— Son kiracı, diyor yıpranan mermerlere dikkatle incelediğini fark edince tombul yüzlü emlakçı, sanki özür diler gibi. Evi o mu kiralamıştı ‘son kiracılara’? Olabilir.
— Yeni muharrirler neden eskileri gibi yazamıyor, biliyor musun kızım? Çünkü daktilo kullanıyorlar. Mekanik bir icat şu daktilo, şüphesiz faydaları da var. Hızlı yazıyor filan. Amma, bu tembel nesil, bilmiyor ki edebiyatın sihri, fevkalade bir dolma kalemin beyaz kâğıda dokunmasıyla hissedilir. O kâğıt kokusu, mürekkebin mai nûru, kâğıt üzerindeki raksı… Ah işte bu aşkı yakalayamaz o tuş gıcırtısı…
Dede, sen burada ne arıyorsun? Sen… Çocukluk düşlerimin başkahramanı, solumak istediğim eski İstanbul’un kokusu, gözlerimdeki rengin kaynağı, sen…
— Ben hep muharrir olmak isterdim. Mekteb-i Sultani’de okurken, çok kıymetli edebiyat hocalarım vardı. Arkadaşlarla şiirler yazardık. O devirlerde herkes biraz şairdir ya! Edebiyat mecmualarına gönderirdik bunları. Bir ikisi de neşredilmişti hani. Sağ taraftaki kitaplığın en altından bir deri çanta çıkarıyor, içinden özenle iki kâğıt destesi alıp özenle masaya bırakıyor. Üzerlerinde eski yazılar bulunan birkaç dergi, sararmış, yer yer okunmuyor. Bir Ah şu lanet olasıca Cihan Harbi, ah mezarında kurt kaynayası Enver Paşa… Bizi harbe sokmasaydı, şimdi mektebi bitirmiştim. Rahmetli babam, söz vermişti, Paris’e gidecektim, orada tahsilime devam edecektim. Tabii tahsil bahane… Orada edebiyat çevrelerine girecektik!
— Yok, bir şey canım telaş etmeyin! Ne diyorduk? Evet, edebiyat… Ben büyük bir edip olacaktım. Kabiliyetim de vardı. Ne var ki, hadiseler hep arzu edilen şekilde vuku bulmuyor. Ağabeyim, babamın tüm itirazlarına rağmen İstiklal Harbinde katılmak üzere Anadolu’ya geçti. Birkaç ay sonra da şahadet haberi geldi. Nedense Yakup Kadri Bey’in Bir Şehit Mezat’ını ne vakit okusam, o şehidin ağabeyim Mustafa Fuat olduğunu düşünürüm. Romantik bir delikanlı, İstanbullu bir paşanın oğlu, dünyadan bîhaber, cepheye giderken yanına en sevdiği romanları alıyor. Aynen rahmetli ağabeyim işte! Babam da ardından çok dayanamadı, gitti. Evin idaresi de bendenize kaldı. Tabii bir müddet satıp savdık, sonra artık neye gücümüz yetiyorsa… Benim Osmanlı Paşası babam, annemin dışarıya dikiş diktiğini, benim mahalle bakkalına çıraklık ettiğimi görseydi, bir daha ölürdü herhalde. Neyse, İstiklal Harbiydi, mütarekelerdi derken, Cumhuriyet kuruldu. Biz de tahsilimiz el verdiğince bir memuriyete girdik. Tabii evlendik, çoluk çocuk… Allah bana dört evlat kısmet etti, üç erkek, bir kız. Benim de içimde edebiyat kalmış ya hani, evlatlarıma ünlü ediplerin evlatlarının ismini verdim. Büyük oğluma Namık Kemal’in oğlu Ali Ekrem, Ortancaya Recaizade’nin talihsizi Nijat, küçüğüne de Fikret’in meşhur Haluk’u… Ama o soysuz, gidip papaz oldu. Ben de oğlum bir soysuz papazın ismini taşıyacağına büyük şairinkini taşısın diye mahkeme kararıyla Tevfik Fikret’e çevirdim. Kızıma da Ziya Gökalp’in biriciği Seniha’nın ismini koydum. Gelgelelim hiçbirinde edebiyat şevki yok. Büyüğü, gitti asker oldu. Amcasına mı çekmiş dedesine mi artık, bilmem. Ortanca devlet memuru, küçük ticaret erbabı… Hele kız! Yanarım yanarım ona yanarım zaten. Benim öğretmen olacak diye yetiştirdiğim Seniham, 17 yaşında Kasap İsmail’in oğluna varmaz mı?
— Aman neyse, Allah yüzüme baktı. Büyük oğlanın bir kızı oldu. İsmini ben koydum. Gerçi hepsinin ismini ben koydum ya. Mesela ilk torunu bana Seniha verdi, onun oğulları Hakkı Celis’le Ahmet Celâl, Nijat’ımın biricik kızı Şemsa, Fikret’imin Şermin’i ve Ferda’sı… Hepsini ben beğendim. Hani biri biraz edebiyata temayül etsin diye. Ah nerde! Ne diyordum ben? Evet! Büyük oğlumun kızı… En son büyük oğlum evlendi. Altıncı torunum. O vakitler Reşat Nuri düşmüyor elimden, 1970’lerden bir yıl… Diğerlerinden ne hayır gördüm de bundan göreyim? Bir şey beklemem artık, bari bunun da adı Reşat Nuri’den bir şey olsun dedim. Geline birkaç kahramanın ismini söyledim. Birini koydu. Neyse bu hayırlı çıktı. Meğer edebiyata istidadı da varmış. Şu kadarcıktı, bu odaya gelir, kocaman kitapları kaldırır okurdu. Bir öksürük krizi daha… Gülme ile karışık bir kriz. Selvinaz Teyze, dedemin ilaçları! Tamam, tamam iyiyim, telaşa gerek yok, gayet iyiyim. Kitapları o minicik dizlerine yatırır, bebek gibi, sonra ufacık parmaklarıyla satırları takip etmeye gayret eder. Bazen anlar, bazen anlamaz. Kitapların arasında o kaybolur. Bulmak için sesleniriz:
— Feride! Daldın.
Bir rüyadan uyanır gibi başını çevirdi genç kadın. Yağmur başlamış, hava iyice kararmıştı. Geniş ve çıplak odada, pencerenin kenarında öylece duruyorken buldu kendisini. Hemen toparlandı, kendisine geldi. Hayır, bu kez kaybetmeyecekti.
— Turhan abi, ben satmaktan vazgeçtim evi. Seni de buralara kadar yordum ama.
— Bak Feride, seni de ailenizi de yıllardır tanırım, bilirsin. Rahmetli dedenin de babanın da bende emeği çoktur. Zaten bu köhne evle ilgilenmem de onlara olan saygımdandır. Seni de kardeşim gibi severim. Bu işten benim bir kârım yok. Sadece seni düşündüğüm için söylüyorum: Bu eve bir daha müşteri filan bulamazsın. Hele de bu kadar iyi para verenini… Hem diğer mirasçıları da düşün.
— Şu anda biz yedi mirasçıyız, kuzenlerimden dördü yurt dışında yaşadıkları için zaten haklarını babam önceden satın almıştı. Geriye bir tek Şemsa abla ile kardeşim Selahattin kalıyor. Onları ben ikna ederim. Dedemin Selvinaz Teyze’yle olan evliliğinden çocuğu olmadığına göre, başkaca bir sorunumuz yok.
-
Peki, evi ne yapacaksın?
-
Biraz birikmişim var. Onarır ben kalırım burada. Üniversite buraya çok yakın, işime yürüyerek bile gidip gelebilirim.
-
Feride bir daha düşün istersen.
-
Düşündüm Turhan abi, teşekkür ederim.
-
Peki, sen bilirsin. Bana müsaade öyleyse.
Küçük, muttarid, muhteriz darbeler
Kafeslerde, camlarda, pûr-ihtizâz
Sokaklarda seylâbeler ağlaşır
Ufuk yaklaşır yaklaşır yaklaşır
Bürür bir soğuk gölge etrafı hep
Nümâyân olur gündüzün nısf-ı şeb1
1 Tevfik Fikret’in “Yağmur” şiirinden
muttarid: Düzgün, sıralı muhteriz: Sakınan, çekinen pûr-ihtizâz: Bir dolu ferahlama seylâbe: Sel suyu
nümâyân: Belli olan, meydana çıkan nısf-ı şeb: Gece yarısı