Erken kalktım cumartesi sabahı. İki önemli sebebi vardı: Nursen ile buluşacaktım, bu bir; Fikri abinin söyleyeceklerini çok merak ediyordum, bu da iki. Hazırlanıp erkenden evden çıktım. Anneme Nursen’le yeni iş imkânları üzerine konuşacağımı söylemiştim. Konunun cinayet soruşturması ile ilgisini belirtirsem paniğe kapılırdı ve benim onu rahatlatacak ve ikna edecek gücüm de zamanım da yoktu. Altan ile şimdilik sessizlik anlaşması yapmıştık. Altan, Fikri abiye güveniyordu da ondan mı ses etmiyordu bilmiyorum. Ama anneme hiçbir şey söylememişti.
Taksi durağında araba yoktu. Minibüs Caddesi’ne yürümeye ve oradan bir Ataşehir dolmuşuna binmeye karar verdim. Bu yürüyüş esnasında da Fikri abiyi arayabilirdim.
− Fikri abi, ne yaptın?
Yorgun bir ses cevapladı beni:
− Sana da günaydın Asude! Nasılsın iyi misin?
Of!
− Günaydın Fikri abi! Nasılsın, iyi misin? Ben de iyiyim. Ne yaptın?
− Ne yapacağım? Dün akşamüstü 4.00 gibi geldim elemanın Küçükyalı’da kaldığı eve. Baturalp konum atmıştı sağ olsun, hemen buldum. Hakikaten zehir gibi çocuk, maşallah! Bereket işim erken bitti de adamı oyalamasına gerek kalmadı. İşkillendirmedik kimseyi. Neyse! O önde ben arkada gidiyoruz. Tuzla sahile geldik. Arabayı park edip denize bakan lüks apartmanlardan birine girdi. Biraz bekledim aşağıda. Bir saat kadar sonra da sarışın, yapılı bir dilberle çıktılar. Pek samimiydiler. Yürüyerek sahile indiler. Ben de bıraktım arabayı takip ettim. Deniz kenarında bir mekânda yemek yediler, sohbet ettiler filan. Saat 10.00 gibi eve geri döndüler. Biraz sonra baktım balkondalar. İçki içip denizi seyrediyorlar. Dördüncü katta olduklarını anladım. Hemen apartman kapısına gidip zillere baktım. Her katta bir daire varmış apartmanda. Tahmin et, kadının adı ne?
“Tahmin et” oyunu ile kaybedecek zamanım yoktu.
− Ne bileyim abi! Sevtap Parman mı? Banu Alkan mı? Kim?
− Kızım seninle de konuşulmuyor ya! En eğlenceli kısmı hâlbuki! Aynur Ertura.
Bu ismin bende hiçbir karşılığı yoktu.
− Kim o?
− Cengiz Mercan’ın çalıştığı firmanın sahibi Bülent Ertura desem…
Yürürken nefes nefese kalmıştım. Biraz soluklanmak için durdum.
− Patronun karısı ile birlikte deme bana abi!
Gevrek bir kahkaha geldi telefondan:
− Yok be kızım! Kız kardeşi! Onun da hissesi var şirkette. Oradan hatırladım.
İşler iyice arapsaçına dönmüştü işte.
− E, sonra?
− Sonrası, onlar eve girdi, ben de bu taraflarda bir arkadaşım var, onun evine gidip yattım. Sabaha kadar burada araba içinde bekleyecek halim yok. Saat 7.00’de geri geldim. Bakalım ne olacak? Merakla bekliyorum.
− İnşallah erkenden çıkıp gitmemiştir Cengiz Mercan.
− Nereye gidecek? Hafta sonu fabrikada olacağım dememiş miydi ailesine? A, işte bak kapıdan çıktı. Kapatıyorum.
Hayırdır inşallah!
Cumartesi sabahı trafiğinin rahat olduğunu unutmuşum. 11.00’de Beyaz İnci’nin kapısındaydım. Bir saat ne yapacağımı düşünürken Esra yanımda beliriverdi. Güzel, her şeyi birlikte bir kez daha gözden geçirebiliriz.
Nursen’in beni fark etmesi kolay olsun diye pastanenin açık kısmında sigara içilebilen bir yer buldum ve oturdum. İki dakika sonra garson elinde menü ile geldi. Kahvaltıyı gayet hafif ettiğimi hatırlayarak menüye bir göz attım. Buranın kurutulmuş domates ve beyaz peynirle yaptığı leziz bir tostu vardır. Yanında bir de bergamot aromalı çay ile güzel olur. Siparişlerimi beklerken Esra karşımda oturmuş, gözlerini de bana dikmiş bekliyordu. Kahvaltı için gelenler doldurmuştu etrafımı. O yüzden konuşmaya başlayan olmak istemedim. Esra da fazla dayanamadı zaten:
− Cengiz Mercan’ın patronu ile kırıştırmasına ne diyorsun?
Kalabalık içinde düşünerek iletişim kuruyordum Esra ile:
“Bu bile Nilgün’ü ortadan kaldırmak için sebep. Kadın patron! Kaçak oynamak istememiştir. Adam da hasta karısını boşamayı vicdanına yediremediyse…”
İnce ve uzun parmakları cam masanın üzerinde gezindi ama asla değmeden. Sanki başka bir boyuttaymış gibi ya da sanal bir ortamda…
− O zaman şöyle diyebiliriz: Nilgün’ü öldürmek için nedeni olanlar: Kocası ve kocasının sevgilisi.
“Olay son derece açık aslında. Kocası Nilgün’ü öldürtmek için Azra’yı tuttu. Şimdi işin içinde bir de zengin sevgili girince… Azra’yı Amerika’ya göndermek de zor olmasa gerek.”
Siparişlerim gelince iştahla onları yemeye giriştim. Gerçekten çok lezzetliydi. Çay da tam demindeydi. Bir süre yediklerimin tadını çıkardım ve Esra’ya hiç yüz vermedim. O da bana değil, dışarıdaki cadde üzerinde akıp giden trafiğe bakıyordu. Gözüm, üstündeki deri cekete takıldı.
“ Ya sana bir şey soracağım. Bu sıcakta bu ceketle nasıl duruyorsun?”
Uykudan uyanır gibi gözlerini bana dikti:
− Sıcak mı? Ne sıcağı?
“Haziran ayındayız Esra. Hava 30 dereceyi geçmiş olmalı.”
Kaşlarını kaldırdı, şaşırmıştı:
− Öyle mi?
Sonra yeniden başını dışarıdaki trafiğe çevirdi. Konuşmanın ne zaman başlayıp ne zaman biteceğine o karar veriyordu. Bir soru daha soramadım. Benim de bakışlarım pastanenin içine kaydı, bir de limonlu parfe mi yeseydim acaba? Uzun zamandır kendimi bu kadar aç hissetmemiştim.
Tatlımı afiyetle mideye indirip arkama yaslandım, garson tabağı almaya geldiğinde başka bir isteğim olup olmadığını sordu. Teşekkür ettim, belki biraz sonra... Saate baktım, 12.10 olmuştu bile. Nerelerdeydi bu dakikliği ile ün salan Nursen? Biraz sonra mekândaki kadın erkek bütün gözlerin aynı yerde kilitlendiğini fark ettim. Kızıl Saçlı Amazon gelmişti. Sarıya dönen krem rengi, kolsuz havuz yaka elbisesi, uzun ve fönlü saçları, doğal makyajı ile moda dergisinden bir fotoğrafı anımsatıyordu Nursen. Gülümseyerek yanıma geldi, ayağa kalkmama fırsat vermeden boynuma sarıldı.
− Çok özledim seni! Çok özledim, diyerek iki yanağımdan öptü. Sonra da karşıma oturdu.
− Ay çok sevindim seni gördüğüme. Kusura bakma ya! Kurtulamadım insanlardan!
Saçlarını atkuyruğu yapar gibi toplayıp ensesini havalandırdı, gözlerini devirdi:
− Çok sıcak! Daha haziranda böyle olursa yazı nasıl tamamlarız bilmem.
Elindeki menü ile yanına gelen garsona gülümsedi, menüyü geri çevirdi ve sade bir Amerikano istedi. Ben de sade Türk kahvesi söyledim. Tüm bu olup bitenler sırasında gülümseyerek bakıyordum ona. Farklı bir havası, insanı neşelendiren bir… Nasıl derler aurası vardı. Saçlarını yeniden omuzlarına bıraktı ve gözlerini bana çevirdi:
− Anlat bakalım Asu, neler oluyor? Azra filan ne alaka?
Derin bir nefes aldım, zira anlayacak çok şeyim vardı:
− Belki duymuşsundur. İki hafta önce bir ilkokul arkadaşım, korkunç bir cinayete kurban gitti. Cinayet konusunda ciddi sorular var kafamda.
İlgi ile dinliyor, yeşil gözlerinde meraklı bir ışık parlıyordu. Bu da anlatmam için heveslendiriyordu beni:
− Başın sağ olsun. Öyle üçüncü sayfa cinayet haberleri ile işim olmadığı için okumam pek. Ancak tanıdık biri olursa filan. Devam et. Azra ile ne ilgisi var olayın?
− Azra’nın olayla ilgisi şu: Nilgün’ün yani arkadaşımın eşi, Sami Cihangir’in de ortak olduğu bir şirkette pazarlama müdürü. Cihangirlerle Azra’nın bağlantısını biliyorsun. Az önce öğrendim ki bu muhterem eş, firmanın ortaklarından bir kadınla da aşk yaşıyormuş.
Gözleri kocaman kocaman açıldı:
− Ve?
− Cenazeden sonra bir yerde kahve içtim. Orada Azra ve Nur ile karşılaştım. Nur az önce camide olduklarını, başka bir cenaze için geldiklerini söyledi. Ama sonra Nur’u tek başına sıkıştırdığımda öğrendim ki onu cenazeye getiren Azra’ymış ve “Öldüğüne emin olmam gereken bir kadın var.” gibi garip bir cümle kurmuş.
Söylediklerimi sindirmesi için kısa bir ara verdim. Nursen inanmaz gözlerle bakıyordu bana:
− E?
− E’si, Azra’nın bu işin neresinde olduğunu öğrenmeye çalışıyorum şu anda. Tabii şu anda nerede olduğunu da… Söylediklerine göre Amerika’ya gitmiş.
Gülümsemesi iyice derinleşti:
− Aman şükür! Muradına ermiş. İnşallah orada düş kırıklığına uğramaz. Peki, ben nasıl yardım edebilirim sana?
− Senden Azra ile ilgili biraz bilgi istiyorum. Nereye kadar gidebilir? Merak ettiğim bu.
O sırada garson kahveleri getirdi. Aramızda da kısa bir sessizlik oldu. Nursel başladı anlatmaya:
− Asucuğum, Azra beni çok zorladı. Çocukları bu hale getirip sonra da onlardan şikâyet etmek çok anlamsız biliyorum ama iyi ki çocuğum yok diye dua etmeme sebeptir kendisi. Biz sıkıntılı bir nesildik, kabul edelim. Çok baskın ve kuralcı ebeveynlerle büyüdük. Çocuklarımızın daha özgür ve yaratıcı olmalarını istedik. Ama galiba biraz ileri gittik. Her şeyi yapabileceklerine inandırdık onları. Hem de hiç bedel ödemeden. İşte Azra da böyle bir kuşağın temsilcisi. Ebeveynleri yanında olmadığından hayata 1-0 yenik başladığı düşünülmüş. Dayısının ortamı sayesinde de güzel bir eğitim alma fırsatı yakalamış. Tabii olayı sadece kuşak dinamiklerine yüklemek doğru değil. Kişiliği de hesaba katmak gerekiyor. Azra hırslı bir kız, ne olursa olsun istediği şeyi elde edebileceğine inanmış.
Bu uzun sosyoloji dersinden sonra soruma cevap verecek miydi acaba?
− Nursen, sadede gel. Bu kız amacı uğruna cinayet işleyebilir mi?
Kahvesinden bir yudum aldı:
− Önceleri iyi bir asistan olacağını düşündüm. Wedding Place’de bir görev verdim ona. Saygılıydı ama içten pazarlıklı bir tavrı da yok değildi. Gözlemlemeye başladım. Başlangıçta dedikodular getiriyordu. İnsanların mahrem dedikoduları… Bunları nasıl öğrendiğini merak ettim. Akşamları herkes evine gittikten sonra da kalıp çalışıyordu ve bu iyi bir şey gibi göründü bana. Sonra o çalışmanın muhteviyatını fark ettim: İnsanların şifrelerini ele geçirmişti. Bilgisayarlara giriyor ve özel e-posta hesaplarını karıştırıyordu. Onu bir kez uyardım. Kısa bir süre sonra benim bilgisayarımı karıştırırken yakaladım onu. Çok sinirlendim. Ama arada Sami Cihangir var tabii, kovamadım. Reklam bölümüne verdim. Aradan bir ay geçti geçmedi, çok büyük bir firmanın CEO’su bana telefon etti. Bu akıllı gitmiş, adamı baştan çıkarmış. Lüks bir otelde buluşmuşlar. Tam malum işlere geçilecekken adam kamerayı görmüş. Şantaj yapacak aklı sıra. Kızın canına okuyup kamerayı alıp çıkmış gitmiş. Rezillik diz boyu. Bunun üzerine artık iler tutar tarafı kalmamıştı, çıkışını verdim. Olayı ne kadar gizli tutmaya çalıştıysam da duyuldu tabii.
Korkunç bir hikâyeydi bu. Değer yargıları, erdem, her şey yerle bir… Bunu kuşakla filan açıklamak da mümkün değil:
− Azra’yı, öldürülen arkadaşımın eşi ile konuşurken görenler de var.
Kahvesini bitirdi ve arkasına yaslandı:
− Senin fikrin ne?
− Bence olay Nilgün’ün ve Cengiz Mercan’ın ekseninde dönüyor. Hayatında bir kadın var ve bu kadın onun patronu. Karısından kurtulmak istediği için belki de Azra’yı kiralık katil olarak tuttu. Bu ilk senaryo. Bir diğeri de şu: Azra Sami Cihangir’in bir açığını bulmak için bu şirketi didikliyor olabilir. Bu sırra ulaşmak amacıyla da ilişkisini bildiği Cengiz Mercan’a şantaj yaptı. Belki Sami Cihangir belki de şirketin sahipleri durumu fark etti ve adamı öldürmek isterken Nilgün öldürüldü.
− Bana çok tutarsız geldi bu. Azra, Sami Cihangir ile ilgili bir açık yakalasa gider doğrudan bunu adama söyler. Aynı evde yaşıyorlar. Adam da kirli çamaşırları ortaya dökülmesin diye onu paşa paşa Amerika’ya yollar. Neden ortağı olduğu bir şirketin üstünden işler karıştırmaya kalksın?
Kafamda hâlâ sorular vardı:
− Peki, Cengiz Mercan’la Azra’nın görüşmesini nasıl açıklarsın?
Dudaklarını “Kim bilir?” dercesine kıvırdı:
− Madem Cengiz Mercan, Sami Cihangir’in ortağı olduğu bir şirkette çalışıyordu, belki bir şekilde tanışmıştır adamla. Adam aile dostu filan olabilir. Dayısı Amerika konusunda fikrini değiştirmek için onunla konuşmasını bile rica etmiş olabilir, hani “Seni dinler, bir konuş şununla!” gibisinden.
İkna olmamıştım. Burada başka bir şey vardı, ama ne?
− Olabilir tabii. Ama ortada bir cinayet var Nursen.
Nursen güldü:
− Sağlam bir dost tavsiyesi ister misin?
Acaba ne gelecekti adından?
− Tabii, lütfen!
− Seni çok iyi anlıyorum. Senin gibi 7-24 çalışan ve sürekli üreten bir insan evde sıkılır. Ama bu senin işin değil Asude. Her yer mobese kameraları ile dolu, her an gözetleniyoruz. İllaki o kameralardan birine takılmıştır bu işi yapan kişi. Polis birkaç haftaya kalmaz yakalar katili. Sen boş ver bunları, biz sana bir iş bulalım.
Bu işe kendimi o kadar kaptırmıştım ki kendi mesleğime dair her şeyi bir kutuya koyup odamın dağınıklığına terk etmiştim:
− Yerime Mari Makaryan’ı almışlar.
− Biliyorum, JAAN Ajans’ı unut zaten. O kadın bir kez başladı mı bırakmaz o işi. Daha mütevazı bir yerden başla. Kafamda birkaç alternatif var, oraları araştırırım senin için. Seninki gibi bir CV asla işsiz kalmaz. Araba var mı sende?
“Hayır” anlamında başımı salladım.
− Haydi o zaman seni eve bırakayım, ben de Poyrazköy’de bir açılışa gideceğim.
Tüm ısrarıma rağmen bana hesap ödetmedi. Otoparka yürüdük, arabaya bindik.
− Ay, bu benzin beni Poyrazköy’e götürmez. Şu benzinciye uğrayalım mı iki dakika! İşin var mı?
− Yok canım ne işi? Aslında benim evim ters gideceğin yere. Şuradan bir taksiye binip giderim.
− Aman ne olacak canım! Sırtımda mı taşıyacağım.
Elini dostça dizime vurdu.
İki dakika sonra benzincideydik. Dışarı çıkıp görevliye “Fulleyin” dedi ve ödeme yapmak üzere içeri girdi. Bunu yaparken arabayı kilitledi, ben içindeyken… O anda arka koltuktan gelen bir sesle irkildim:
− Hemen Facebook’a gir, hemen!.
Nedense heyecanlanmıştım. Telefonu çantamdan çıkarırken ellerim titriyordu. Facebook ana sayfada üstte “Ben hep Yeşilaycıydım” yazısının altında duran fotoğrafı gördüm. Yanında da alkol satışı olmayan mekânların da nezih olabileceğine dair birkaç satırla benimle buluşmadan önce gittiği lokanta ile ilgili birkaç fotoğraf paylaşılmıştı. Tan Medya Grubunun yeni zihniyetine uygun. O anki duygularımı nasıl anlatayım? Korku, endişe, panik, garip bir aydınlanma:
− Asude, hemen Fikri abiye mesaj yaz!
− Ne mesajı? Bu fotoğraf sadece bizimle aynı okulda olduğunu kanıtlar. Arkada Yeşilay dövizi tutan kız Nursen’miş. O kadar!
Ofladı Esra:
− O zaman sana niye söylemedi bunu? Dediğimi yap, fazla zamanın yok. Fikri abiye mesaj yaz, tehlikede olduğunu söyle, Nursen’in telefonunu da ver. Seninkini elinden alıp atarsa onu takip ederler.
− Takip mi? Yasal bir şey mi bu?
− Değil ama Fikri abi halleder.
Ellerim titreye titreye Esra’nın dediğini yaptım. Ne olur ne olmaz diye bana cevap yazmamasını da ekledim yazdıklarıma. Sonra mesajı silip telefonu çantanın içine attım.
− İnşallah rezil olmam Fikri abiye de polise de!
− Rezil olmak ölü olmaktan iyidir.
Tam o anda da Nursen pompacıya teşekkür edip arabanın içine girdi. Kemerini takarken sordum:
− Ben içindeyken arabayı kilitledin.
− Ay, canım kusura bakma ya! Geçen ay fena bir kapkaç hadisesi yaşadım arabadayken. Anlatırken bile tüylerim diken diken oluyor. Alışkanlık işte.
Motoru çalıştırdı. Benzinciden çıktık ve TEM’e doğru yol almaya başladık. Gergin bir şekilde söze girdim:
− Çok sıkıntı olacak sana. Uygun bir yerde ineyim ben.
− Saçmalama lütfen. Seni bu işlek otoyolun üzerinde bırakacak değilim canım, ayrıca hiç de sıkıntı filan olmaz.
Biraz sonra bilmediğim bir yola saptı. Yine konuşma ihtiyacı hissettim:
− Bu yol evimin yolu değil ama…
− Tatlım, rahat ol! Kestirme bu yol. Geçen hafta açtılar burayı. Yan yoldan hemen Fenerbahçe Stadı’nın oraya bağlanıyor.
Yol kestirme değildi, Esra haklıydı, tehlikedeydim. Doğduğumdan beri bu şehirde yaşıyordum ama ayak basmadığım, bilmediğim yerleri mevcuttu işte. Cumartesi trafiğinin iyice seyreldiği, kalabalıktan uzaklaştığımız sapa bir yere geldiğimizde tüm cesaretimi toplayıp sordum:
− Nereye gidiyoruz Nursen?
− Dedim ya, Poyrazköy’e…
− Neden?
Sesi artık dostça ve sıcak değildi:
− Seni hayatta bırakamam Asude. Ayını okulda olduğumuzu bilmeden paylaştım sabah o resmi. Ne garip değil mi? Belki on yıldır tanışıyoruz ama aynı okula gittiğimizden haberimiz olmamış. Konu hiç açılmamış demek.
− Aynı okulda olmamız neyi ispatlar ki?
Birden sesi yükseldi Nursen’in:
− Neyi ispatlar? Sen söyle güzelim? Neyi ispatlar cinayete kurban gitmiş bir kadınla ilkokul arkadaşı olmamız? Kusura bakma ama başına geleceklerden sen sorumlusun Asude. Bu işe niye karıştın ki? Niye deştin bu olayı? Sana neydi? Evinde oturup o yüksek egolu sersem kocan için ağlayıp sızlasan olmuyor muydu?
Bunu son zamanlarda ben de kendime sorup durmuştum ama büyük resim dışında verilecek bir yanıtım yoktu. Ama şimdi ölüme giderken gerçekten de anlamsız geliyordu bu olanlar.
− Herkes seninle buluşacağımı biliyor. Senin peşine düşeceklerdir.
Alaylı bir ses tonu ile yanıtladı:
− A evet, buluştuk tabii. Sen bir iş arıyordun. Paraya ihtiyacın vardı, depresyonun dibindeydin. Seni teselli etmeye çalıştım ama acilen yetişmem gereken bir yer vardı, ah bunu yapacağını bilsem seni bırakır mıydım hiç!
Üzüntüden canına kıyacağını bilsem…
− Nursen, senin de dediğin gibi her yer mobese. Sıkı takip ediliyoruz. Senin arabana bindiğimi er geç öğrenecekler.
− Merak etme güzelim! Kameraların olmadığı yerleri çok iyi öğrendim, bir aydır bunlara çalışıyorum. Şu an tercih ettiğim yol da kamerasız güzergâhlardan biri. Şimdi şu telefonunu ver bana.
Elini uzattı. Çantanın içindeki telefonu arıyormuşum gibi yaparak biraz zaman kazanmaya çalıştım, belki bir mesaj daha yollayabilirdim. Ama fark etti durumu, çok sinirlendi ve çantayı elimden çekip ayaklarının dibine attı.
− Numara yok güzelim, numara yok. İnan hiçbir şey yok gözümde. Arabayı şarampole yuvarlayıveririm, ikimizin de parçasını bulamazlar. Çok geç artık! Bunu bu işe karışmadan önce düşünseydin. Sersem! Senin neyine cinayet çözmek! Zaten kafayı yemişsin, bir de bununla uğraşıp iyice tırlat! Sersem ki ne sersem!
İçimden ona ne kadar hak verdiğimi bilse mutlu olurdu eminim.
Kafamda bir uğultu vardı, muhtemelen korkudan tansiyonum yükselmişti. Birçok farklı şeyi aynı anda düşünmeye başlamıştım. Fikri abi mesajımı görmüş müydü? Ta Tuzla’dan buraya zamanında yetişebilecek miydi? Telefonu takibe alabilmişler miydi? Kurtulacak mıydım? Annem nasıl üzülecekti! Kahrolacaktı kadın. Ya Ercan! İntihar ettiğime inanacak, bundan dolayı vicdan azabı çekecek miydi?
Nursen neden Nilgün’ü öldürmüştü?
− Tamam, anladım. Yanlış bir şeydi yaptığım. Beni öldürmek istemeni de anlıyorum. Ayrıca çok da haksız değilsin. Kötü bir dönem geçiriyorum ve ölmeyi binlerce defa düşündüm ben de. İdam mahkûmlarına bile son istekleri sorulur. Ben de senden son kez bir şey diliyorum. Niye öldürdün Nülgün’ü?
Çıngıraklı bir kahkaha attı:
− Hâlâ aklın başına gelmedi değil mi? Zehir hafiyeciliğe devam… Peki güzelim, seni kıracak değilim. Madem son isteğin bu, ben de anlatırım. Rahat durmadı Nilgün. Tıpkı senin gibi. Adımı dergilerden birinde gördü sanırım, Nisan’dı galiba, beni işyerimden aradı. Görüşmek istediğini söyledi. Bütün önlemlerimi alıp onunla konuşmaya gittim. Hastaymış. Zaten annesinin ölümünden sonra kendini toplayamamış, bir de bu hastalığı öğrenince daha fazla dayanamamış. Her şeyi anlatacakmışız. Bu belalar o zaman kimseye anlatmamamız yüzünden gelmiş başına. Allah ona ceza veriyormuş. Şimdi suçumuzu itiraf edip rahatlamalıymışız. O zaman iyileşebilirmiş. Bunun kalıtsal bir hastalık olduğunu ve Allah’ın onu cezalandırmadığını anlatmaya çalıştım ama öyle bir sabit fikre saplanmıştı ki çıkaramadım. Gitmiş bir de internet kafede Cemil Değirmenci’yi araştırmış. Adamın çalıştığı fabrikadan cep telefonunu öğrenip aramaya kalkmış. Allah’tan adam açmamış telefonu. Bir de onunla uğraşacaktık! Kullan at telefon hatlarından edindim bir tane. Her gün aradım, konuştum ama yok. Allah bizi cezalandırıyor deyip duruyor. Bir türlü ikna edemedim. Bana başka çare bırakmadı.
Hafif bir baş dönmesi hissettim. Tansiyonum yükseliyordu. Kalbimin atışı dışarıdan bile duyulabilirdi. Ölüme gidiyordum işte hızla… Çevreme bakındım. Kapılar kilitliydi. Bağırsam ya da camları yumruklayıp dikkat çekmeye çalışsam… Ya da Nursen’in üstüne atlasam… Direksiyon hâkimiyetini ele geçirsem bile pedallara ulaşamam! Herhalde 180’le filan gidiyorduk, arabalar renkli bir siluet halinde geçiyordu yanımdan. Kimden yardım isteyebilirdim?
− Peki ya Azra?
Yine yükseldi sesi:
− Azra! Cehennem kraliçesi! O da hak etti başına gelenleri… Bir açığımı aramak için hep etrafımdaydı zilli. Sürekli. Kapıyı dinlemiş. Konuşmalarımızın bazılarına tanık olmuş. Çok işimin olduğu bir gün telefonu ortada bırakmıştım. Karıştırmış iblis! Telefonda da sadece Nilgün’ün numarası var. Bilinmeyen numaralardan Nilgün’e ulaşmak kolay! Arayıp konuşmuş, yardım edebileceğini söylemiş. O salak da oturup her şeyi bir bir anlatmış. Mal bulmuş Mağribî gibi sevinen Azra, bana şantaja başladı tabii. İyice çıkmaza girmiştim. Son çaremdi cinayet, başka yapacak bir şey kalmamıştı. İtiraf edecekmişim! Ben senin gibi evde oturup çocuk bakmadım sersem! Dişimle tırnağımla geldim buralara! Allah seni cezalandırıyor da beni niye cezalandırmıyor? Anlatamadım. Cahil cühela, kafasız sersem!
Nilgün neyi itiraf etmelerini istiyordu? Ne yaşamış olabilirlerdi? Allah’ım, 10 yaşında iki çocuğun geçmişinde nasıl bir trajedi olabilir ki? Nursen, direksiyona vurdu, hırsını almak istercesine… Patlamaya hazır bir saatli bomba gibiydi. Araya girip bir şey sormaya korkuyordum ama korkunun da ecele faydası yoktu:
− Neydi itiraf etmenizi istediği şey?
− Arif’in ölümü. Arif’in ölümünü itiraf etmemizi istiyordu.
Korku ile merak nasıl had safhada yaşanır, şu anda deneyimlemiştim. Araba otomatik vites, bir şey yapabilir miyim?
− Arif’in ölümü mü?
Sesi öfkeden kısılıyordu zaman zaman. Yine de anlattı:
− İlkokulda sınıflarımız yan yanaydı. Seni hatırlamıyorum ama Nilgün’ü iyi tanıyordum. Onların evinin karşısında oturuyorduk, Yeni bir binaya taşınmıştık annemle. Dördüncü sınıftan itibaren de sizin okulda okudum. Ev okula çok yakındı, yağmurda çamurda annem arabayla bırakıyordu ikimizi ama hava açık ve güneşliyken Nilgün’le yürürdük. Sakin bir kızdı. Genelde benim konuşmalarımı dinlerdi. Ses etmezdi pek. Ah bir de Arif vardı! Tam bir cehennem zebanisiydi. Çok yaramazdı, çok! Oğlanlara fazla bulaşmazdı ama kızlara kan kustururdu. Bana da takmıştı kafayı. Kızıl saçlarımı gösterip “paslı teneke” diye dalga geçerdi. Avaz avaz bağırarak hem de! Kızdığımı görünce daha da bağırırdı. Bütün okul duyardı onu. Bazı oğlan çocukları da ona uyup dalga geçerdi benimle. Allah’ın belası bir şeydi. Kaç kez şikâyet ettim: Öğretmenlere, müdüre, babasına… Babası kemerle döverdi yine de bana mısın demezdi.
Nursen sanki o anları bir kez daha yaşıyormuş gibiydi. Çocukça öfkesi arabanın her yerini kaplamıştı. Çok ama çok hızlı gidiyorduk. Savrulmamak için koltuğa, kapının üstündeki tutamaca tutunuyordum.
− Güzel bir Mayıs günüydü. Tatil yakındı, annemle Ayvalık’ta bir yazlık kiralamıştık. Bütün yazı orada geçireceğimi anlatıyordum Nilgün’e. O da hevesle dinliyordu beni. Ah, çok tatlıydı her şey! O sersem, o cehennem zebanisi gelene dek. Etrafımızda dönmeye başladı. “paslı teneke” diye bağırıyordu. Ona susmasını söyledik. Gitmesini istedik. Oralı olmadı terbiyesiz. Daha da yükseldi sesi! Kulaklarımı tıkadım en sonunda. Nilgün “Seni babana şikâyet edeceğiz.” dedi. Onu da umursamadı. Sokağın ortasında tepiniyor, gülüyor, bağırıyordu. Bir kadın pencereye çıkıp “Çocuk uyuyor çocuk! Şimdi iniyorum aşağı! Haylaz şey!” diye bağırdı. Bu da aniden korktu ve eve doğru kaçmaya başladı. Bir an şeytana uyup onu kovaladık. Bizim apartmanın yanında bir inşaat vardı, demiryolunun hemen yanında. Müteahhit izin mi alamamıştı, iflas mı etmişti ne! Terk edilmiş, öylece duruyordu. Bekçi bile yoktu. Arif de nasıl hızlı koşuyordu! Kaşla göz arasında inşaatla demiryolunun arasındaki duvara tırmandı. Aşağıda durmuş ona kızıyor, babasına haber vereceğimizi, onu dövdürteceğimizi söylüyorduk. O ise duvarın tepesinde kahkaha atıyor, “paslı teneke” diye bağırmaya devam ediyordu. En sonunda dayanamadım. Yerden bir tuğla alıp fırlattım. Ona değmesine imkân yoktu. Çok yüksekteydi, ama yine de paniğe kapıldı, dengesini yitirdi ve demiryoluna düştü. O sırada da banliyö treni geçiyormuş.
Kanım donmuştu! Demek bu hazin hikâyenin ardında bu vardı. Nilgün, otuz koca yıl bu sırla yaşamış, annesinin ve kendisinin hastalığını bu olaya yormuştu. Bununla yaşamanın nasıl bir şey olacağını hayal bile edemezdim. Nursen devam etti:
− Nilgün kilitlendi kaldı, hemen yanına gittim, kolundan tuttuğum gibi bizim eve getirdim. İtiraz edecek durumda değildi. Annem de işteydi. Kimse yoktu evde. Ona “Bu sır aramızda kalacak.” dedim. “Kimseye bir şey söylemeyeceksin! Benim gizli teşkilatta tanıdıklarım var. Birine bir şey dersen anneni de, dayını da seni de öldürtürüm. Hem de önce onları öldürürler, onların ölümünü görür, öyle ölürsün.” Çok korkmuştu. Oradan taşınana kadar onu korkutmaya devam ettim. Annem kazadan çok etkilendiğimi düşündü, okul bitince Bakırköy’e taşındık.
Kendimi tutamadım:
− Nursen, evet Arif çok yaramazdı ama belli ki sorunları vardı. O çok küçük bir çocuktu.
Tekrar direksiyona vurdu. Avaz avaz bağırdı:
− Ben de çocuktum! Benim de sorunlarım vardı. Benimle dalga geçerken kimse bir şey yapmıyordu. Erkekler ona katılıp benimle alay ediyordu tamam mı? Alay ediyordu!
Derin bir nefes aldım. Esra yine havaya karışmıştı. Zaten burada olsa da bana ne yardımı olabilirdi? Yaşamak istiyorsam kontrolü elime almalıydım. Onu konuşturup oyalamaya karar verdim.
− Peki, Nilgün her şeyi itiraf etmek istiyordu ve sen onu öldürmeye karar verdin. Sonra?
Biraz sakinlemişti:
− Silah temin ettim önce. Bu işin ne kadar kolay olduğunu bilsen şaşarsın. İnternette bile satılıyor. Sonra onu aradım. Beni evine çağırdı. Kocası evde yoktu. İçeri girdim. Son bir kez daha ikna etmeye çalıştım. Hastalığına odaklanmasını önerdim, çok iyi doktorlar bulabileceğimizi söyledim. Ama yok! Kafaya koymuştu bir kere. Eğer itiraf etmezsek çocuğuna da bir şey olacağından korkuyordu. Olayın üstünden 30 yıl geçtiğini, artık hiçbir polisin ya da savcının onu dinlemeyeceğini söyledim. “Sosyal medyada açıklarım.” dedi. “O zaman herkes öğrenir.” Bıkmışmış hayatını zehir eden bu sırrı taşımaktan. Kesin kararlıymış. Yapacak bir şey yoktu. Bağırmasın diye önce boğazına sonra da kafasına sıktım. Hemen öldü zaten.
Derin bir nefes aldı. İtirafın onu rahatlattığı belliydi.
− Azra Nilgün’ü öldüreceğini biliyor muydu?
Tekrar güldü:
− Cehennem zebanisi. Amerika’ya gitmek için her şeyi yapardı. Biliyordu, ona söylemiştim. Sonra cenazeye gidip ortamı kolaçan etmesini istedim. Nur’u da peşinden sürükleyeceğini nereden bileyim? Onlarla karşılaşmasaydın hiçbir şey anlamayacaktın.
Korkarak sordum:
− Peki, ne yaptın Azra’ya? Onu da mı öldürdün?
Bana küçümseyen gözlerle baktı, ardından yeniden yola döndü:
− Yok, Amerika’ya gönderdim! Beni kendin gibi sandın galiba. Biletini aldım önce. Vize işlemlerine yardımcı oldum. Bana güvensin istiyordum. Ölümcül bir kibri vardı kızın. “Bir an önce gitmeni istiyorum, sen de orada biraz pratik yaparsın. Para da yollayacağım sana.” dedim. İnandı. Geçen pazartesi eşyalarını alıp benimle buluşmasını istedim. Bilirsin belki, yaşadığı ev Beykoz’da. Onu yoldan aldım, şu an gittiğimiz yere götürüp geberttim. Cesedi sakin bir yerden denize attım hava kararınca. Nilgün’ü öldürmeye karar verdiğimde araştırıp bulmuştum bu sapa yeri. Ama Nilgün’ü gelmeye ikna edememiştim. Şehre de çok uzak!
Bakışlarını yeniden yüzüme çevirdi. Şeytani bir pırıltı dolaşıyordu yeşil gözlerinde. Çarpık bir gülümseme ile konuştu:
− Senin cesedini de kim bilir ne zaman bulurlar? Karadeniz akıntısı var burada. Asla bulunmayabilir bile. Ama cep telefonundan bir mesajla intihar ettiğine inandırabilirim herkesi. Ya da daha dramatik bir şeye ne dersin? Facebook’ta bir gönderi? “Ben yoruldum artık taşımaktan hayatın yükünü.” filan gibi şiirsel bir şey? Hemingway’ın ya da Zweig’in intihar mektuplarından kısa bir alıntıya ne dersin? Sen karar ver. Ne de olsa senin intihar mesajın.
On dakika kadar sessiz kaldık. Ölüm fikri buz gibiydi. Bir daha ailemi göremeyecektim, annemle balkonda kahve içemeyecek, Altan’la atışamayacaktım. Led Zeppelin dinleyemeyecektim, eşlik edemeyecektim Percy’ye. İlkay’ın terasında rakı içemeyecek, Berrin’le sohbet edemeyecektim. Tanrım, hayatı ne kadar da çok seviyordum! Ercan olmasa da bir işim olmasa da yaşamaya nasıl da tutku ile bağlıydım!
Araba zınk diye durunca geldiğimizi anladım. Ani duruşun etkisiyle biraz öne savrulmuştum.
Alaycılığı bırakmadı:
− Ah canım, kusura bakma! Ama fazla önemsemezsin herhalde. Eh, sana müsaade. İn bakalım arabadan.
Kemeri açıp dışarı çıktım, o da arkamdan geldi. Kayalık, denize bakan bir yerdeydik. Aşağıda, sahil kenarında insanlar vardı ama buradan çok uzaktılar. Çevreyi dikkatle gözden geçirdim, kaçma umudum yoktu. Dediği kadar sapa bir yerdi burası:
− Son bir sigara içmeme izin verirsin herhalde?
Alaycı bir gülümseme ile yanıtladı beni:
− Olmaz güzelim, sigara sağlığa çok zararlı.
Oturduğu koltuğun altından bir şey aldı. Bu bir silahtı, susturuculu bir silah! Onu gösterip konuştu:
− Azra’yı hakladıktan sonra bu silahı da denize atmayı düşündüm ama bir şey bana engel oldu. İyi ki engel olmuş! Arabamdaki gizli bölmede duruyordu. O kadar gizli ki polis bile bulamaz. Sana kısmetmiş. Ama artık seninle birlikte denizi boylayacak o da. Miadı doldu.
Ah kafamdan neler geçti o anda! Ölümün kıyısında belki de son dakikalarını yaşayan bir insan neler düşünür? Ailemin üzüntüsünü hissettim önce. Sonra kendime kızdım. Yaşamımın bu kadar kısa olacağını bilsem yine de kahrolur muydum önceden hayatımı zehir eden şeylere? Ercan için bile dertlenmeye değer miydi? Bu mavi yaz göğü, bu güzel öğleden sonra, aşağıda eğlenen insanların sevinci ve mutluluğu dururken ölmeyi bir kez aklımdan geçirir miydim?
− Kusura bakma Asude ama bunu sen istedin. Ben de mecbur kaldım. Bu işe burnunu sokmamalıydın. Senin hatan. Kendi hatanın bedelini ödemek zorundasın. Anlıyorsun değil mi?
Artık değiştirebileceğim hiçbir şey yoktu. O zaman cesur olabilirdim:
− Hayır Nursen! Benim hatam değil. Nilgün’ün de hatası değildi, Arif’in de… A, belki Azra’da biraz hata vardı. Ama biraz… Burada tek suçlu sensin. Ayrıca şunu da bilmelisin: Olup biteni bilen tek insan ben değilim. Bu olayda çalıştığım bir özel dedektif var. Yani beni öldürsen de kurtulamayacaksın. Yerinde olsam hiç atmazdım o silahı!
Alaycı ifade yüzünden siliniverdi. Yılan gibi tısladı.
− Blöf yapıyorsun!
Tüm gücümü toplayıp gülümsedim:
− Niye blöf yapayım? Nasılsa öldürmeyecek misin beni?
Kollarımı iki yana açtım! Bir belgeselde bu hareketin cesareti arttırıcı hormonları tetiklediğini duymuştum. Gözlerimi sıkıca yumdum.
DEVAM EDECEK.