4. Feneryolu Kolejinin Kayışdağı’nda Ne İşi Var?

Yazan: Ayşen Erdöl
Geniş pencerelerden içeri mis gibi yaz güneşi giriyordu. Açık renk duvarlar, öğrencilerin yaptıkları dev resimlerle doluydu. Koridorlar şimdilik boş ve sakindi ama bir ay içinde cıvıl cıvıl olacaktı. Güvenlik görevlisinden kimliğim karşılığında aldığım “ziyaretçi” kartını renkli hasır çantamın sapına tutturup okula girmiştim. Bir yandan da kulaklığımı sarıp kutusuna koyuyordum, bu sıcakta toplu taşıma araçları ancak Led Zeppelin ile çekilebilir bir hale geliyordu.
Bu okul benim sayemde ayakta duruyor, bir gün gelmesem her şey birbirine girer.” edası ile danışmada oturan esmer, kısa saçlı, ellili yaşlarının başında ve çok bakımlı hanıma gülümseyerek kendimi tanıttım. Uzun sivri ve kırmızı ojeli tırnaklı elleri ile ilerideki oturma grubunu işaret etti:
Hoş geldiniz Asude Hanım, sizi biraz bekleteceğim. Yaz okulunun çıkış vakti de. Şerife Hoca servisleri denetliyor. Size bir şey ikram edebilir miyim?
Yaz okulu. Tabii artık çocuklar sokakta canları istediği gibi oynayıp yazın tadını çıkaramıyorlar. Yazık ya! Oynamaları için bile yaz okuluna ihtiyaçları var. Teşekkür ederek çantama sokuşturduğum su şişesini gösterdim ve kadının gösterdiği oturma grubuna yöneldim. Okul müthiş bir ışık seli altındaydı. Camekânlar doğru açılarla yerleştirilmişti. Pencereler genişti ve kapılar bile camlıydı. İçeride kullandıkları pastel tonlar çok sakinleştiriciydi. Kıvrımlı bükümlü merdivenler genişti. Bu arada odaların, kapalı spor salonunun, konferans salonunun duvarlarından en az biri camlıydı ve içeride olup biten rahatlıkla görülebiliyordu. “Şeffafız.” mesajı veriliyordu: “Herkes, her an denetlenmekte. Çocuklarınız güvende.”
Önceden okulun internet sitesini güzelce incelemiştim. Şerife Hoca’nın ortaokul müdür yardımcısı olduğunu öğrenmiş ve planımı buna göre yapmıştım. İçimden söyleyeceklerimi tekrar ediyordum. Bu işi kotarabilirsem Fikri abiyi bir dedektiflik bürosu açmaya ikna edebilirdim. Bizim Volkan Soyalan’dan neyimiz eksik ya! Tamam, sağlam bağlantıları var adamın, itirazım yok. Ama bir şeyi beceremiyor ki. İstiyorsa o da gelsin bizimle çalışsın.
Şerife Hoca, koridorun başında göründü. Demek o koridorun sonunda okulun bir kapısı daha vardı. Servislerin çocukları aldığı bir kapı, belki bir bahçe… Çok şıktı. Kırmızı zemin üzerine siyah desenli kolsuz bir gömlek, siyah keten pantolon, yüksek ökçeli önü açık siyah ayakkabılar… Koyu kestane rengi saçlarını atkuyruğu yapmıştı. Danışmadaki hanım, elinde birkaç not kâğıdı ile hemen yanına seğirtti. Samimi ve dostça bir ilişkileri var gibi görünüyordu. Danışmada görevli hanım, bana bakarak bir şeyler söyledi Şerife Hoca’ya. O da başını not kâğıdından kaldırıp beni gördü. Önce buz gibi bir yüz ifadesi, ardından zoraki bir gülümseme… Hiç umursamadım. Bana doğru yürümeye başladığında ayağa kalkıp elimi uzattım:
Hoş geldiniz, dedi resmî bir eda ile.
Gülümseyerek elimi uzattım:
Hoş buldum. Aslında tanışıyoruz sizinle. Yasemin Hoca’nın ev sahibiyim ben.
Kaşları alnına kalktı. Sonra yine indi.
Öyle mi? Buyurun, odamda konuşalım.
Danışmanın hemen sağındaki tabii ki camekânlı odaya doğru yönlendirdi beni. Biz odaya yollanırken Şerife Hoca da birer çay getirmelerini rica etti. Açık renk, ahşap bir çalışma masası vardı odada. Şerife Hoca masasına oturmak yerine odanın diğer köşesindeki yuvarlak cam toplantı masasına geçti, bana da masada yer gösterdi. Böylesi daha samimiydi. Oturduktan sonra, ellerini cam masada birleştirip yüzüme dik dik baktı:
Nasıl yardımcı olabilirim? Pardon adınız Azize’ydi değil mi?
Dokuz kusurlu iletişim engelinden biri… Karşındaki kişi senden randevu almış, adı o kâğıtta yazıyor olmalı. Ne kadar yoğun çalışırsan çalış, buna dikkat etmelisin. Tabii karşındakine “Seni hiç sallamıyorum.” mesajı vermeyi hedeflemiyorsan…
Asude, dedim gülümseyerek. Sonra da çantamdan bir not defteri ve kalem çıkardım.
A, evet kusura bakmayın! Asude Hanım. Buyurun, sizi dinliyorum.
Cam kapı tıklatıldı, içeri gri pembe pötikareli önlük giymiş orta yaşlı bir hanım girdi. Cam bardaklarda sıcacık çayımızı masaya bıraktı. Şerife Hoca’nın teşekkürünü başı ile kabul edip sessizce çıktı.
Çayımdan bir yudum aldım, tazeydi. Gayet profesyonel bir eda ile defterimde boş bir sayfa açtım:
Sizi rahatsız etme sebebim şu: Kuzenim İstanbul’a yerleşme kararı aldı. Karı koca doktorlar. 12 yaşında bir oğulları var. Bu çevrede bir okul araştırmamı rica ettiler. Ben de geçen cuma sizinle tanışınca ilk buraya bakayım dedim.
Başını salladı:
Yedinci sınıfa mı geçti?
Okul sisteminin bizim zamanımızdan çok farklı olduğunu biliyordum. Şaşırmayım diye bunu da çalışmıştım akşam.
Evet, öyle. Kuzenim de eşi de başarılı doktorlardır. Beklentiler yüksek ve tabii bir de TEOG’a az kaldı.
Yine başını salladı:
Nerede yaşıyorlar şu an?
İzmir’deler ama dediğim gibi bir ay içinde buraya taşınacaklar. Bu civarda bir ev aldılar. Okul da yakın olsun istiyorlar. Malum İstanbul trafiği…
Seri şekilde başını sallıyordu.
Ben okulumuz hakkında genel bir bilgi vereyim. Ama şunu da belirtmeliyim ki sınav yapmadan öğrenci kabul etmiyoruz. Başarı bizim için çok önemli.
Şerife Hoca, “uzlaşmacı” denen insanlardan değildi. Grileri yoktu belli ki. Ya siyah ya beyaz… Öyle olsun.
Bu sınav için özel bir gün var mı?
Hayır, okula görüşmeye geldiklerinde hemen uygularız. O konuda sorun yok. Tabii bir de rehberlik görüşmesi var. Okul kültürümüze uyum sağlayabilecek mi, görmemiz gerek.
Sanki okula öğrenci değil, özel teşkilata ajan alıyorlar! Bu ne be? Okul kültürüymüş…
Anladım. Bunları ileteceğim. Şimdi genel anlamda bilgi rica ediyorum sizden.
Şerife Hoca, okulun yabancı dil eğitiminden girdi, sınava hazırlık çalışmalarından çıktı. Eğitim politikalarını anlattı da anlattı. Bir önceki eğitim ve öğretim yılının başarılarını saydı döktü. Sonunda da okulun fiyatını ve ödeme koşullarını söyleyip sustu. Anlattıklarını dikkatle not aldığım için sanırım saygısını kazandım.
Teşekkür ederim, sormak istediğim birkaç şey var izninizle, dedim ve izin beklemeden sordum sorularımı. Birincisi, bu okulun adı neden Feneryolu?
Epey bir soruluyor olmalıydı bu soru. Hafif bir gülümseme görür gibi oldum dudaklarında:
Eskiden Feneryolu’ndaydı okulumuz. Ama bu bölge bize daha geniş yer sunduğu için burayı tercih ettik.
Bunu not etmedim tabii:
İyiymiş. Bir de sosyal etkinlikler hakkında bilgi almak istiyorum. Yeğenim basketbol ve tenis oynuyor. Bir de tiyatro konusunda çok yetenekli, şimdiki okulunda tiyatro kulübünde. Burada da böyle imkânlar var mı?
Hiç merak etmeyin, hepsi var. Özellikle tiyatro kulübümüz çok iddialıdır. Çalıştırıcımız Serhat Turhangil ünlü bir tiyatrocudur. Ödüllü bir oyun çıkardı geçen sene.
Etkilendiğimi hissettiren bir yüz ifadesi takındım:
Çok teşekkür ederim. Zamanınızı aldım. Yaz okulu filan, epey bir yoğunsunuz.
Konuşmanın bitmesi onu biraz rahatlatmış görünüyordu:
Yok canım, yaz okulunun o kadar ciddi bir külfeti yok. Sonra bu da bizim işimiz.
Gülümsedim:
İşiniz çok zor Şerife Hanım. Öğretmen olmak zor, idarecilik daha da zor. Allah kolaylık versin.
Ellerini ayaları yukarı gelecek şekilde kaldırdı:
Hangi iş kolay ki günümüzde? Sahi sizin mesleğiniz ne?
İstediğim konu açılmıştı. Haydi, Asude, göreyim seni! En sakin ses tonumla cevapladım:
Özel dedektifim, deyip çantamın iç cebine istiflediğim kartlardan birini çıkarıp uzattım. Bu kartı, bizim ozalitçi Sercan’a saatlerce dil dökerek bastırmıştım. Sercan “Abla, vallahi Fikri abi beni öldürecek! Katilim olacaksın ya!” dedikçe “Fikri abinin haberi var Sercan, delirtme beni! Altı üstü 10-15 kart basacaksın ya!” diye karşılık vermek zorunda kalmıştım. Ama işte işe yarayacaktı şimdi, yani inşallah!
Şerife Hoca, kartı dikkatle inceledi. Yazılanları inanmıyormuş gibi yüksek sesle bir kez daha okudu:
ASUDE BAHAR
ÖZEL DEDEKTİF
ADAR DEDEKTİFLİK VE ARAŞTIRMA HİZMETLERİ
Yüzündeki şaşkınlık ifadesi paha biçilemezdi:
Daha önce hiçbir özel dedektifle tanışmamıştım. Şaşırtıcı!
Şimdi sıra bendeydi:
Evet, genelde çok tanınmıyoruz. Aslında yasa da çok kapsamlı değil. Ama elimizden geleni yapıyoruz işte bu sektör için.
İlgisini çekmeyi başarmıştım:
Uzun zamandır mı bu iştesiniz?
Senaryo hazırdı:
Hayır, yeni bile sayılabilirim. Aslında bir reklam ajansında halkla ilişkiler müdürüydüm ben. Başımıza tatsız bir olay geldi: Ürettiğimiz fikirler sürekli çalınıyordu. Bu kaçağı fark ettiğimizde bir dedektifle çalışmaya karar verdik. O dönemde şu an birlikte çalıştığım dedektiflerle tanıştım. Çok ilginç bir yolculuktu benim için. Birlikte güzel bir ekip olduk. Konu aydınlandıktan sonra da iletişimimiz sürdü. Birkaç ay önce radikal bir kararla dedektif olmaya karar verdim.
Koyu kestane gözlerinin bebekleri büyümüştü:
Büyük cesaret! Türkiye gibi bir ülkede, kadın bir dedektif! Kutlarım sizi.
Tevazu ile başımı öne eğdim:
Henüz öğrenciyim. Ama çok başarılı bir ekiple çalıştığım için hızlı öğreniyorum. Diyebilirim ki ülkenin en iyi ekibi.
Kartı elinde evirip çevirmeye başladı:
Başınıza çok heyecanlı olaylar geliyor olmalı.
Şerife Hoca, onun için hazırladığım tuzağa adeta uçarak geliyordu:
Çok değil, genelde aldatan eşler, casus elemanlar filan… Ama itiraf etmeliyim ki şu anda önemli bir olayın üstünde çalışıyoruz. Bir cinayet davası…
Ahmet Ümit Usta boşa dememiş “Aşk yaşamı, cinayet ölümü sıradanlıktan kurtarır.” diye. Herkesi cezbeden bir tarafı var bu belanın. Şerife Hoca’nın da gözleri parlıyordu:
Öyle mi?
Evet, hatta sizinle görüştükten sonra o dava için bir saha çalışmasına gideceğim. Cinayet buraya çok yakın bir yerde işlenmiş. Duymuş bile olabilirsiniz. Sude Demirci cinayeti.
Saha çalışması ifadesini pek önemliymiş gibi vurguyla söyledim. Şerife Hoca’nın merakla parıldayan gözleri bir anda nefretle doldu:
Buraya da bu yüzden mi geldiniz? Yeğeninizi bahane edip benimle konuşmak için…
Arkama yaslandım. “Sakin ol Asude, bunun bir firmayı hiç ihtiyacı olmayan bir lobi faaliyeti için ikna etmekten bir farkı yok! Yapabilirsin.
Rica ederim Şerife Hanım, ben polis değilim. Ayrıca sizi sorgulayamam. Dediğim gibi, yasa çok muğlak. Bu konuda hiçbir yaptırımım yok. Bizimle konuşmak zorunda değilsiniz. Ben sadece şunu merak ediyorum: 23 yaşında, gencecik bir kızın korkunç bir şekilde hayattan koparılmasına ve ölüm döşeğindeki babasının son isteğine tepkisiz kalmak nasıl mümkün oluyor?
Evet, filmlerde söylenen replikler kesinlikle doğruydu. Kızdığında daha da bir güzel görünüyordu Şerife Yalçın. Elma yanakları adeta alev almıştı, gözleri çakmak çakmaktı ve titreyen dudakları insanın içine garip bir merhamet duygusu salıyordu. Güzel insanları üzmek, pek güç oluyordu galiba. Öte yandan kızgın insan, kontrolünü kaybetmiş insandır. Gözlerimi, gözlerinin ta içine diktim, yüzümde hafif alaycı bir ifade ile ondan hiç çekinmediğimi göstermeye çalışıyordum. Aramızda oluşan gergin sessizliği bozmaya cesaret edemiyordum zira ilk konuşan, ilk yenilen olacaktı.
Yenilen ben olmadım. Şerife Hoca, kendine mukayyet olmaya karar vermişti. Yine o buz gibi ifadeyi takınıp sakin bir sesle söze başladı.
Anlatmam gereken her şeyi polise anlattım, en ince detayına kadar. Benlik bir durum yok.
Şerife Hanım, polis bizimle bu ifadeleri paylaşmaz. Yani onlara ne anlattığınızı bilemem. Akif Bey, Sude’nin babası, oldukça hassas bir durumda. Doktorlar fazla zamanı kalmadığını söylemiş. Bu nedenle bize geldi. Ölmeden önce sevgili evladının katilini öğrenmek istiyor. Açıkçası sizinle ilgili de ciddi kuşkuları var.
Yine gözbebekleri alev aldı:
Benimle mi? Sebep? Dedektiflerle konuşmak istemediğim için mi? Polise anlatmam gereken her şeyi anlattım işte!
Kısa bir es verdim. Neyi ne kadar açıklayabileceğimi düşünüyor gibi. Eh, acemi dedektifim sonuçta. Ayrıca gerginliği artırmak da işime geldi. Hemen ardından da büyük kartı açtım:
Şerife Hanım, dediğim gibi benimle konuşmaya mecbur değilsiniz. Ben sadece bu cinayeti aydınlatmak ve ölmekte olan bir adamın son arzusunu yerine getirmek derdindeyim. Ayrıca elimizde katilin birden fazla cinayet işlemiş olabileceğine dair bulgular var. Eğer öyleyse Sude Demirci son kurban olmayabilir. Bu da ciddi bir sorumluluk yüklüyor omuzlarımıza.
Hiç etkilenmedi. Hani derler ya, tınmadı bile. Artık yapabileceğim tek bir şey kalmıştı. Defterimi, kalemimi çantama tıkıp ayağa kalktım:
Teşekkür ederim bana zaman ayırdığınız için. Bu bilgileri kuzenime ileteceğim. İyi günler.
Beni tepeden tırnağa süzdü. Cam kapıya doğru gidişimi izledi. Tam elimi kapı koluna attığım anda arkamdan seslendi:
  • Tabii gerçekten bir kuzeniniz varsa…
Hemen başımı çevirdim:
Var. Hatta öldürülen hanımlardan biri de onun hemşiresiydi. Okulunuzun bulunduğu Rumeli Caddesi’nin sonunda oturuyordu. Bir akşam evinde katledildi. Onun gibi birkaç hanım daha var. Hepsi bu çevrede... Bir sonraki kurbanın da buralardan olacağını düşünüyoruz.
Bir an, sadece bir an kaybeder gibi oldu soğukkanlılığını, ardından hemen toparlandı:
Saat kaç?
Kol saatime baktım:
Dörde on var.
Beşte çıkıyorum okuldan. Okulun biraz ilerisinde, cadde üstünde bir pastane var. Aksüt Pastanesi. Sizinle orada buluşalım. Okulda bunları konuşmamız yakışık almaz.
Aksüt Pastanesi, o leziz bademli kurabiyeleri yapan yer… Ağzımı bile açmadım. Sadece başımı sallayarak onayladım.
Caddeye adımı atar atmaz sıcak yüzümü yaladı. Bir saatten fazla zamanım vardı. Bu sıcakta ne yapacaktım? Pastaneye gidip orada mı beklesem? Yanımda kitap filan da yok, gazeteyi okumayı da sabah bitirdim. Bu çevrede gezilecek bir yer, bakılacak mağaza filan var mıydı acaba? Tüm bunları kafamda evirip çevirirken caddede birkaç yüz metre yürümüş olduğumu fark ettim. Kayışdağı Muhtarlığının önüne gelmiştim. Erdi Komiserin dediğini hatırladım o anda. “Naciye Çoban, Kayışdağı Muhtarlığının hemen sağındaki sokağın içinde yaşıyordu, Meliha Acar ise solundaki sokakta. Sizin Aysun Çizmeci ise muhtarlığın önünden geçen Rumeli Caddesi’nin sonuna doğru bir apartmanda öldürüldü.” Sağ tarafa baktım ve Şerife Hoca’nın bana randevu verdiği pastaneyi gördüm. Pastanenin yan tarafında bir sokak vardı. Naciye Çoban’ın evi burada olmalıydı. Sol tarafta ise birkaç katlı apartmanlar bulunuyordu, bunlardan birinde katledilmiş olmalıydı Meliha Acar. Sude’nin evi de caddenin sonundaydı. O sırada fark ettim, öldürülen kadınların evleri kabaca bir artı çiziyordu. Artının merkezinde ise Feneryolu Koleji vardı. Bu ne anlama geliyordu?
Acaba Sude Demirci’nin yaşadığı apartmana mı bir baksan, dedi arkamdaki ses. Kim olduğunu biliyordum ve artık korkumu kontrol edebiliyordum şükürler olsun ki:
Gidip bakabilirim tabii ki. Ama orada birilerini sorguya çekmem mümkün değil sevgili Esra.”
Hele bir gidelim de orada bakarız duruma.
Hızlı adımlarla itfaiye binasını ve Darülaceze’yi geçtim. Kayışdağı Caddesi’nde trafik her zamanki gibi felaketti. Yayalara yeşil yanmasını beklerken etrafı dikkatle inceliyordum. Dükkânlar, bankalar, apartmanlar sıra sıra dizilmişti. Acaba hangilerinde kamera vardı? Kameraların açıları nasıldı? Anlamadığın bir şey üzerinde mantık yürütmek ne kadar zordu!
Işıklardan karşıya geçtim. Birinci değil, ikinci apartman. Koyu renk bir bina, altında geniş bir dükkân var. Kafe ya da araba galerisi olacak büyüklükte. Şu anda boş ama acaba Sude öldürüldüğünde dolu muydu? Kafe olsa mesela burada, geç saatlere dek açık olabilirdi pekâlâ. Apartmanın girişi yan taraftaydı ki bu kötü bir durum, zira biri hiç görünmeden buradan içeri girebilirdi rahatlıkla. Dairelere baktım tek tek. Genelde cinayet mahali olan bir yer kolay kolay kiralanmayacağını düşünürüz. Üstünden dört ay geçse bile insanlar çekinebilirdi ama bütün daireler de dolu görünüyordu. Acaba hangisi Sude’nin dairesiydi? Çıkmadan dosyaya bir baksaydım keşke.
Binayı dikkat çekici bir şekilde incelemem sonunda birini rahatsız etti. Uzun boylu, yapılı bir adam, yanımda bitiverdi:
Birine mi baktınız hanımefendi?
Sözcükler ağzımdan planlamadığım bir şekilde döküldü:
Evet, şey ben şu dükkânı soracaktım. Kiralık mı? Kapıda pencerede bir şey yazmıyor da.
Açık renk tenli, ela gözlü, temiz yüzlü bir adamdı. Yeni çıkmakta olan sakallarına varana kadar sarışındı. Binayı dikkatle gözlemlemem onu huzursuz etmiş olmalıydı ama bu cevabı alınca gergin yüzü rahatladı:
Boş abla. Dükkânın sahibi bu binada oturur ama şu anda tatildeler. “Döndüğümde emlakçıya veririm.” dediydi. Yeni çıktı kiracı, bir ay olmadı daha.
Dükkânı inceliyor gibi yapıp sorularıma devam ettim:
Siz burada mı yaşıyorsunuz?
Bu apartmanın kapıcısıyım ben abla.
Başımı tekrar adama çevirdim:
Memnun oldum kardeşim, benim Bostancı Köprüsü’nün biraz ilerisinde ufak bir yerim var. Ev yemekleri üzerine çalışıyoruz. Binamız kentsel dönüşüme giriyor da. Orada kiralar ateş pahası. Buralarda bir yer bakıyorum. Kafe miydi burası?
Adam, eli ile karşıdaki dükkânı gösterdi önce, lüks ve şık bir mekâna benziyordu:
Öyleydi abla ama şu karşıdaki kafeyle rekabet edemedi. Orası pek afili bir yer. İçini dışını çok şık yaptı adam. Dekoratöre döşetti hep. Yemek menüsü de çok alengirli… Sonra bir de gençlik dizisi çekildi burada. Aldı yürüdü tabii. Ama ev yemekleri diyorsun sen, o cinsten bir yer yok buralarda. Öğrenci milleti de her gün hamburger pizza yemez.
Tekrar dükkânı inceliyormuş gibi yaptım:
Epey genişmiş. Ne kadar ister buraya kira?
Dudaklarını büktü adamcağız:
Hiç bilmiyorum abla. Ama hafta sonu gelecek sahibi. Sen numaranı bırakırsan ben hemen aratırım seni. Zaten sevinir de emlakçı ile uğraşmadan birini buldu diye.
Başımı salladım. Sonra gözlerimi apartmana çevirdim:
Peki, kiralık daire var mı apartmanda?
Yok abla, bütün daireler dolu. Olsa keşke. İşin evinin altında olurdu.
Tavırlarıma biraz esrar katıp adama sanki pek gizli bir şey diyecekmişim gibi yaklaştım:
Ben bir şey duydum bu apartmanla ilgili. Burada bir öğrenciyi öldürmüşler. Siyasi bir şey mi?
Yüzü anında karardı sarışın adamın. Hiç istemediği bir konu açılmıştı tabii. O da biraz yaklaştı:
Özel üniversitede öğrenciydi abla, bunlarda siyasi bir şey yok. Babası zengindi, onun düşmanlarından biri öldürmüş diyorlar.
Şaşkınca biraz da merakla sordum:
Kimse görememiş mi katili apartmana girip çıkarken?
Yok abla, gece yarısı öldürmüşler kızcağızı. O saatte herkes uykuda. Dükkânlar da kapalı tabii. Kim görecek o saatte? Polis her yeri didik didik etti ama tanık bulamadı.
Karşıdaki lüks kafeyi gösterdim:
Dayamaya döşemeye o kadar para vereceklerine bir kamera taksaymışlar kapılarına şunlar da.
Var bir kameraları ama bu tarafı göstermiyor, ondan da bir şey çıkmadı. Neyse, sen şimdi niyetliysen kiralamaya bende telefonu da var, vereyim konuş.
Eh, öğrenebileceğim her şeyi öğrenmiştim. Dükkâna da ihtiyacım kalmamıştı:
Şu aşağıda bir yere daha bakacağım. O olmazsa gelirim gene. Hayırlı işler!
İş bitirip mal sahibinin gözüne girmeyi uman adamı kırılan umutları ile baş başa bırakıp pastaneye doğru yürümeye başladım. Esra dibimde bitti yine:
Tasarlanmış bir cinayet bu. Katil inceden inceye plan yapmış. Tanıdığı, bildiği biri, yoksa kız o saatte niye açsın kapıyı?
Daha önce gelmiştir belki, aralarında bir tartışma olduysa kızgınlıkla vurmuştur.”
Sen hangi arkadaşının evine silahla gidersin Asude? Katil planlayarak gelmiş buraya. Niyeti en başından kızı öldürmekmiş.
Bundan emin olamayız Esra, artık insanların çoğu silahla geziyor.”
Evet, insanlar silahla geziyor ama susturucu ile gezmiyor. Katil gece yarısı cinayet işlediyse bu iş susturucu ile olmuştur.
Esra haklıydı. Bu planlı bir işti. Acaba polisin elinde ne vardı? Bir DNA örneği mi bulmuşlardı? Ya da bir parmak izi?
Pastanenin önünde camekânlı bir yer vardı. Sigara içilebildiğini masalara konmuş kül tablalarından anlamıştım. Oturup hemen bir sigara yaktım. Of, dünya varmış! Birkaç dakika sonra orta yaşlı, tepesi açılmış, göbekli ve pala bıyıklı bir adam geldi:
Hoş geldiniz! Ne ikram edelim?
Ben bir arkadaşımı bekliyorum ama biraz zaman var gelmesine. Bir şey içebilirim bu sırada.
Pala bıyıklar perde gibi açıldı gülümserken:
Sıcak, soğuk? Ne arzu edersiniz?
Soğuk bir şey içme fikri çok cazip gelmişti o sıcakta. Ama meyve sularının tadını hiç sevmiyordum ve asitli içecekler de midemi mahvediyordu:
Soğuk ne alabilirim?
Efendim, ev yapımı limonatamız var. Kendimiz imal ediyoruz.
A işte bu çok cazipti:
Çok güzel olur. Bir de… Bir arkadaş ikram etmişti, sizin bademli kurabiyelerinizden. Varsa birkaç tane rica etsem?
Başını salladı adam, birkaç dakika sonra da istediğim yer şeyi getirdi. Ah bu geleneksel pastaneler… O kadar az kaldı ki bunlardan! Taze pasta ve kurabiyeler, raflarda dizili şık gümüş tepsiler, pırıl pırıl masalar, demir arkalıklı sandalyeler ve tabii ki samimi garsonlar…
Afiyet olsun efendim. Arkadaşınız buralarda mı oturuyor?
Sağ elimle ilerideki apartmanları gösterdim:
Şu ileride, baştan dördüncü apartmanda…
Yirmi yıldır buradayız biz efendim, bütün çevremizi tanırız. Müşterilerimiz de bizi tanır. Artık kalmadı böyle mahalleler pek İstanbul’da.
Çok doğru, özellikle sitelere çekilen insanlar, kentsel dönüşümle çehresi değişen mahalleler, aşırı göç alan semtler… Kızı gecenin bir yarısı çekip öldürüyorlar da kimsenin haberi olmuyor. Annemin evde olmadığı günlerde, biz okuldan gelene dek pencerede beklerdi komşumuz Şahika teyze. Aç mıyız, tok muyuz, bir şeye ihtiyacımız var mı, sorar sonra da kapıyı kilitlediğimizden emin olur, öyle rahat ederdi. Kentsel dönüşümden sonra birer oda eksilince evlerden, birçok kişi satmak zorunda kaldı dairesini. Annem gibi bir başına oturanlar ya da iki üç kişilik aileler kaldı sadece. Sonra da kim kime dum duma tabii.
Haklısınız. Burası henüz koruyor mahalle kültürünü. Siz buradaki herkesi tanıyorsunuzdur artık.
Başını salladı adam:
Eh, herkesi olmasa da epey bir insan tanıyoruz bu çevreden. Rahmetli babam, Bostancı’da ilk pastanesini açtığında biz daha yoktuk dünyada. 35 yıl çalıştı o pastane. Babam vefat ettikten sonra biz dört kardeş anlaşamadık. Bir küçüğümle ben buraya geldik, o zamanlar burası bu kadar kalabalık değildi. Sene 95. Dağ başıydı efendim buralar. Ama görüyorsunuz gelişti. Üniversiteler, özel okullar hep bu çevrede toplandı. Metro gelecekmiş, gümrüğü de taşıyacaklarmış. O zaman görün siz. Paris gibi olacak buralar.
Doğru yere yatırım yaptığımı düşündüm bir an, mutlu oldum. Kirası da var hem. İyi ki annemin sözünü dinlemişim.
Siz pastanenin sahibisiniz anladığım kadarıyla?
Tevazu dolu bir gülümseme ile yanıtladı:
Ortaklarındanım diyelim. Birader de benimle çalışıyor. Çoluk çocuğu burada büyüttük. Ya inanmazsınız, şu ilerideki okul var ya hani? Feneryolu Koleji. Ha işte oradaki çocuklar bizim pastanede film çektiler. Ya! İnternette duruyor. Orada bir Serhat Hoca var, tiyatrocu, öğrencileri çalıştırıyor. Dizilerde filan da oynar. Onun ekibi geldi çekti. İşte hasta bir çocuk var, annesi ile pastanede oturuyor. Herkes garip garip bakıyor filan. Sonra böyle iyi aile çocukları geliyor, onu aralarına alıyorlar. Pek güzeldi. Benim hanım her izlediğinde ağlar.
Bak sen! Acaba bu filmde Sude de oynamış mıydı? Ya da Şerife Hoca? Bunu bir araştırmak gerek. Çocuklar işin içinde olduğuna göre bir okul projesiydi herhalde. Otizm farkındalık grubu için de olabilir. Güzel olmuş ama helal olsun.
Bu sıcakkanlı dükkân sahibine cinayetleri sormak geldi aklıma. Muhtemelen Meliha Acar’ı öldüren adam burada çalışıyordu. Çevrede başka pastane olmadığına göre… Ama adama birden “Ya buralarda bir kadıncağız öldürülmüş, öldüren de sizin elemanmış galiba.” denmez ki. Karşımda oturan Esra’ya kaçamak bir bakış attım. Hemen anladı cevval hayaletim:
Burada bir ev bakıyorsun ama bu çevrede de birkaç cinayet işlendiğini duydun.
İşte bu çok iyi:
Ben samimiyetinize binaen bir şey soracağım size. Burada bir ev bakıyorum da, uygun bir şey olursa satın alacağım. Ama bu çevrede biraz tatsız olaylar olmuş galiba. Kadın cinayetleri filan… Biraz çekiniyorum açıkçası.
Adamın yüzü asıldı. Evet, katil bu pastanede çalışıyor olmalıydı. Bakalım ne kadarını anlatacaktı:
Yok efendim, öyle abartılacak bir durum değil. Gayet güvenlidir mahallemiz. İstanbul’un her yerinde oluyor o kadarı.
Konuşturmak için zorlamak gerekiyor galiba:
Muhtarlığın sol tarafında bir daireye baktım az önce. Geçen sene bu zamanlar o apartmanda genç bir kadını öldürmüşler.
Pala bıyıklar titrer gibi oldu, ne diyeceğini bilemedi bir an ya da neyi ne kadar diyeceğini. Ama sonra biraz da olsa anlatmaya karar verdi:
Hanımefendiciğim, işin aslı şu: Öldürülen kadıncağızı tanırdım. Eşinden ayrılmış, gelmiş burada bir iş bulmuş. Derman Hastanesi vardır şu arka taraftaki caddede. Orada yemekhanede çalışıyordu. Biraz para biriktirip çocuklarını yanına aldırmak istiyordu garip. Öldürülmeden bir gün önce işten çıkarmışlar. Kara kara düşünüyordu ne yapacağını. Sonra…
Kısa bir es verdi. Meraklı gözlerle adamı takip ediyordum. Derman Hastanesi deyince kulaklarım da dikilmişti. Üç kadının da orada geçmiş bir hikâyesi vardı.
Bizim de bir elemanımız vardı. Bu mahallenin çocuğu, hani karıncayı incitmez bir adam. Annesi ile sessizce yaşardı. Annesi hâlâ burada yaşıyor, şu marketin sokağında. Efendi, kendi halinde biriydi dediğim gibi. Ne oldu anlamadık. Şeytana uydu herhalde. Hayır, 30 yaşında adamdı, on seneden fazladır yanımda çalışır, bırakın karı kızla gezmeyi, başını kaldırıp hanım bir müşteriye bakmazdı. Bu iş nasıl oldu anlamadım. Anasına da çok düşkündü. Kadın da perişan oldu.
Ciddi bir şüphe uyandı içimde. Bu kadar naif biri, bir kadının kafasını ezebilir miydi? Norman Bates Sendromu mesela? Anneye aşırı düşkün bir psikopatmış, bunca zaman içinde yaşamış her şeyi, eline bir fırsat geçince de bütün kinini kusmuş. Olabilir mi? Kadınlarla ilişkilerinin sağlıklı olmadığı kesin. Devam edelim bakalım:
Geçen yılbaşında da bir hemşireyi öldürmüşler caddenin aşağısında. Onu biliyor musunuz?
Biraz düşündü Pala Remzi. Bu olayı duymamış olmasına imkân yoktu. Aysun buraya çok yakın oturuyordu. Belki kendi dertlerine dalıp atlamışlardı o olayı.
Aysun Hemşire’yi diyorsunuz siz. O olay biraz karışık. Kızcağız öldürüldüğü gün buraya geldi, çok şık bir kutu çikolata yaptırdı. “Esat abi, sözlendim, söz çikolatası herkese yetmedi. Bunu da hastaneye götüreceğim, orada dağıtacağım.” dedi. Hatta polis çikolata kutusunu bulmuş da buraya soruşturmaya geldi. Ben de anlattım bir bir. O kıza nişanlısı kıydı. Kız son dakikada vazgeçti de adam kızdı mı yoksa aralarında bir kavga mı geçti, bilemem.
Aysun sözlense Binnaz’ın haberi olmaz mıydı? Bunu da sormak üzere aklımın bir köşesine yazdım. Bu konuşkan adamdan ne çok bilgi almıştım!
Vallahi içimi rahatlattınız beyefendi. Ben de buralarda sapığın biri geziyor sanmıştım. Sağ olun.
Gülümsedi Pala Esat:
Yok canım! İçiniz rahat olsun. İnşallah gönlünüzde göre bir ev bulursunuz.
Sözümüz yeni bitmişti ki Şerife Hoca’nın yolun bu tarafına geçtiğini gördüm. Her zamanki otoriter ve soğuk tavrı ile pastaneye girdi. Esat Bey’in ağzı kulaklarına vardı:
Aman efendim, kimler gelmiş!
Adet yerini bulsun diye gülümsedi Şerife Hoca:
Çayla bizi Esat abi, acilen!
Esat Bey, gülümseyerek içeri girdi. Şerife Hoca da bir sandalye çekip yanıma oturdu. Öğretmenlerin çaya olan düşkünlüğünü bilirdim. Ben de çok severim ama bu sıcakta değil. Çaylar ışık hızı ile gelip masaya kondu. Esat Bey tekrar çekildi. Şerife Hoca çayından bir yudum alıp lafa girdi:
Evet, Özel Dedektif Asude Bahar Hanım! Sorun bakalım, ne soracaksanız. Dinliyorum.
 
DEVAM EDECEK…