Pazartesi sabahı saat 10.00’da, Fenerbahçe’de buluştuk Fikri abi ile. “Sabah buraya gelme, evden geçmen daha kolay. Seni caddeden alayım 9.30’da.” demişti. Ben de fırsattan istifade, Cadde’de çok sevdiğim bir pastanede kahvaltı etmiş sonra da Fikri abiyi beklemeye başlamıştım. Gecikmedi, Fenerbahçe yolu üzerindeki benzinciden aldı beni.
Fikri abinin külüstürü, yeni bir binanın önünde durdu. Şu beton kazuletlerden biriydi bina. Minicik pencereleri, yüksek duvarları ile bir hapishaneyi hatırlatıyordu. Bazı katlar ve daireler boştu, dolu olanlarda ise bir hayvan kuaförü, bir estetik merkezi, bir diş hekimi muayenehanesi, bir de hukuk bürosu vardı. Soyalan Dedektiflik ve Araştırma Hizmetleri ise en üstte yani yedinci kattaydı. Dışarıda pırıl pırıl parlayan güneşe rağmen bir sürü led aydınlatma yanıyordu. Işık girmiyordu ki içeri. Dibine kadar marka olan deri koltuklar, parlak ve ışığı yansıtan yer karoları, şampanya rengi, dokulu duvarlar ve üzerlerinde asılı renkli dev illüstrasyonlar… Girişin şatafatından asansör müziğine varana dek her yerden ve her şeyden lüks akıyordu. Ama ruhsuz, bir yere ait olmayan, köksüz, özenti bir lüks.
Girişte bizi karşılayan güvenlik elemanının xray’lı aletlerinden geçtikten sonra yüzü, kılığı kıyafeti çok güzel bir genç kızın oturduğu danışma masasına yaklaştık. Kız ikimizi de tepeden tırnağa süzdü. Ben nispeten bakımlı ve şıktım ama yeşil tişörtü ve yıpranmış kotu ile Fikri abi hiç de hoş görünmüyordu. Sonunda beni kendine muhatap almaya karar verdi ve nereye geldiğimizi sordu. Volkan Soyalan adını duyunca yüzünde açan gülümseyemeye hâkim olamayarak telefona sarıldı. Sessizce hakkımızdaki bilgileri karşı tarafa iletti. Yine aynı gülümseme ile bize asansörü gösterdi.
Yedinci katın düğmesine basar basmaz Fikri abiye sordum:
− Bu kız yeni filan mı? Kaç kere geldin buraya? Seni tanımıyor mu abi?
Fikri abi hiç umursamadı:
− Danışmada iki üç kız var görevli. Farklı zamanlarda burada oluyorlar. Kaldı ki günde kim bilir kaç kişi geliyordur. Aklında kalmamıştır garibin.
Hiç de öyle kaç kişi gelmiyordu buraya. Resmen kale almamıştı Fikri abiyi şu bacak kadar kız! Aslında da böyle biri miydi acaba? Yoksa şu ruhsuz ve sıkıcı binaya girdiğinde dışarıda mı bırakıyordu insani değerlerini? Allah bilir; hiç de güzide olmayan bir semtte, çok çocuklu bir ailede büyümüştü. Ama şu lüks mekânda çalışma şansını elde edince kendini birden ailesinden ve çevresinden üstün hissetmiş, sınıf atladığını düşünmüş, hatta belki onlardan utanır olmuştu. Gelirinin üstünde şık kıyafetler almaya öykünmüş, bazen de sahte markalarla yetinerek kendini bu ortama yakıştırmaya çalışmıştı. Şık ve hoş insanlara değer vererek, diğerlerini ise hiç önemsemeyerek kendince bir uyum oluşturmaktaydı. Öfkelenmiştim tabii. “Ama bunda senin de payın yok mu Asude Bahar?” dedim kendime. “Sen ve reklam pazarlama sektörü, o uyduruk ürünlerle bol imajlı, renkli, janjanlı bir ortam yaratmadınız mı? Bu kıza öfkelenmeye ne hakkın var? Onu o rüya âlemine sen ve senin gibiler sokmadınız mı?”
Asansör kapısı açılınca Esracığımla burun buruna geldik. Daha doğrusu burnumun dibinde bitti. Yine bir hop ediverdi yüreğim ama neyse ki çabuk toparladım. Onu görmemiş gibi yapıp Fikri abi ile koridorun sonuna dek yürümeye başladık. Bir yandan da düşüncelerimle Esra’yı yakalamaya çalışıyordum: “Hayrola Esracığım? Neden buradasın?”
Sesi geriden geldi:
− Bak vallahi başkası olsa darılır Asude. Bu kadar mı nefret ediyorsun benden?
“Senden nefret etmiyorum, korkuyorum. Sorunumuz bu.”
Birkaç adım sonra üstünde Soyalan Dedektiflik ve Araştırma Hizmetleri yazan kapıdan içeri girdik. Parlak karolar, ışıklandırma, dokulu duvar kâğıtları filan, burada da aynıydı. Sekreter masası girişteki dev danışma masasına oranla küçük, krem rengi ve şık bir şeydi. Tam karşısında da masa ile aynı renk deri bir kanepe bulunuyordu. Duvarlarda havalı afişler, pahalı aplikler, kenarda cam dolaplar ve içlerindeki sanat eseri gibi biblolar, duvara monte edilmiş ahşap rafların üstünde dizili kitaplar… Elitist bir öz güven patlaması! “Doğru yerdesiniz. Biz sorununuzu çözeriz.” imajı erimiş, sıvılaşmış, her yerden akıyordu. Esra keskin bir ıslık çaldı. Yalnız sekreter tam bir hayal kırıklığıydı. Uzun boylu, buğday tenli, siyah saçlı, 30’lu yaşlarının başında, somurtkanlık düzeyinde ciddi bir kadındı bu. Saçlar sıkıca atkuyruğu yapılmış, sade bir makyaj tercih edilmiş, siyah pantolon üstüne bej, kolsuz bir bluz giyilmiş… Volkan Soyalan’ın imajı düşünüldüğünde öyle çok güzel, havalı, seksi ya da şık bir kadın değildi hani. “Burası bir iş yeri, ciddiyete uyunuz.” cümlesini görür gibi oldum kadının ince metal çerçeveli gözlüklerinde.
− Hoş geldiniz. Buyurun, Volkan Bey sizi bekliyordu, diyerek bizi yandaki kapıdan içeri aldı.
Volkan Soyalan, özel tasarım masasında oturmuş, karşı duvara monte edilmiş dev plazma ekranda ekonomi haberlerini izliyordu. Bildiğimiz “Meşgul iş adamı imajı”. İmajların çarpıştığı bir ortamdayız yani. Eğer bir yerde imaj insanların gözüne gözüne sokuluyorsa bunun tek bir anlamı vardır: Burada fazla iş çıkmaz ama sen o çıkmayan işin parasını peşinen ve fazla fazla ödersin.
Patron bizi görünce ayağa kalktı. Tüm yüzüne dağılan gülümsemesi ile elimi tuttu:
− Ersin ve Metin’den selam getirdim.
Ne güzel! Eski patronlarım beni hatırlamış hem de selam yollamışlar. Volkan Soyalan’ın gözünde meşruiyetim kabul edilmiş oldu. Ama acaba ne kadarını anlattı muhteremler?
− A, çok teşekkür ederim. Eksik olmayın, diyerek elimi kurtardım ve tasarımcı masası ile takım olan koltuklardan birine oturdum.
− Nasıllar? İyiler mi?
Fikri abinin omzuna dokunup selamlaşma benzeri bir hareket yaptıktan ve ona da karşımdaki koltuğu gösterdikten sonra masasına geçti:
− Gayet iyiler. Ama anladığım kadarıyla biraz dargınlar. “Bizi arayıp sormadan yeni bir işe başlamış demek.” diye üzüldüler açıkçası.
Sizi arayıp da ne edeceğim a sersemler? Benim yerime Mari Makaryan’ı alıp mis gibi işinizi döndürmüşsünüz işte.
− Kısmet diyelim Volkan Bey.
Yine insanı neşeli hissettiren bir gülümseme ile konuştu:
− A, şu beyi hanımı kaldıralım lütfen. Sadece Volkan.
Bu herif, bu konuşma biçimlerini, sözleri filan ayna karşısında çalışıyor muydu? Orta zekâlı insanların izlediği dizi ve filmlerden replikler alıp sağda solda mı satıyordu? İşin garibi bu tavırlarına tav olacak birçok da insan vardı.
Volkan Soyalan arkasına yaslandı, o sırada kapıda muhafız gibi duran sekreterini fark etti. Tekrar bize döndü:
− E, ne ikram edelim size? Bir sabah kahvesi içeriz değil mi?
Fikri abi, arkasında kalan sekretere döndü:
− Zahmet olmazsa ben bir sade Türk kahvesi alayım Nihal Hanım.
Ben de hemen atladım:
−Ben de… Bir de soğuk suyunuz varsa çok sevinirim.
Volkan Soyalan, sekreterine sert bir vurgu ile emir verdi:
− Duydun Nihal. Ben de bir Amerikano istiyorum, ama lütfen bu defa kıvamı tuttur. Geçen defaki çamur gibi olmuştu hatırlarsan.
Yabancıların önünde elemanını azarlamak, tamamen yetersizlik emaresidir. Volkan Soyalan’ın yakışıklı, çekici, insanlarla nasıl konuşacağını bilen, yüksek egolu bir adam olması, beceriksiz bir dedektif olmasını maskelemez. Bu adam, yetersizdi. Esra da benim gibi düşünüyor olmalıydı, kollarını göğsünde kavuşturmuş, yanı başımda dikiliyor, yüzünü ekşiterek Volkan Soyalan’ı inceliyordu.
Nihal, ağzını açmadan odadan çıktı. Ne hissetmişti? Öfke, nefret, aşağılanma… Yüzünden hiçbir şey anlaşılamıyordu. Bana nedense “Batman Dönüyor” filminde Michelle Pfeiffer’in oynadığı Kedi Kadın karakterini hatırlatmıştı. Aşağılanan, kendini gerçekleştirmesine izin verilmeyen ve insan yerine konmayan sekreter, birden dehşet bir anti kahramana dönüşüverir.
Volkan Soyalan, neşeli ve karizmatik adam maskesini takarak bana çevirdi bakışlarını:
− Onların kaybı, benim kazancım… Sektörümüze hoş geldin Asudeciğim. Seninle çalışmak zevk tabii ama maalesef bu dava kısa sürdü, başka birinde birlikte çalışmak dileği ile…
Nasıl ya? Ne demek bu dava kısa sürdü? Cinayet çözülmüş müydü yani? Bakışlarımı Fikri abiye çevirdim. O da şaşkındı:
− Ne diyorsun oğlum sen? Buldun mu katili?
Şeytani bir gülücük parladı dudaklarında Volkan Soyalan’ın:
− Çok yaklaştım! Birkaç gün sonra paket edip vereceğim Akif Demirci’ye.
Yine Fikri abi ile birbirimize baktık. Volkan Soyalan, 90’larda moda olan Amerikan pembe dizilerindeki yakışıklı ve bön jönler gibi sırıtıp duruyor ama ağzını açmıyordu. Hani sahne uzasın diye replikler arka arkaya tekrarlanır, cevap beklenen durumlarda ise sessizlik uzatılıp sündürülür, izleyen salak yerine konurdu ya!
Biraz sonra kahvelerimiz geldi. Nihal önce bana ikram etti kahvemi ve suyumu. Hemen bir yudum aldım:
− Nihal Hanım, elinize sağlık! Uzun zamandır böyle güzel kahve içmemiştim. Harikasınız, dedim. Yanaklarında hafif bir pembelik oluştu ama o kadar. Soğuk bir sesle “Afiyet olsun.” deyip çekildi. Bu kızda bir şey var, ama ne? Kahvemden bir yudum daha içip gözlerimi Volkan Soyalan’a çevirdim. Yaptığım şeyden hiç hazzetmemişti. Aşağıladığı, değersiz kıldığı insanı göklere çıkarmıştım. Gayet öz güvenli bir şekilde, taa gözbebeklerine baktım. Yağma yok oğlum, ben senin gibi kifayetsiz muhterislere pabuç bırakır mıyım? Dur hele sen, daha yeni başlıyorum.
− E, daha bekler miyiz anlatmanı Volkan, diye sordum adının üstüne bas basa.
Gözlerini çekmeden anlatmaya başladı:
− Akif Demirci’nin bir düşmanı varmış. Veli Alemdar. Duymuş olabilirsiniz, o da iş adamıydı.
Fikri abi, oturduğu yerde dikleşti:
− Geçen yıl öldü o adam.
Volkan Soyalan, bakışlarını Fikri abiye çevirdi:
− Evet, Akif Demirci piyasada acayip bir rekabet ortamı oluşturunca çok zarar etmiş. İflasını ilan etmek zorunda kalmış adam. Birçok gayrimenkulü de Akif Demirci’nin eline geçmiş. Veli Alemdar bunu kaldıramamış ve senin de dediğin gibi geçen yaz bir kalp krizi geçirip öbür dünyayı boylamış.
Bu sohbet nereye varacaktı, merak ediyordum doğrusu. Nazlanmadan, kısa keserek anlatsaydı ya anlatacağını? Böyle katili ilan edecek Hercule Poirot gibi uzatıp duruyor. Bir pos bıyıkları eksik. Fikri abi de benim gibi düşünüyor olmalıydı ki patladı:
− Lafı ağzında geveleyip durma! Ölmüş adam nasıl cinayet işler ya?
İnsanı delirten bir gülümseme ile bana döndü bu defa. İnadına yapıyordu bunu. Kim bilir, bu huyu yüzünden ne dayak yemiştir lisede.
− Veli Alemdar’ın bir oğlu var: Sarp Alemdar. Babasının ölümünden sonra çok uluslu bir şirkette çalışmaya başlamış. Amsterdam’da yaşıyor. Babasına yapılanlardan sonra Akif Demirci’yi hiç affetmemiş. Akif Bey’in oğlu da Amsterdam’da şu an. Avrupa’ya açılma planları var adamın. Sarp Alemdar, Akif Demirci’nin oğlu Sedat’ı tehdit etmiş birkaç kez. İş polise sıçramadan çözülmüş. Ben Sedat’ın adam tutup Sude’yi öldürdüğünü düşünüyorum.
Esra sanki onu başkası duyabilirmiş gibi kulağıma eğildi:
− Göster şu ukala dümbeleğine gününü müdürüm!
Çantamdan cep telefonumu çıkardım, aradığım şeyi bulup internet sayfasını açtım:
− Çok sağlam bir düşünce bu ama delil yok herhalde.
Takdir edildiğinde iyice kabardı horoz:
− Delil polise lazım Asudeciğim. Bana değil. Senin de belirttiğin gibi, gayet makul. Sedat Bey haftaya İstanbul’a dönüyor. Bu konuyu önce Akif Bey ile sonra da oğlu ile konuşup kuşkularımı anlatacağım. Eminim onlara da çok mantıklı gelecektir.
Volkan hakkındaki düşüncem her dakika daha da pekişiyordu; bu adam salaktı. Telefonda açtığım haberi okuması için uzattım:
− Bu sabah kahvaltı ederken okudum bu haberi.
Telefonu ikircikli bakışlarla benden aldı, kaydırarak okumaya başladı. Hayır, sessizce izlemeyecektim hezimete uğramasını:
− Demirci Holding’in Hollanda’da kurmak istediği şirkete, merhum iş adamı Veli Alemdar’ın oğlu Sarp Alemdar müdür olmuş. Birçok ekonomi yazarı bu seçimi “Akif Demirci günah çıkarıyor.” diyerek değerlendirmiş. Hem kızının cinayete kurban gitmesi hem de cebelleştiği hastalığı ona bu kararı aldırmış olabilir deniyor. Sence Akif Demirci de oğlu Sedat da kuşku duydukları adamı şirketlerinin başına getirirler miydi? Ya da haftaya Sedat Bey buraya geldiğinde ve ona makul bir şüphe dışında hiçbir şey sunmadığında sana ne diyecek?
Telefonumu geri verdi. Bakışlarını yere indirdi, eline masada duran altın kaplama bir dolma kalem aldı, evirdi çevirdi kalemi. Sonra da başını kaldırıp bana baktı. İçtenlikle gülümsedim:
− Sanırım bu dava kapanmadı. Şimdi bize müsaade… Gidip kızın arkadaşlarını, sosyal hayatını filan araştıralım. Bakalım ne çıkacak?
Kahvemi ve suyumu bir dikişte bitirip ayağa kalktım. Fikri abi de fincanı kafasına dikip beni takip etti. Volkan Soyalan, gıkını çıkarmadan arkamızdan geldi. Bizi kapıya kadar geçirmeye gönül indirmişti nasıl olduysa… Masasında oturmakta olan Nihal, odadan çıktığımızı görünce ayağa kalkmıştı. Hemen masasının yanına gidip en sıcak tavrımla elimi uzattım:
− Tanışamadık, kusura bakmayın. Nihal değil mi? Ben Asude. Fikri abi ile çalışıyorum.
Kızcağız neye uğradığını şaşırdı. Elim havada kalmasın diye hemen elini uzattı. Memnun olduk. Kapıdan çıkarken Volkan Soyalan, elini omzuma koydu:
− Seninle çalışmak gerçekten büyük keyif olacak Asude.
Sadece gülümsedim.
Binanın klimalı ve serin ortamından sokağa çıktığımızda ilkin bir nefessiz kaldık. Kendimizi arabaya atıp bütün pencereleri de dibine kadar açtıktan sonra bir nebze rahatladık. İstikamet Kadıköy’dü:
− Ben anlamıştım bu sersemin bir bok beceremeyeceğini, dedi Fikri abi. O yüzden cumartesi akşamüstü, şu iki çocuğu aradım, Pelin ile Ali’yi.
− E? Ne dediler?
− Oğlan İstanbul’daymış, babasının ufak bir nakliye şirketi varmış. Orada çalışıyormuş çocuk. Kız, ailesinin Cunda’daki yazlığındaydı. Ama sağ olsun “Sude’nin katilinin bulunması için her şeyi yaparım.” dedi. Bugün İstanbul’a geliyor. Saat dörtte bizim tekkeye gelecekler.
Bu güzel bir ilerlemeydi işte.
Sıcak bir akşamüstüydü. “Bizim eski vantilatörü annem ne yaptı acaba?” diye düşünürken çaldı kapı. Gelenler Ali ile Pelin’di. Ali tombulca, uzun boylu bir çocuktu. İleride epey bir saç dökeceğine dair kehanette bulunan bir alnı vardı. Kare çerçeveli gözlüklerini sürekli düzeltip duruyordu. Beyaz tenli olduğu için güneşle karşılaşan her yeri kızarmıştı. Pelin ise tam bir Cadde kızıydı. Solaryum yanığı teni yazın iyice kararmış, Afrikalı moduna gelmişti. Makyajla daha belirginleştirdiği koyu renk gözleri, üstünde epey çalışılmış kaşları, uzun Fransız manikürlü tırnakları, sırtına yapışmış gibi duran karnı, pahalı markalardan elbisesi, çantası, ayakkabıları… Her şeyi ile bir tüketim çağı azizesiydi. Salona buyur edip oturttum onları. Soğuk limonata hazırlamış, içine de taze nane yaprakları atmıştım. Önlerine konunca hiç itiraz etmeden birer bardak içtiler. Biraz soluklanıp dinlenince sorularımızı yanıtlamaya hazır hale gelmişlerdi. Tekli koltuğa iyice yayılmış Ali, yanındaki teklide iki büklüm, dirsekleri dizlerine dayalı oturan Pelin’e kaçamak bakışlar atarak konuşmaya başladı:
− Sude bizim için çok değerlidir amirim, ne gerekirse yaparız onun katilini bulmanız için.
“Amirim!” Bu garipler bizi polis filan mı sanıyordu acaba? İkisi de gergindi. Eh, böyle bir deneyim yaşadıktan sonra kendilerini rahat hissetmeleri mümkün değildi tabii. Elimde not defteri ile bacak bacak üstüne atmış, pür dikkat onları dinlemeye başlamıştım:
− İş birliğiniz bizim için çok önemli, zamanınızı ayırdınız, teşekkür ederiz. En başından başlayalım mı? Sude ile ne kadar zamandır arkadaşsınız?
Ali, yine Pelin’e baktı. Kızın pozisyonunda bir değişiklik yoktu. Devam etti:
− Birinci sınıftan beri arkadaşız. O zaman o da bizim gibi üniversitenin yurdunda kalıyordu.
Not defterime “birinci sınıf” yazdım. Aslında ne yazmam gerektiğini bilmiyordum. Sadece işini bilen, her şeye hâkim dedektif imajı çizmeye çalışıyordum. Bu iki toy çocuk yanında bu çok zor olmasa gerekti.
− Anlıyorum. Tabii evi uzaktı.
Pelin, başı önünde oturmaya devam ediyordu. Ondan destek alamayacağını anlayınca Ali konuşmasını sürdürdü:
− Hepimizin evi uzak okula, benimki mesela Beylikdüzü tarafında. Pelin’inki İstinye’de. Okul uzak kaldığı için yurt tercih ettik. Ama Sude çok hareketli bir kızdı. Sosyal etkinliklere, tiyatroya, sinemaya bayılırdı. Yurdun kuralları çok sıktı onu. İkinci sınıfta eve çıkmaya karar verdi.
− Ev arkadaşı yoktu değil mi?
− Tek başına yaşıyordu. Maddi durumu buna uygundu tabii.
− Peki, Sude’nin ailesi ile ilişkileri nasıldı?
Tam bu sırada Pelin başını kaldırıp gözlerimin içine acayip bir öfke ile baktı:
−Ailesi ile ne ilgisi var bunun ya? Olay sırasında babası karşıda evindeydi, abisi yurt dışında falandı yani.
Sakince gülümsedim:
− Amacım ailesini töhmet altında bırakmak değil, sadece Sude’yi tanımaya çalışıyorum Pelin Hanım.
Aniden yine bir ısı değişimi hissettim ensemde. Başımı kaldırınca Esra’nın kanepenin kolçağında yine kolları göğsünde kavuşmuş bir şekilde oturduğunu gördüm. Göz kırptı bana. Alışıyordum galiba. Bakışlarımı Pelin’e çevirdim. Sanrım “töhmet” sözcüğünün anlamını düşünüyordu. Kaşları alnına doğru kalkmıştı:
− Evet, ne diyorduk? Ailesi… Ailesi ile arası nasıldı?
Pelin sertçe cevapladı:
− Çok iyiydi. Annesini beş yaşında kaybetmişti, babası ona çok düşkündü. Üstüne titriyordu tamam mı? Bir dediğini iki etmiyordu. Abisini de çok severdi.
Tek kaşımı kaldırarak sevimsiz öğretmen pozu verdim:
− Peki, evinin yedek anahtarını ailesine vermemiş olmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Pelin’in gözlerinde şimşekler dans etmeye başlamıştı. Tehditkâr bir biçimde dikleşti. Bana haddimi bildirecekken Ali, elini kızın omzuna koydu:
− Sude, kişisel alanları konusunda taviz vermezdi. Evininkini bırakın, okuldaki dolabının anahtarını bile bırakmazdı kimseye.
“Kimseye anahtar vermez.” yazdım deftere. Laf olsun diye. Bu sırada Fikri abi orta sahada çok koşturduğumu düşünmüş olmalı ki topa girdi:
− Peki gençler! Çevresinde Sude’yi rahatsız eden, ona sarkan filan biri var mıydı?
Pelin biraz rahatlar gibi oldu ve arkasına dayandı:
− Dört yıllık bir ilişkisi yeni bitmişti. Yılbaşında ayrıldılar. Sude öyle çok ağlayıp sızlanmadı. Ama o günden beri de kendini sosyal hayata verdi. Garip bir şey oldu yani. Dağıttı sanatsal ortamlarda falan.
Vallahi bravo! Yirmili yaşlarında dört yıllık bir ilişki sürdürmeyi başarmış. Hemen sözü aldım:
− Erkek arkadaşı kimdi?
Dudaklarında hafif bir gülümseme gördüm:
− Ondan da bir şey çıkmaz hanfendi! Sevgilisi Doruk yurtdışında yaşamaya karar verdiği için ayrıldılar. Amerika’da okuyor şimdi.
Bu önemli görünüyordu. Not aldım. Fikri abi biraz daha sevecen bir ses tonu ile sordu:
− Başka kimse yoktu yani çevresinde? Sosyal bir kız dediniz ya demin. Ondan sordum.
Gençler yine birbirlerine baktılar, grup sözcüsü Ali anlatmaya başladı:
− Bir tiyatro kulübüne katılmıştı. Kulübün çalıştırıcısı bir tiyatro sanatçısı, dizilerde filan da oynuyor. Serhat bir şey…
Pelin onu tamamladı:
− Serhat Turhangil. Ateşle Açar Aşk dizisinde Merve Saraç’ın saplantılı hayranını oynamıştı hani.
Oturup dizi seyretmem. Ama meslek gereği piyasasını iyi bilirim. Merve Saraç, yeniyetme ünlülerden, mankenden bozma oyunculardandı ama gelecek vaat ediyordu. Dizi epey bir tutmuş, bir iki sezon oynamıştı. Zengin bir ailenin kızı, anne ve babasını ansızın kaybediyor, sahipsiz bir şekilde ortada kalıyordu. Tam o sırada kafayı ona takmış bir adam da hayatına girince işler iyice sarpa sarıyordu. Onu o durumdan kurtaran adamı ise önceden acılı bir sesle arabesk şarkılar okurken birden televizyon ve dizi sektörü ile ilgilenmeye başlayan bir ünlümüz oynamıştı. Bu arada ünlümüzün kızcağızın babası yaşında olmasını kimse umursamamıştı. Bu tür senaryoların parası olan adamların, hangi yaşta ve konumda olurlarsa olsunlar, diledikleri her şeyi yapmasını meşrulaştırmak için yazıldığını düşünmüştüm o zamanlar. Bu arada Serhat Turhangil’in durumu da alarm veriyordu. Sude’ye karşı bir şeyler hissediyorsa bu tiyatro kulübü ayağına bir haltlar karıştırmış olabilirdi. Nasılsa role de girmiş.
− Siz bu Serhat Turhangil ile tanıştınız mı, diye soruverdim.
Ali başını salladı:
− Evet, Sude onun tiyatro grubundayken birkaç gösterisini izledik. O zaman tanıştırmıştı bizi Sude.
− Peki, Serhat Bey hakkında ne düşünüyorsunuz? Sude onunla nasıl tanışmış, biliyor musunuz?
Ali gözlüğünü düzeltti:
− Serhat Bey engellilerle ilgili bir proje hazırlıyordu. Üniversiteye tanıtıma gelmişti. Sude de o zamanlar tiyatro kulübünde çok faaldi. Proje onu heyecanlandırmıştı. Katılmaya karar verdi.
− Sizin ilgilinizi çekmedi mi?
Ali güldü:
−Ben çok yeteneksizim, Pelin de ilgilenmedi pek.
Pelin umursamaz bir ses tonu ile cevapladı:
− Bende sahne fobisi var.
“Pelin’in sahne fobisi var.” yazdım. Yanına da “Tiyatro kulübü”
− Anladım, peki bu grubun adı ne?
Ali hatırlayamadı, Pelin’e baktı. Pelin yine aynı ses tonu ile cevapladı:
− Biz bunları polise anlattık. Engelsiz Drama.
Çok yaratıcı! Bu adamla konuşurken önce bundan bahsetmek gerek sanırım. Not aldım.
− Gösterilere gittik demiştiniz, nasıl etkinliklerdi bunlar? Biraz bilgi verir misiniz?
Ali yine Pelin’e baktı. Pelin iyice doğruldu, kollarını sanki üşüyormuş gibi bedenine sardı:
−Bir grup otizmli genç var ekipte, bir de işte Sude gibi gönüllüler… Ağırlıklı olarak çocuk oyunlarını oynuyorlar okullarda. Arada da bir uzman otizm hakkında bilgi veriyor. Bizim izlediğimiz yetişkinlere uygun bir oyundu. Onları da belediyelerin sanat merkezlerinde filan oynuyorlar. Toplanan para ile de otizmli gençlerin eğitime destek oluyorlar.
Takdire şayan bir çalışmaymış.
− Bu gruptan biri ya Sude’yi rahatsız etmiş olabilir mi? Yani otizmli gençleri kast etmiyorum tabii, gönüllü olanlardan biri? Size bu konuda bir şey dedi mi hiç?
Hayır anlamında başını salladı Pelin. Ama Ali o kadar emin değildi:
− Ben Serhat Bey’in Sude’den etkilendiğini düşünüyorum aslında.
Pelin ölümcül bakışlarını bu defa Ali’ye dikti:
− Sude çok hoş bir kızdı, çevresindeki bütün adamlar ondan etkilenirdi zaten. Sen bile ilk günlerde ona hasta oluyordun, yalan mı?
Ali iyice kızardı:
− Ya tabii ki yalan değil! Bana hayır dedi ve ben de sesimi kestim. İyi de etmişim, sonradan çok iyi dost olduk. İnsanlar soruyor, ben de cevap veriyorum Pelin, biraz sakin olur musun lütfen?
Pelin bakışlarını indirdi. Başka bir şey vardı bunun altında. Belki bir aşk üçgeni… Pelin Ali’den hoşlanıyor, Ali Sude’den. Sonra Sude Ali’yi reddediyor ama çekim gücünden kaçamadığı için Sude’nin dostu olmayı kabulleniyor. Pelin de Ali’nin yanında kalıyor. Üçü arkadaşlık kisvesi altında birbirlerine olan sevgilerini sürdürüyorlar. İlginç:
− Serhat Bey’in telefonu dosyamızda yok. Kendisine nasıl ulaşabiliriz?
Ali başını kaldırdı ve gözlerini sağ tarafa dikti. Düşünüyordu. Bir şeyi hatırlamaya çalışıyordu:
− Sude’nin evine çok yakın bir kolej var. Serhat Bey aynı zamanda orada drama öğretmenidir. Bir hanım vardı, o da grubun gönüllülerinden biri. Ankaralı bir hanım. O kolejin müdür yardımcısı mı ne? O okuldan ulaşabilirsiniz.
Kalemi not defterine bastırdım:
− Feneryolu Koleji mi? Şerife Hanım!
İkisi de başlarını salladılar.
Evet, dosyada adı geçen okul ve “Ben diyeceğimi polise dedim.” diyen Şerife Hanım yine karşımıza çıkmıştı işte. Demek Şerife Hanım Ankaralıydı ve Serhat Bey ile aynı okulda görevliydi. Olayda kilit rol oynadıklarına artık emindim. İkisinin de adını deftere yazdım özenle.
Fikri abinin de soracakları vardı:
− Bu tiyatro kulübü dışında gittiği bir yer var mıydı? Dans kursu gibi mesela?
Pelin, Fikri abiyi daha samimi ve güvenilir bulmuş olmalıydı. Ona düşmanca bakmıyordu. Artık kendini sarmalamayı da bırakmış, arkasına yaslanmıştı:
− Okul ve tiyatro çok zamanını alıyordu. Bütün sanatsal aktivitelere katılmaya da çalışıyordu bu arada. Bir dakikası boş geçmesin derdindeydi. Önemli mi bilmem ama bir de resim atölyesine gitmeyi planlıyordu. Burada, Moda’da bir kadın ressam varmış. Bir kez konuşmuş onunla. İlginç bir kadınmış, cadı mı ne demişti onun için.
Cadı?
− Cadı derken? Yani sevimsiz, geçimsiz bir kadın anlamında mı, diye atladım söze.
Güldü Pelin:
−Yok ya! Kendine cadı diyormuş. Böyle korku şeysileri, Pagan ayinleri filan… Değişik bir kadınmış. Çok etkilenmiş Sude ondan. Medyum filanmış galiba. “Hayatımı saydı, döktü.” demişti
Fikri abi ile birbirimize baktık. Bu önemli bir durum olabilirdi. Fikri abi sordu:
−Kadının adı neymiş? Biliyor musunuz?
Hiç düşünmeden cevapladı:
− Lamiya!
Esra orada duruyor mu diye başımı kaldırıp baktım:
− Lamia olmasın?
− Olabilir.
Fikri abi, ne yaptığıma bir anlam vermemişti:
− Tanıyor musun Asude?
Esra’nın tepemde dikildiğine emin olduktan sonra Fikri abinin sorusuna cevap verdim:
− Hayır, sadece Lamia’nın anlamını biliyorum.
Kafam epey bir karışmıştı. Sadece bir kez gördüğü bir kadının Sude’nin cinayetinde etkisi olabilir miydi? Daha önemlisi, kimdi bu kadın? Esra usulca kulağıma eğildi:
− İlkay’a sorsana!
Çok mantıklıydı bu. İlkay, eski dostumdu ve şu anda bir kültür sanat dergisinde editörlük yapıyordu.
Sehpanın üstünden cep telefonumu alıp birkaç dakika izin istedim. Küçük odaya girip kapıyı kapadım. İlkay üçüncü çalışta açtı! Telaşlı bir sesle konuştu:
−Asude n’oldu kuzum? Bir şey mi var?
Hayda! Bu ne şimdi?
− Yok canım? Sakin ol! Bu ne telaş?
− Şu Nursen meselesinden sonra aklım sende. Ne zaman arasan bir şey olacak sanıyorum ya!
− Yok bir şey! Her şey gayet yolunda. Sana bir şey soracaktım sanatla ilgili. Ondan aradım. Nasılsın? Caner nasıl?
− İyiyim anacım, sen nasılsın?
− Ben de iyiyim. Ya bir müşterimize lazım oldu da… Bir ressam hanım varmış, Moda’da bir atölyesi varmış hatta. Takma adı Lamia. Ben resimden hiç anlamam, sana bir sorayım dedim.
İlkay’ın sesi rahatlamıştı:
− Tamay Hanım’ı diyorsun. Tamay Salihli. Resimlerini Lamia diye imzalıyor. Atölyesi de Moda’da Kadıköy Kız Lisesinin karşısındaki sokakta. O değil mi?
O olmalı. Kaç tane Lamia yaşar ki Moda’da?
− Böyle Paganik, karanlık resimleri varmış sanırım. Kendisine de cadı diyormuş. Ayinler filan…
Kahkaha attı İlkay:
− Değişik bir hanım, evet kültürel anlamda bir cadı olduğunu söylüyor. Paganik unsurlar konusunda haklısın. Çok hoş resimleri var. Yurt dışında da epey popüler ama öyle büyü yapan, süpürge ile uçan, Şabat ayinleri düzeyen biri değil. Bayılıyorum bu insanların ön yargılarına ya! Hatırlasana, Metallica konserine giderken vapurda bir amca, yolculara bizi gösterip “Bunlar satanist, kedi kesmeye gidiyorlar.” demişti de ne gülmüştük.
Hayal meyal canlandı anı gözümde. İlkay’ın kaldığı yurt, Göztepe tarafındaydı. Cümbür cemaat Kadıköy’de buluşup Beşiktaş’a geçmiştik. Ne gündü! Ama anılara dalma zamanı değildi:
− Tabii, ben de öyle düşünmüştüm İlkaycığım. Müşterim de böyle değişik çalışmalar yapan birini arıyor da. Bu hanıma nasıl ulaşırım? İnternette filan sitesi var mıdır?
− Var tabii. Lamia Art Moda diye girersen hemen ulaşırsın. Yeri de dediğim gibi Kadıköy Kız Lisesinin karşı sokağındadır. Geçen nisan mıydı, mayıs mıydı, bir sergisine gitmiştim.
İlkay’a çok teşekkür ettikten sonra hemen konuklarımızın yanına döndüm. Fikri abi çocuklara olay gününü anlattırıyor olmalıydı. Pelin iyice açılmış, el kol hareketleri ile olayı anlatıyordu:
− Kapıyı açınca salona girdik tabii. Orada gördük işte Sude’yi. Sonra Akif amca geldi, polis filan… Ay çok fenaydı, çok!
Fikri abi, kontrollü bir şekilde devam etti:
− Peki, etrafta değişik bir şey gördünüz mü? Mesela ortalık dağılmış mıydı? Eksik bir şey var mıydı? Gözünüze çarpan herhangi bir anormallik?
Pelin sarsılmış görünüyordu:
− Bizi orada çok tutmadılar ki! Hemen çıktık polis gelince. Zaten çok fena dağılmıştık. O şokla hiçbir şey hatırlamıyorum.
Ali’nin yüzü daha da kızarmıştı.
− Ben sadece Sude’nin üstüne saçılmış astım ilaçlarını hatırlıyorum.
− Astım ilaçları mı?
Oradaki herkesin gözleri bana çevriliydi. Salon kapısında ayakta duruyordum. Pelin artık düşmanca bir tavır sergilemiyordu:
− Sude’nin astımı vardı. Hatta öldürülmeden bir gün önce beraber hastaneye gitmiştik. Sürekli takip olan bir doktor vardı.
Esra dibimde bitti:
− Kim acaba müdürüm? Sorsana?
Esra’ya bakmadan sordum:
− Hangi hastane?
−Derman Hastaneleri var ya! Onun Ataşehir’de olanı. Hani büyük alışveriş merkezinin yanında!
Transa geçmiş gibiydim:
− Doktor hatırlıyor musunuz?
Gözlerini kıstı Pelin. Hatırlamak için üstün bir güç sarf ediyor gibiydi:
− Göğüs hastalıkları uzmanıydı ya! Neydi adı? Mahmut bir şey!
− Mahmut Şayan!
Hevesle başını salladı Pelin.
Çocukları teşekkür ederek yolladık. Ali, ekime kadar İstanbul’daydı, sonrasında kısa bir tatil düşünüyordu. Ne zaman istersek ulaşabilirdik. Pelin çarşamba Cunda’ya dönecek ve eylülde mastıra başlayana dek orada kalacaktı ama telefonla iletişim kurabilirdik.
Yalnız kaldığımızda Fikri abi sordu:
− Yok artık Asude! Bu doktoru nereden tanıyorsun?
Pencerenin önünde durmuş, kollarımı kavuşturup çocukların gitmesini izliyordum:
− Teyzemin kızı Binnaz’dan bahsetmiştim ya sana. Mahmut Bey onun hastanesinde çalışıyor. Göğüs hastalıkları ve alerji uzmanı. Birkaç sene önce benim de alerjik bir sorunum olmuştu. Ona gitmiştim.
− Aman neyse! Vallahi korkuyorum bazen senden, dedi Fikri abi. Acaba Esra ile karşılaşsaydı neler hissederdi?
− Önemli bir ipucu yakaladık ama abi. Mahmut Bey, Binnaz ile aynı katta çalışıyor. Öldürülen hemşire Aysun hastaneye ilk geldiğinde onunla çalışıyordu. Sonradan Binnaz’ın bölüme verdiler kızı.
− Hâlâ orada mısın sen Asude? Yokmuş işte bir bağlantı aralarında. Sude’nin gittiği doktorun eski hemşiresi Aysun! Ne olmuş yani? Bu şehirde kaç milyon insan var.
Burada bir şey vardı, dahası Esra beni sürekli bu noktada tutuyordu. Neydi, nasıldı bilmem ama burada bir şey vardı. Fikri abi kanepeye yerleşip kolunu arkaya attı:
− Öğrendin mi şu cadı ressamı? Onu soruşturmaya gittin değil mi içeri?
Başımı Fikri abiye çevirdim:
− Öğrendim. Buraya çok yakın bir atölyesi var. Ona geleceğim. Ama önce şu Şerife Hoca ve Serhat Bey hikâyesini anlayalım bir.
− Nasıl anlayalım? Kadın bizimle konuşmak istemiyor.
Sehpaya uzandım. Dosyayı elime aldım. Bu ana dek Sude’yi hiç merak etmediğimi fark etmiştim. Dosyanın en önünde Sude’nin bir fotoğrafı vardı. Sarıya çalan lüle lüle saçları yüzünü çevrelemiş, ışıl ışıl ela gözleri ve oval yüzü ile gülümsüyordu. Güzel ve sevimliydi. Hayat dolu ve mutluydu. Yardımsever ve iyiydi. Gülümsedim ben de ona:
− Konuşacak, dedim. Hayır diyemeyeceği bir planım var. Bize destek olacak. Tabii katil o değilse…
DEVAM EDECEK…