Yağmur

Yazan: Ayşen Erdöl
Araba, siyah dökme demir kapılı apartmanın önünde durduğunda, duygularını şöyle bir yokladı. Heyecan? Korku? Suçluluk duygusu? Başka bir şey? Hayır, bunların hiçbiri değil. Belki merak, yıllardır gelmediği bu dar ve eski sokağa, şu dökme kapının iki kat üstündeki salaş daireye duyulan merak… Sahi, onlarda yaşlanmış mıydı kendisi gibi abaca? Yalnız ve mutsuz ihtiyarlar mıydı ikisi de? Yoksa evlilikleri yıllanmış bir çift gibi birbirlerine destek mi olmuşlardı bu dar sokakla o köhne ev?
 
Sokağın çehresi hiç değişmemiş. Birkaç ahşap ev vardı, onlar yıkılmış. Yerlerine krem rengi sıvaları olan apartmanlar yapılmış. Arnavut kaldırımlar sökülmüş; kim bilir hangi belediye başkanının zamanında sokak asfalt kaplanmış. Eski apartmanların da dış renkleri değişmiş biraz. Sokak aynı sokak; dar, hafifçe kıvrılıyor yan sokağa doğru. Şurada bulunması gereken ahşap evin önünde bir çeşme vardı, onu restore etmişler. Mermerini yenilemiş, süslemelerini onarmışlar. Musluklarını da değiştirmişler. Üstüne beyaz bir tabela asılmış, restorasyonu gerçekleştiren vakfa ait olmalı.
 
Apartman, hâlâ aynı renk, dış kapının önündeki mermer basamaklar aşınmış. Demir kapının lale işlemeleri bozulmuş boyanın ve hava koşullarının etkisiyle. İçerideki kahverengi parke taşları ile duvarları yarı yarıya kaplayan kahverengi damarlı mermerler, kirlenmiş.
 
Emlakçı, tombul yüzünde, geniş ve bir gülümsemeyle arabanın kapısını açtığında, evin neredeyse dökülen pencere doğramalarına baktı ilkin. Eskiden, babasıyla bu eve geldiğinde, yine böyle başını kaldırır, pencereye bakardı. O zaman ne kadar ulaşılmaz görünürdü o ev. Oysa şimdi, elini uzatsa erişecek sanki pencerenin pervazına. Her şey ulaşılabilir mi oldu ne? Yoksa eskiden ulaştığı zirveler, elinin altında ufalanıp gidiyor mu? Her şey koskocaman bir soru işareti…
 
Yukarı doğru kıvrıla büküle yükselen taş merdivenleri çıkarken hatırladı, her gelişlerinde basamakları sayardı çocukken; ama ne hikmetse her defasında da unuturdu sayıyı. Bir sonraki ziyaretlerinde baştan başlardı saymaya. Daire kapısının önüne geldiğinde, bir daha unutmasın diye bir yere yazmaya karar verirdi; ama Selvinaz Teyzenin eline tutuşturduğu yazsa bir bardak soğuk vişne şurubu, kışsa bir fincan sıcak ıhlamuru yudumlamaya başladığında unuturdu bu kararı. Çocukça bir saflık, yine de yaşamını yönlendiren bir eğilimin başlangıcı olmuş sanki. Bir şeyleri bir yere kaydedemiyor, zaman parmaklarının arasından akıp gidiyor. Beraberinde en değerli anılarını, en mantıklı kararlarını da alıp götürüyor. Elleri boş kalıyor.
 
Ahşap, yıpranmış kahverengi kapı önünde açıldı. Dar bir koridora girdi, ışıksız bir mekân… Hava da kapalı zaten, yağmur yağdı yağacak. Koridorun sağında mutfak kapısı: Selvinaz Teyzenin kalaylı bakır tencereleri, mavi melamin tabakları, çiçekli porselenleri yok artık. Kim bilir nerelere şimdi onlar? Selvinaz Teyzenin ölümünden sonra, kimler alıp götürdü onca eşyayı? Mutfak şimdi boş, kirli pencereleri, apartmanın karanlık boşluğuna bakıyor. Tezgâhın mermeri yıpranmış, fayanslar yer yer dökülmüş.

— Son kiracı, diyor yıpranan mermerlere dikkatle incelediğini fark edince tombul yüzlü emlakçı, sanki özür diler gibi. Evi o mu kiralamıştı ‘son kiracılara’? Olabilir.

Mutfak kapısının karşısında salon kapısı, geniş iki odayı gizlemiş arkasında. Hâlâ o kadar büyük ve geniş mi bu odalar? Oymalı, çiçek döşemeli oturma takımları, ortada mermer sehpa, eski bir yemek masası ve vitrin takımı vardı odada. Yerde takımlara hiç uymayan halılar… Salon kocamandı düşlerinde. “Doğrusunu bilmen gerek kızım! Salon, misafiri ağırladığın yerdir. Salamanje ise yemek odasıdır. Hadi şimdi de sen söyle, neymiş?” Selvinaz Teyzenin deli saraylı görüntüsünü görür gibi oluyor araladığı kapının ardında. Maalesef salon da küçülmüş düşleri gibi. Belki heybetli eşyaları olmadığı için böyle görünüyor, belki de anılar yanıltıyor insanı.
 
Salonun hemen yanında o oda… Hâlâ yüreğinde bir çekinmeyle giriyor oraya. Boşluğu silip anılarıyla döşüyor her yeri. Geniş pencere, geri kalan tüm duvarlar, tavana dek yükselen koyu kahverengi ahşap kitaplıklarla dolu. Kitaplar, kitaplar, kitaplar… Bir kısmı imzalı, bir kısmı hediye; ama hepsinde özel bir mühür var: “Ali Fuat Kütüphanesi”. Camın önünde geniş bir ceviz masa, Saksonya porseleninden beyaz bir masa lambası, onu daha bir gösterişli kılıyor. Deri yazı takımı, lüks dolma kalem takımları…

— Yeni muharrirler neden eskileri gibi yazamıyor, biliyor musun kızım? Çünkü daktilo kullanıyorlar. Mekanik bir icat şu daktilo, şüphesiz faydaları da var. Hızlı yazıyor filan. Amma, bu tembel nesil, bilmiyor ki edebiyatın sihri, fevkalade bir dolma kalemin beyaz kâğıda dokunmasıyla hissedilir. O kâğıt kokusu, mürekkebin mai nûru, kâğıt üzerindeki raksı… Ah işte bu aşkı yakalayamaz o tuş gıcırtısı…

Dede, sen burada ne arıyorsun? Sen… Çocukluk düşlerimin başkahramanı, solumak istediğim eski İstanbul’un kokusu, gözlerimdeki rengin kaynağı, sen…

— Ben hep muharrir olmak isterdim. Mekteb-i Sultani’de okurken, çok kıymetli edebiyat hocalarım vardı. Arkadaşlarla şiirler yazardık. O devirlerde herkes biraz şairdir ya! Edebiyat mecmualarına gönderirdik bunları. Bir ikisi de neşredilmişti hani. Sağ taraftaki kitaplığın en altından bir deri çanta çıkarıyor, içinden özenle iki kâğıt destesi alıp özenle masaya bırakıyor. Üzerlerinde eski yazılar bulunan birkaç dergi, sararmış, yer yer okunmuyor. Bir Ah şu lanet olasıca Cihan Harbi, ah mezarında kurt kaynayası Enver Paşa… Bizi harbe sokmasaydı, şimdi mektebi bitirmiştim. Rahmetli babam, söz vermişti, Paris’e gidecektim, orada tahsilime devam edecektim. Tabii tahsil bahane… Orada edebiyat çevrelerine girecektik!

Garip bir öksürük, konuşmayı kesti. Son zamanlarında musallat olan, yaşamı ona dar eden bir öksürük krizi. Selvinaz Teyze, hemen su koştur!

Yok, bir şey canım telaş etmeyin! Ne diyorduk? Evet, edebiyat… Ben büyük bir edip olacaktım. Kabiliyetim de vardı. Ne var ki, hadiseler hep arzu edilen şekilde vuku bulmuyor. Ağabeyim, babamın tüm itirazlarına rağmen İstiklal Harbinde katılmak üzere Anadolu’ya geçti. Birkaç ay sonra da şahadet haberi geldi. Nedense Yakup Kadri Bey’in Bir Şehit Mezat’ını ne vakit okusam, o şehidin ağabeyim Mustafa Fuat olduğunu düşünürüm. Romantik bir delikanlı, İstanbullu bir paşanın oğlu, dünyadan bîhaber, cepheye giderken yanına en sevdiği romanları alıyor. Aynen rahmetli ağabeyim işte! Babam da ardından çok dayanamadı, gitti. Evin idaresi de bendenize kaldı. Tabii bir müddet satıp savdık, sonra artık neye gücümüz yetiyorsa… Benim Osmanlı Paşası babam, annemin dışarıya dikiş diktiğini, benim mahalle bakkalına çıraklık ettiğimi görseydi, bir daha ölürdü herhalde. Neyse, İstiklal Harbiydi, mütarekelerdi derken, Cumhuriyet kuruldu. Biz de tahsilimiz el verdiğince bir memuriyete girdik. Tabii evlendik, çoluk çocuk… Allah bana dört evlat kısmet etti, üç erkek, bir kız. Benim de içimde edebiyat kalmış ya hani, evlatlarıma ünlü ediplerin evlatlarının ismini verdim. Büyük oğluma Namık Kemal’in oğlu Ali Ekrem, Ortancaya Recaizade’nin talihsizi Nijat, küçüğüne de Fikret’in meşhur Haluk’u… Ama o soysuz, gidip papaz oldu. Ben de oğlum bir soysuz papazın ismini taşıyacağına büyük şairinkini taşısın diye mahkeme kararıyla Tevfik Fikret’e çevirdim. Kızıma da Ziya Gökalp’in biriciği Seniha’nın ismini koydum. Gelgelelim hiçbirinde edebiyat şevki yok. Büyüğü, gitti asker oldu. Amcasına mı çekmiş dedesine mi artık, bilmem. Ortanca devlet memuru, küçük ticaret erbabı… Hele kız! Yanarım yanarım ona yanarım zaten. Benim öğretmen olacak diye yetiştirdiğim Seniham, 17 yaşında Kasap İsmail’in oğluna varmaz mı?

Şimdi hiçbiri hayatta değil dedeciğim, hiçbiriniz hayatta değilsiniz. Büyük umutların küçük insanları, anılarınız da şu köhne evle yok olacak, onu da koruyamadım.

— Aman neyse, Allah yüzüme baktı. Büyük oğlanın bir kızı oldu. İsmini ben koydum. Gerçi hepsinin ismini ben koydum ya. Mesela ilk torunu bana Seniha verdi, onun oğulları Hakkı Celis’le Ahmet Celâl, Nijat’ımın biricik kızı Şemsa, Fikret’imin Şermin’i ve Ferda’sı… Hepsini ben beğendim. Hani biri biraz edebiyata temayül etsin diye. Ah nerde! Ne diyordum ben? Evet! Büyük oğlumun kızı… En son büyük oğlum evlendi. Altıncı torunum. O vakitler Reşat Nuri düşmüyor elimden, 1970’lerden bir yıl… Diğerlerinden ne hayır gördüm de bundan göreyim? Bir şey beklemem artık, bari bunun da adı Reşat Nuri’den bir şey olsun dedim. Geline birkaç kahramanın ismini söyledim. Birini koydu. Neyse bu hayırlı çıktı. Meğer edebiyata istidadı da varmış. Şu kadarcıktı, bu odaya gelir, kocaman kitapları kaldırır okurdu. Bir öksürük krizi daha… Gülme ile karışık bir kriz. Selvinaz Teyze, dedemin ilaçları! Tamam, tamam iyiyim, telaşa gerek yok, gayet iyiyim. Kitapları o minicik dizlerine yatırır, bebek gibi, sonra ufacık parmaklarıyla satırları takip etmeye gayret eder. Bazen anlar, bazen anlamaz. Kitapların arasında o kaybolur. Bulmak için sesleniriz:

— Feride! Daldın.

Bir rüyadan uyanır gibi başını çevirdi genç kadın. Yağmur başlamış, hava iyice kararmıştı. Geniş ve çıplak odada, pencerenin kenarında öylece duruyorken buldu kendisini. Hemen toparlandı, kendisine geldi. Hayır, bu kez kaybetmeyecekti.

— Turhan abi, ben satmaktan vazgeçtim evi. Seni de buralara kadar yordum ama.

Tıknaz emlakçı, şaşkın bakışlarla genç kadını süzdü.

— Bak Feride, seni de ailenizi de yıllardır tanırım, bilirsin. Rahmetli dedenin de babanın da bende emeği çoktur. Zaten bu köhne evle ilgilenmem de onlara olan saygımdandır. Seni de kardeşim gibi severim. Bu işten benim bir kârım yok. Sadece seni düşündüğüm için söylüyorum: Bu eve bir daha müşteri filan bulamazsın. Hele de bu kadar iyi para verenini… Hem diğer mirasçıları da düşün.

— Şu anda biz yedi mirasçıyız, kuzenlerimden dördü yurt dışında yaşadıkları için zaten haklarını babam önceden satın almıştı. Geriye bir tek Şemsa abla ile kardeşim Selahattin kalıyor. Onları ben ikna ederim. Dedemin Selvinaz Teyze’yle olan evliliğinden çocuğu olmadığına göre, başkaca bir sorunumuz yok.

  • Peki, evi ne yapacaksın?

  • Biraz birikmişim var. Onarır ben kalırım burada. Üniversite buraya çok yakın, işime yürüyerek bile gidip gelebilirim.

Emlakçi, düşünceli ve ikna olmamış tavrını koruyordu:
  • Feride bir daha düşün istersen.

Feride, yaşamı boyunca kendini hiç bu denli kararlı hissetmemişti:
  • Düşündüm Turhan abi, teşekkür ederim.

  • Peki, sen bilirsin. Bana müsaade öyleyse.
Emlakçının kısa ve tıknaz bedeni, demir dökme sokak kapısından çıkarken Feride, hızlanan yağmur damlalarının geniş cama çarpışını izliyordu. Yağmur, adeta bu evi, ebediyen Ali Fuat Kütüphanesi olarak mühürlüyordu şimdi. Odanın bir köşesinden, şu kitaplığın yanındaki şilteli koltuktan, hastalık nedeniyle tarazlanmış sesiyle şiir okuyordu bal rengi yün hırkasına sarılmış yaşlı bir adam:

 

Küçük, muttarid, muhteriz darbeler

Kafeslerde, camlarda, pûr-ihtizâz

Sokaklarda seylâbeler ağlaşır

Ufuk yaklaşır yaklaşır yaklaşır

Bürür bir soğuk gölge etrafı hep

Nümâyân olur gündüzün nısf-ı şeb1

 

 

 

1 Tevfik Fikret’in “Yağmur” şiirinden

muttarid: Düzgün, sıralı muhteriz: Sakınan, çekinen pûr-ihtizâz: Bir dolu ferahlama seylâbe: Sel suyu

nümâyân: Belli olan, meydana çıkan nısf-ı şeb: Gece yarısı