− Sana zarar vermeyeceğimi biliyorsun. Bence bu yeterli olmalı. Kendine de bilinçaltında da bunu sık sık hatırlat lütfen!
Gözlerimi Esra’nın tekinsiz gri yeşil gözlerine diktim. Sesimi olabildiğince tehditkâr bir biçimde kullanmaya çalıştım:
− Kimsin sen Esra?
Esra’ya tehdit söker miydi?
− Cevabını alabileceğimiz sorulara odaklanalım. Aysun diyordun, kim bu Aysun?
− Yani senin kim olduğunu asla öğrenemeyeceğim, öyle mi?
Yine o ifadesiz boş bakışlar:
− Her şeyi öğreneceksin. Ama zamanı var.
Bu durum, beni biraz rahatlatmıştı. Esra gülümsedi:
− Niye burası bu kadar karanlık? Karanlıktan korkma, benden kork! Ne komik kadınsın sen müdürüm?
Sağ elinin parmağı ile masanın üstünde duran cam mumluğu gösterdi. İçinde bir çay mumu vardı. Anneme hediye gelmişti ama annem gelen cicili bicili hediyeleri, özellikle mumlukları süs olarak kullanmayı tercih ettiği için hiç yakılmamıştı. Esra gülümseyerek parmağını mumluğa iyice yaklaştırdı ve mum aniden yandı. Balkonu minicik bir ışık sardı. Yine yüreğim hoplamıştı. Kendime mukayyet olmaya çalışıyordum ama nafile.
− Aysun’a dönelim artık. Anlat, açılırsın.
Birkaç dakikalık kafa karışıklığından sonra düşüncelerim düzene girdi. Beynimin bu çalışma sistemine hayranım, hep de hayran kalacağım.
− Teyzemin kızı Binnaz, özel bir hastanede doktordur. Aysun onun hemşiresiydi. Nazik, genç bir kızdı. Annesini küçük yaşta kaybetmiş, babası da yeniden evlenmiş. Bu garibim üvey anne ile anlaşamamış, hep yatılı okullarda okumuş. Sonra da hemşire çıkmış. Binnaz onu çok severdi. Hepimiz severdik. 25 yaşında, kendi ayaklarının üstünde duran, becerikli ve sevecen bir kızdı. Tek başına yaşıyordu. Geçen yıl aralık ayında bir akşam, manyağın biri evine girmiş. Kızı bıçaklamış.
Esra gözlerini masaya dikmiş, beni dikkatle dinliyordu. Başını kaldırdı ve yine göz göze geldik:
− Aysun nerede yaşıyordu?
Düşündüm. Yok, bu sorunun cevabını bilmiyordum:
− Hastaneye yakın oturduğunu söylemişti Binnaz. Hastane Doğu Ataşehir’de, herhalde oralarda bir yerlerdedir.
− Kızın soyadı neydi?
Bunu da bilmiyordum. Binnaz’ı bu saatte arayıp soramazdım tabii. Düşüncelerimi okudu adeta Esra:
− Şu senin dijital abonelikli gazetelerin arşivine ulaşabiliyor musun?
“Dijital abonelik” tamlamasını alaycı bir vurgu ile söylemesini hiç umursamadım.
− Tabii. Bilgisayar işyerimde kaldı ama tabletim burada. Hemen getiriyorum, deyip salona geçtim. Sehpanın üstünde duran tableti alıp balkona döndüm. Gazeteyi bulup anahtar sözcükleri yazdım: Ataşehir, Aysun Hemşire, Aralık 2013. Biraz sonra haber ekrana yansıdı:
Aysun Hemşire’yi Hunharca Katlettiler
25 Aralık 2013 Salı. Ataşehir ilçesi, Kayışdağı Mahallesi’nde korkunç bir cinayete sahne oldu. Özel bir hastanede hemşirelik yapan Aysun Çizmeci (25) evinde bıçaklanarak öldürüldü. Olay, ertesi gün onu almaya gelen mesai arkadaşının yedek anahtarı kullanarak eve girmesi ile ortaya çıktı. Genç hemşirenin ölümü iş arkadaşlarını yasa boğarken polis geniş çaplı bir araştırma başlattı. Genç kadının bir tutku cinayetine kurban gittiği düşünülüyor.
− Çok garip, o da Kayışdağı’nda yaşıyormuş, dedim kendi kendime konuşur gibi.
− Neresi ilginç? Çok güvenli bir semt mi? Cinayet işlenmiyor mu orada?
Başımı tabletten kaldırmadan cevap verdim:
− Yok, ondan değil. Sude Demirci de Kayışdağı’ndaki evinde öldürülmüştü geçen nisanda. Garip bir tesadüf!
Esra’nın sesi tabletin gerisinden geldi:
− O zaman o bölgede işlenen cinayetleri bir tarat bakalım. Neler bulacaksın?
Anahtar kelimeleri yazdım: Kayışdağı haberleri. Açılan belediye kursları, Darülaceze’deki etkinlikler, bölgede gerçekleşen sosyal faaliyetleri geçtim. Sonra aramayı daha da detaylandırdım: Kayışdağı, şüpheli olaylar, cinayetler. Önüme dizilen haberleri okumaya başladım. İki müteahhidin bir arsa için birbirlerini vurmaları, esnaftan üç kişinin arasındaki bıçaklı kavga, ailesinin evine sığınan bir kadının kocası tarafından yaralanması ve kadını öldürdüğünü sanan adamın kendisini vurması… Birkaç saat sonra, annemin televizyonda izlediği tarifleri not etmek için kullandığı deftere önemli gördüğüm birçok şeyi yazmıştım. Saat üçe gelirken artık gözlerim kapanıyordu, Esra da silinip gitmek üzereydi. Her şeyi kapatıp kendimi yatağa attım.
Sabah ona doğru uyandım. Esra yine ortada yoktu. Tabletimi ve yazdıklarımı almak için balkona çıktığımda mumluğa göz attım. Hayır, çay mumu hiç yanmamış bir şekilde cam mumluğun içinde duruyordu. Allah’ım aklıma mukayyet ol!
Mutfağa girip yumurtalı, peynirli, zeytin ezmeli sandviçler hazırladım, bir çantaya koyup Kadıköy’e doğru yola çıktım. 10.30’da Fikri abinin kapısındaydım. Tam anahtarımı kilide sokmak üzereydim ki arkamda bir sesle irkildim:
− A, merhaba Asude Hanım! Hayrola cumartesi gelmişsiniz.
Başımı çevirdiğimde Ahmet Taşovalı’nın merdivenlerden çıkmakta olduğunu gördüm. Birden çok mutlu oldum. Ahmet Taşovalı’yı ilk kitabından beri takip ederim. Onunla komşu olmak da çok keyifli bir durumdu. Daha önce de birkaç kez sohbet etmiştik. Kadıköy’deki Fransız okulunda felsefe öğretmeniydi ve Fikri abinin maç arkadaşıydı. Bu kadar entelektüel bir adamın, toplumların yeni afyonu olan futbola ilgi göstermesi oldukça şaşırtıcıydı ama işte erkek sonuçta erkekti demek.
− Merhaba Ahmet Bey, bize mi geliyordunuz yoksa?
Sağ yanağında bir gamze açtı Ahmet Taşovalı’nın:
− Yok, hayır. Alt kattaki Nükhet Hanım beni kahvaltıya davet etti de sağ olsun. Oradan geliyorum.
Nükhet Hanım, banka müdürü, 30’lu yaşlarında, boyama sarışın, bakımlı hoş bir hatun. Birden yüreğim soğudu. Biz de mi bir kahvaltı hazırlasak? Ya da bir maç etkinliği filan mı yapsak? Ayın 25’inde Fenerbahçe-Galatasaray derbisi var mesela. Tam bu konuda bir şeyler söyleyecektim ki vazgeçtim. Bana ne? İstediği insanla istediği gibi kahvaltı eder, yemek yer adam. Bana ne oluyor? Beni ne ilgilendirir? Ne ayıp şey! Sanki kadını kıskanıyormuş gibi… Kıskanıyor muyum? Yok canım! Neden kıskanayım?
− Afiyet olsun! İyi günler!
Hızlıca içeri girip adamcağızı kapıda bıraktım. Şaşırmıştır herhalde. Şaşırmış mıdır? Neyse şimdi işimiz var. Fikri abi görünürde yoktu. Yoksa evde değil miydi? Olur ya! Alışverişe çıkmıştır, arkadaşları ile buluşmuştur. Birkaç kez seslendim. Son seslenişimin hemen ardından odasından çıktı Fikri abi. Gözleri kan çanağı:
− Hayrola? Cumartesi niye geldin? Rüyanda mı gördün beni?
Acele ile odasının kapısını kilitleyip anahtarı çakmak cebine koydu. Birkaç kez burnunu çekti. Arkası bana dönük olduğu halde parmakları ile gözlerini ovuşturduğunu görebiliyordum:
− Yalnız başıma kahvaltı etmekten nefret ederim, sana da sandviç yaptım, diyerek elimdeki çantayı havaya kaldırdım. Fikri abi bana döndü. Hâlâ çok tatsızdı:
− Ne zaman geliyor Altanlar?
“Kardeşin gelsin de benim yakamdan düş!” tınısı mı vardı sesinde? Hızla mutfağa yöneldim. Çay demlenmemişti. Isıtıcıya su koyup düğmesine bastım:
− Haftaya cumartesi evde olurlar. Figen’in seminer dönemi başlıyor tabii.
Fikri abi salona geçti, kanepeye adeta serildi. Ona çay demlenene kadar biraz zaman verdim. Kendini toplasın, konuşacak kıvama gelsin. Sonra çayları ve sandviçleri bir tepsiye koyup salona geçtim.
− Aldın mı dosyayı?
Başını salladı Fikri abi. Sağ eli ile sehpada bulunan dosyayı gösterdi. Güzel, demek lafı ağzından kerpetenle alacaktım. O zaman ağır toplardan başlamalıydım. Çantamdan not aldığım defteri çıkardım ve Fikri abinin yanına oturdum.
− Önemli bir şey keşfettim. Ama önce şu dosya hakkında özet geçer misin bana?
Toparlanıp dosyayı eline aldı Fikri abi:
− 23 yaşında gencecik bir kız. Son sınıftaymış. Sınavı varmış o gün. Çok çalışkan bir kız olduğu için hayatta kaçırmazmış sınavları filan. Arkadaşları ulaşmaya çalışıyor ama cevap alamıyorlar. Babasını aramışlar belki onun yanındadır diye. Babasının evi de ta Yeşilyurt’ta… Adam demiş ki “Gidin kırın kapıyı, ben de geliyorum.” Bunlar da bir çilingir bulmuşlar, dayanmışlar kapıya. Neyse uzatmayalım, kapıyı açıyorlar, bir de bakıyorlar ki kızcağız alnında iki kurşunla yatıyor.
Baba için ne büyük kâbus olmuştur. Düşünmek bile içimi kararttı.
− Peki, dosyada işe yarar bir bilgi var mı bizim için?
Bacak bacak üstüne attı Fikri abi:
− Yakın arkadaşları Pelin ve Ali’nin telefonları var. Cesedi bulan çocuklar… Onlarla konuşabileceğimizi belirtmiş Akif Bey. Telefonları filan var. İkisi de İstanbul’da yaşıyor. Ulaşırız. Tiyatroya merakı varmış, bununla ilgili çalışmalar yapıyormuş. Bir de sosyal sorumluluk projesinde yer alıyormuş son zamanlarda. Bir grup arkadaşı ile otizm hakkında bir oyun sergiliyorlarmış çevredeki okullarda. Evine yakın bir kolej varmış. Orada da oynayacaklarmış. Hatta okulun müdür yardımcısı da onlara çok destek vermiş. Uzun uzun sohbet etmişler, planlar yapmışlar. Hatta birkaç kez o da katılmış provalara filan. Ama kısmet olmamış. Yalnız kadın biraz arıza, Akif Bey onun da telefonunu istemiş dosyaya koymak için. Nedense kadın vermemiş. “Polise dedim ben diyeceğimi.” demiş.
Bu ilginç işte! Birkaç soru sorulacak hepi topu. Niye böyle düşünmüş acaba?
− Garip, hangi okul acaba? Belki benim yeğenlerden birinin gittiği bir okuldur ya da öğretmen kuzenim var, Hilal, ona da sorarım.
Fikri abi, dosyayı eline aldı, biraz karıştırdı, sonra ucunu kıvırdığı bir kâğıdın üzerine parmağını koydu:
− Feneryolu Koleji.
Tesadüfün iğne deliği… Fikri abinin kızarmış gözlerine soran bakışlarımı fırlattım:
− Abi, kadının adı Şerife mi?
Dosyadan kontrol etti Fikri abi. Sonra da bana şaşkın bakışlarını gönderdi:
− Nereden bildin kız? Sende bir ermişlik durum var ya neyse! Evet, Şerife Yalçın.
− Hiç alakası yok. Kadın benim kiracıların karşısında oturuyor. Dün müşerref olduk kendisiyle. Onu dert etme, ben bir şekilde onunla konuşurum. Ahbabımız sayılır.
Fikri abi dudaklarını büktü:
− Kızım, bu hadiseler hep seni mi buluyor ya?
Gerçekten beni mi buluyor hep? İşte yine bir aydınlanma oluştu beyin loblarımda. Bu defaki biraz daha kapsamlı. Yoksa Esra etrafımda bir cinayet vakası olunca mı giriyor hayatıma? İlkinde Nilgün vardı, şimdi de bu kızlar… Bu artık her neyse, beni cinai araştırmalarda yönlendiren bir yaratık mı? Bir çeşit cinayet perisi?
− O zaman bir yol haritası belirleyerek işe başlayalım Fikri abi. Ama önce beni dinle. Akşam biraz araştırma yaptım. Kuzenim Binnaz’ın bir hemşiresi vardı, Aysun. Geçen Aralık’ın 25’inde kızı evinde bıçakladılar. O da Kayışdağı’nda yaşıyormuş. Tam nerede bilmiyorum. Ama o bölgede biraz araştırma yaptım gazete haberlerinden yararlanarak. Şüpheli olayları ve cinayetleri araştırdım. Karşıma şöyle bir tablo çıktı.
Yazdıklarımı Fikri abiye gösterirken bir yandan da elimdeki kalemle işaretler koyuyordum notlarıma:
−25 Nisan 2013’te evinde tek başına yaşayan 46 yaşındaki Naciye Çoban, bileklerini keserek intihar etmiş. Yanında “Bıktım artık!” yazan bir intihar notu varmış. O sırada oğlu askerdeymiş, apar topar gelmiş tabii. Yazının annesine ait olmadığını, çok zor zamanlar geçiren bir kadın olarak annesinin asla intihar etmeyeceğini söylemiş. Soruşturma açılmış. 25 Ağustos 2013’te ise yine Kayışdağı’nda 30 yaşında bir kadın, Meliha Acar katledilmiş. Başı ağır bir cisimle ezilmiş kadının. Tanınacak halde değilmiş. Çok fena! 25 Aralık 2013’te de bizim Aysun katledildi. Yer Kayışdağı, bu defa bıçakla öldürülmüş. Son olarak da araştırdığımız olay, 25 Nisan 2014’te kurşunlanarak hayattan koparılan Sude Demirci. O da Kayışdağı’nda yaşıyor, değil mi?
Fikri abi, başını salladı:
− Kayışdağı Caddesi üstünde, Darülaceze’nin tam karşısındaki sokaktan giriyorsun, ikinci apartman.
İlk maceramdan deneyimliydim tabii:
− Cadde üstünde ise kameralar bulunur orada. Kayıt filan bulamamışlar mı?
Fikri abi, dudaklarını bilmiyorum anlamında büktü, sonra elindeki dosyayı kaldırdı:
− Bilmiyorum, bulduysalar bile burada yazmıyor. Bazen polis bilgi vermez hassas bir durum varsa filan.
Çıkmaz sokak! Peki, biz nasıl ulaşabilirdik o bilgiye? Biz konuşurken çaylar soğumuştu. Kupaları alıp mutfağa götürdüm ve taze çay koyup geri geldim:
− Abi, baksana şu sandviçlerin tadına! Ben yaptım diye mi yemiyorsun?
Fikri abi, beni başından savmak için bir tanesini alıp ısırdı. Garip, çok garip! Bu kilitli oda konusunu aydınlatmalıyım. Orada Fikri abiyi zorlayan, sıkan bir şey var. Muhtemelen rahmetli eşi ile ilgili bir şey. Biz bu konu hakkında hiç konuşmadık Fikri abi ile. Hiç cesaret edemedim sormaya. Uygun gördüğü bir anda onun anlatmasını bekledim. Ama o an hiç gelmedi.
Oturdum, bir sandviç de ben ısırdım. Birkaç yudum çay içtim. Aramızdaki sessizliği, sandviçini bitiren Fikri abi bozdu:
− Anlattıkların ilginç! Daha detaylı bilgi alalım. Dur bakayım, Ataşehir Emniyet’te kim vardı? A, bizim Erdi Komiser var! Ona soralım bir hele!
Sehpanın üzerinde duran Nuh nebiden kalma cep telefonu eline aldı ve Erdi Komiser’in numarasını buldu, aradı.
− Erdi Komiserim nasılsın? Müsait miydin? Çok şükür, idare ediyoruz! Ya ben seni niye rahatsız ettim? Ah, ciğerim benim, sağ ol. Bir dosya geldi de bana. Bu Sude Demirci cinayeti ile ilgili. Babası bizim Volkan’ı tutmuş da. Ya işte! Eh tabii. Birkaç soru soracağım zamanın varsa. A, sana zahmet vermeyelim? Öyle mi? Tamam gözüm, hemen geliyoruz. Ya bak sana söylemedim, benim artık bir yardımcım var, gelince tanışırsınız. Haydi görüşürüz.
Konuşmadan anladığım kadarıyla Erdi Komiser ile görüşmeye gidiyorduk. Eşyalarımı toplamaya başladım. Fikri abi de ayaklandı hemen.
− Ataşehir Emniyet’e gidiyoruz Asude. Haydi, bu sandviçleri dolaba koyalım, ben akşam yerim hepsini. Çayın da altını söndür sana zahmet.
Cumartesi trafiği bize merhamet etmişti. Hiç konuşmadan ama bol bol düşünerek geçirdiğimiz 45 dakikalık bir yolculuktan sonra Ataşehir Emniyet’te, Erdi Komiser’in odasında oturuyorduk. Erdi, otuzlarının başında, uzun boylu bir adamdı. Gözleri yüzüne oranla oldukça büyüktü ve bu durum “Benden bir şey kaçmaz! Ayağını denk al!” mesajı veriyor gibiydi. Sakin, soğukkanlı birine benziyordu. Ama Fikri abi ile çok iyi dost oldukları belliydi. Bizi kapıda karşılamış, Fikri abiye sarılmıştı. Fikri abi de Erdi’nin eşinden, kızından, yeni doğmuş oğlundan haber sormuştu. Nihayet sıra bana geldiğinde Fikri abi her zamanki teraneyi yani ona yardım etmek için geçici bir süre yanında çalıştığımı anlatarak beni tanıştırmıştı.
Erdi bize birer Türk kahvesi söyledi ve böylece başladı aramızdaki cinai meselelere dair konuşma. Aldı sözü Fikri abi:
− Erdi’ciğim, telefonda da dedim ya, Akif Demirci, kızının katilini bulmak için Volkan’ı tutmuş. O da bana geldi tabii.
Erdi Komiserin yüzü ekşidi:
− Çok anlar ya sosyete dedektifi bu işlerden… Ömründe kaç cinayet çözmüş Allah aşkına!
Fikri abi, bıyık altından gülümsedi:
− Niye öyle diyorsun yeğenim? Hatice Çınar vakasını unuttun galiba.
Erdi kahkahasını tutamadı:
− O mu çözmüş olayı? Allah bildiği gibi yapsın onu! Katil kendisi gelip itiraf etmedi mi ya?
Fikri abinin neşesi yerine gelmişti. Yüzü gülüyordu:
− O ikna etmiş ya adamı teslim olmaya!
− Ya, tabii! Bırak Allah’ını seversen! Katilin kim olduğunu bile bilmiyordu ifadeye geldiğinde. Aslan Namlı’yı katil sanıyormuş meğer. İfadesini de öyle verdi mal! Biz düzelttikçe “Ben de Veli Togar diyorum ya zaten!” deyip durdu. Artist artist konuşsun ancak.
Fikri abi güldü:
− Neyse. Biz senin çok zamanını almayalım yeğenim. Bizim Asude Hanım’ın dikkatini çeken bir durum var. Bir anlatsın da dinleyiver.
En etkileyici halimle söze girdim:
− Evet komiserim, sizin vaktiniz değerlidir. Ben naçizane, gazete haberlerini araştırdım biraz. İlginç bir durumla karşılaştım. Sude Demirci’nin öldürüldüğü mahallede yani Kayışdağı’nda gerçekleşen olaylardan birinde kurban Aysun Çizmeci, benim de yakinen tanıdığım ve sevdiğim bir kızdı. Şimdi müsaadenizle arz edeyim, dedim ve bulduklarımı bir kez de ona tekrarladım.
Erdi Komiser beni dikkatle dinledi:
− Şimdi Asude Hanım, yanlış anlamadımsa siz bu cinayetler arasında bir bağlantı var diyorsunuz, değil mi?
İlk yazdığı öykünün göklere çıkarılmasını bekleyen bir yazar edası ile cevapladım:
− Evet, olabilir gibi geldi bana.
İçeri giren görevli kahvelerimizi bırakırken, Erdi Komiser de elindeki plastik tükenmezle sümen üstündeki kâğıdı çiziktirmeye başladı:
− Bu dört kadının birbiri ile bir bağlantısı olduğunu belirlemedik biz. Hepsi bağımsız olaylar. Kadınlar aynı mahallede yaşıyor olabilirler ama farklı çevrelerden geliyorlar. Misal Naciye Çoban vakasını çok iyi hatırlıyorum, kadıncağız uzun süre eşinden şiddet görmüş sonunda dayanamayıp kadın sığınma evine gitmiş. Boşanmış filan. Bir yerde çalışmaya başlamış, evladını okutup askere yollamış bir anne. Evlere temizliğe giden, kendi halinde bir kadın. Diğer kurbanlarla bir tanışıklığı ya da bağlantısı yok. Ayrıca olayın cinayet olduğuna dair bir bulgu da yok. Oğlu nottaki yazının annesine ait olmadığını söylediği için vaka şüpheli. Yoksa kâğıtta da kalemde de kadının parmak izlerinden başka iz yok. Araştırma sürüyor tabii ama intihar şüphesi daha ağır basıyor. Oğlu, annesinin inançlı bir Müslüman olduğunu, asla intihar etmeyeceğini söyledi. Ama geçmişine baktığımızda zorlu olaylar görüyoruz, kadın sonunda gerçekten hayattan bıkmış, yorulmuş olabilir. İntihar vakalarında çok görülür bu durum.
Sözün burasında masada bulunan bilgisayara baktı, birkaç dosya inceledi:
− Meliha Acar vakasının faili de yakalandı bu arada.
Dedektifliğin buraya kadar Asude Bahar! Bak, katillerden birini yakalamışlar bile. Erdi Komiser, ders verir gibi bir sesle anlatmaya devam etti:
− Katil, kadının yaşadığı yere çok yakın bir pastanede çalışan sessiz sakin bir adammış. Cinayet aleti olan dambılda onun parmak izleri bulunmuş. Zaten hemen çözülmüş. İtirafı var.
Bu noktada bir şey geldi aklıma:
−Komiserim, ben çok amatörce bakıyorum olaylara tabii ama… Şunu merak ettim: Bu kadın, kafası dambılla ezilirken hiç karşı koymamış mı? Bir de katil neden üstünde parmak izleri olan cinayet aletini orada bırakır?
Erdi Komiser yarım bir gülücükle cevap verdi:
− Seviyoruz galiba polisiye olayları? Yok Asude Hanım, öyle değil. Dambılı maktulenin yanında bulmadık, arka sokaktaki çöp konteynerinde bulduk. Üstelik kan revan içinde bir cinayet aletinden bahsediyoruz. Buna rağmen parmak izlerini tanımlayabilecek teknolojimiz var. Kadının karşı koyup koymadığına gelince… Maalesef karşısındaki adam çok güçlü ise 45 kg bir hanım fazla bir şey yapamaz. Cesedin durumu çok fenaydı. Uzun uzun tetkik edildiğine emin olabilirsiniz.
Emindim zaten. Ama kafamdaki sorular bitmiyordu bir türlü:
− Peki, katilin parmak izlerini nasıl elde ettiniz? Yani karşılaştırmak için. Adam şüpheli miydi? Sadece meraktan soruyorum.
“Gel evladım, aydınlatayım seni!” havasında devam etti Erdi Bey:
− Katil Saim Sabak’ın çalıştığı pastaneye hırsız girmiş birkaç yıl önce. Hırsızın parmak izlerini ayırmak için tüm çalışanlarınki alınmış tabii. Sistemimize giriyor bu izler. Hemen tespit edildi. Zaten dedim ya, adam itiraf etmiş.
Bu durumda elimde sadece Aysun ve Sude Demirci’nin cinayetleri kalmıştı.
− Komiserim, sizden şöyle bir şey rica edebilir miyim? Aysun Çizmeci ve Sude Demirci vakaları ile ilgili bir gelişme var mı? Öğrenebilir miyim?
Erdi Komiser birden ciddileşti:
− Var ama bunu kamuoyu ile paylaşmak, davanın selameti açısından çok sakıncalı Asude Hanım. Bunu sizinle paylaşmam mümkün değil.
Fikri abiye baktım. Dirseğini oturduğu koltuğun kolçağına dayamış, dikkatle Erdi’yi dinliyordu.
− Yani bana da bilgi vermeyeceksin yeğenim, öyle mi?
Erdi, benimle konuşmaya devam etti:
− Asude Hanım, Fikri abi benim için çok değerlidir. Ben onun sayesinde buradayım. 13 yaşımda babasız kaldım. Babam rahmetli, pazarcıydı. Biz dört kardeş kalakaldık ortada. Şükrü Saraçoğlu’nun önünde, maçlardan önce flama, bayrak filan satardım ben aileme yardımcı olmak için. Bir gün Fikri abi ile karşılaştık. Benden bayrak aldı, aslında yanında bayrak vardı ama yine de aldı. Sonra benimle uzun uzun sohbet etti. Ona polis olmak istediğimi ama okula gidemediğimi anlattım. Fikri abi adresimi aldı. Bir hafta sonra evimize geldi, çalıştığı gazeteden, yaşadığı yerden, ailesinden filan para toplamış. Aydan aya belli bir miktar vereceğini söyledi anama. Tek şartı, adam olduktan sonra kardeşlerimi de okutmamdı. Ben komiser oldum, erkek kardeşlerimden biri matematik öğretmeni Malatya’da. Diğeri elektrik mühendisi oldu, Saray’da bir fabrikada çalışıyor. En küçüğümüz kız, o da bu sene laborant çıktı. İşe başlıyor haftaya kısmetse. Yani bu adam değiştirdi benim hayatımı. Ama görev bu, beni aşar. Ben ona bile elde ettiğimiz bulguları söyleyemem.
Seviyordum ben bu adamı. Önüne çıkan bir çocuğun elinden tutmuş, onun ve kardeşlerinin hayatını değiştirmişti. Fikri abinin yüzünde tevazu vardı. Gözlerini yere indirmiş, Erdi’yi dinliyordu. Başını kaldırdı ardından:
− Abartma yeğenim. Sen de acar çıktın, çalıştın, başardın. Hak ettin yerini. Bu lafları bırakalım şimdi. Sen sadece he de ben anlarım. Bu Sude Demirci cinayetinde farklı bir parmak izi bulamadınız, değil mi?
Erdi başını öne arkaya salladı.
− Cinayet aleti de kayıp?
Yine bir baş sallama hareketi.
− Kurşundan bir şey çıktı mı? Balistik filan?
Bu defa baş iki yana sallandı. Fikri abi, dudaklarını birbirine bastırdı. Başını düşünüyormuş gibi tavana dikti. Sonra da ayağa kalktı:
− Eyvallah yeğenim. Bu kadar bilgi bana yeter. Seni de işinden gücünden ettik. Nimet’e selam, çocukları da öp benim için.
Ben de peşinden kalktım, Erdi Komiser’in elini sıktım:
− Memnun oldum Asude Hanım, dedi içten bir sesle. Lütfen devam edin, aslında dikkatli bir insansınız. Gerçekten bu dört olay da aynı mahallede gerçekleşti. Bir tek Sude Demirci’nin evi Fındıklı Mahallesi’nde. O da cadde üstünde, sınırda yani. Naciye Çoban, Kayışdağı Muhtarlığının hemen sağındaki sokağın içinde yaşıyordu, Meliha Acar ise solundaki sokakta. Sizin Aysun Çizmeci ise muhtarlığın önünden geçen Rumeli Caddesi’nin sonuna doğru bir apartmanda öldürüldü.
Son kez şansımı denemek istedim:
− Ben de çok memnun oldum komiserim. Ben asılında tarihlere takılmıştım. Naciye Çoban ile Sude Demirci’nin cinayeti 25 Nisan’da işlenmiş. Yılları farklı. Meliha Acar ile Aysun’unki ise 25 Aralık’ta.
Gülümsedi Erdi Komiser:
− Bu şehirde her gün adam öldürülüyor Asude Hanım, şimdi istesem ben de ne acayip bağlantılar çıkarırım size.
Arabaya bindiğimizde Fikri abiye sordum:
− E, şimdi biz ne öğrendik?
Motoru çalıştırdı Fikri abi:
− Senin bulduklarından bir şey çıkmadığını…
Kemerimi bağladım:
− Yani başa döndük.
Fikri abi, penceresini açtı:
− Bu ne sıcak be! Şu işi biraz kolaylayalım da ben biraz kaçayım anamın yanına Asude. Sen de istersen dinlenirsin istersen açarsın bizim tekkeyi.
Gerçekten sıcaktı. Birkaç gün daha Saros’ta ya da başka bir yerde denize girme fikri beni çok mutlu etmişti birden. Arkadaşlarımın yazlıklarını ya da uygun bütçe ile tatil yapabileceğim yerleri düşündüm. Acaba Fikri abinin annesi bana düzgün bir yer önerebilir miydi?
− Annen Fethiye’de değil mi abi?
Geri geri çıkarken cevapladı Fikri abi:
− Yok, Datça’da… Kızlan köyünde.
− A, ben Fethiye sanıyordum. Neden oraya yerleşmeyi tercih etti?
Arabayı otoparktan çıkarıp yola revan kılan patronum, bana bakmadan anlattı hikâyeyi:
− Oralı zaten. Rahmetli peder askerliğini Datça’da yapmış. Eskiden öyle bir şey vardı: Kütük Doğu’da ise Batı’da, Batı’da ise Doğu’da askerlik yapılırdı. E, bizim kütük de Bayburt’ta. Datça’da anamla tanışmış. Gitmiş istemiş tezkereyi alınca. İstanbul’da yaşıyor filan diye hoşuna gitmiş dedemin. O vakitler de Datça böyle tatil cenneti değil. Dedem rahmetli, iç taraflardaki tarlasını toprağını dayımlara vermiş daha verimli diye. Anamla teyzeme de deniz kenarındaki toprağını… Tuzlu su hemhal olunca daha az ürün verir tabii. E, gün oldu, devran döndü. Deniz kenarı daha kıymetli oldu. Babam rahmetli olunca “Artık büyüdün, elin ekmek tutuyor, evin de var. Bak başının çaresine.” dedi, gitti bacısının yanına. Orada ufak bir pansiyon işletiyorlar şimdi. Sakin, sessiz bir yer. Kendi yağlarında kavruluyorlar.
Ercan’la evliyken bir kez gitmiştik Datça’ya. Doğası, tarihi yerleri, denizi muhteşemdi. Ama Ercan “Beş yıldızlı bir oteli bile yok. Burası iflah olmaz.” deyip kestirip atmıştı. Eh, artık tek başıma kararlar alabildiğime göre belki bir kez daha görebilirdim Datça’yı. Hazır tanıdık pansiyon da varmış.
− Ya o zaman beraber gidelim mi? Ben bir kez gittim de çok beğendim orayı. Yer falan var mıdır sizin pansiyonda? Ama bak ücreti mukabilinde…
Fikri abi tam bana cevap vermek için ağzını açtığında telefonu çaldı. Vitesin yanında duran telefonun ekranında Volkan Soyalan’ın adı yanıp sönüyordu:
− N’aber Volkan? İyidir, Ataşehir Emniyet’ten çıktık şimdi. Bir şeyler bulmuşlar ama güvenlik nedeni ile bize söylemediler. Davanın selameti filan… Bulmuş da olabilirler, neden yalan söylesinler şimdi? Bilemem tabii. Evet, tabii… Kaçta? Tamam! Olur, Asude Hanım’ı da getiririm, gelmek ister zaten. Haydi, selametle!
Kapatınca bana döndü Fikri abi:
− Volkan, bomba gibi bir haberi varmış. Pazartesi sabah bizi bekliyor ofisine.
DEVAM EDECEK…