Bir öyküsü vardı.
Bir öyküm vardı anlatılacak; ama bir türlü anlatamadığım. Bir korkum vardı, yaşadığım ama adlandıramadığım. Anlatılamazların arasında kaybolan bir anlatıcıydım. Karanlık gecelerde düşlerime giren belirsiz şekiller ve gölgelerle aynı ortamı sürekli paylaşmaktayım. Düşte miyim yoksa gerçekte mi, içine düştüğüm düzende bunu bir türlü ayıramamaktayım.
Size adım, yaşım, işim gibi gereksiz ve önemsiz ayrıntıları vermeyeceğim. Şimdilik ülkemizin güzel kentlerini dolaşarak çalıştığımı bilin, yeter. Kent kent, semt semt, sokak sokak dolaşır ve satış yaparım. Pek zor bir iştir bu doğrusu. Yaşadığım kentte yılın birkaç ayından fazlasını geçirdiğimi hiç hatırlamıyorum. Belki günümüzden 70–80 yıl önce yaşamış olsaydım, Gregor Samsa gibi, ömrüm tren vagonlarında geçerdi. Belki öylesi daha iyi de olurdu, şehirlerarası yollarda araba sürmek kadar yorucu değildir tren yolculuğu kuşkusuz. Hem trende okuma, yeme içme, uyuma gibi işleri de yapmak mümkün. Oysa araba kullanırken en iyi ihtimalle radyo dinlersiniz.
Arabada giderken, özellikle geceleri yollar uzar da uzar. Beyaz şeritler, altınızdan kayar gider, elektrik direklerinin gölgeleri, korkunç canavarlar gibi yükselir üstünüzde. İnsanın içini korkunç bir acizlik duygusu kaplar, tehlikeler sanki yolun kenarında beklemektedir. Her an arabanın üstüne atlayabilirler. Öte yandan, gündüz araba kullanmak hiç böyle değildir, keyif bile alınabilir sürücülükten. Bu iki farklı durumun nedeni, gece karanlığının insan ruhu üzerindeki olumsuz etkisidir. Karanlık, bilinmezlik denizidir. Görülmeyen, bilinmeyen şeylerden korkulur. Gece, tek bilineni karanlık olan bin bilinmeyenli bir denklemdir.
Karanlık bir geceydi yaşadığı.
Karanlık bir geceydi yaşadığım. Bir bayiimi ziyaret etmek üzere küçük bir ilçe merkezine gidiyordum. Vakit bir hayli ilerlemişti. Gideceğim ilçede kalacak bir yer bulamayacağımı bildiğimden, kent merkezinde bir otele yerleşmeye karar vermiştim. Sabah erken hareket edebilir, öğleye doğru ilçede olabilirdim. Geceyi sıcak bir yatakta geçirme fikri de çok cazip geliyordu. İyi bildiğim bir otele gittim. Bu kentin, turistik önemi vardı, ama mevsimi olmadığı için şimdi otelleri bomboştu. Kentle ilçe arasında, geniş kumsalların olduğu bir mevkideydi seçtiğim otel. İki katlıydı ve bir tarafı denize, diğer tarafı ormana bakıyordu. Temiz, güzel bir yerdi. Daha önce defalarca kaldığım için çalışanlarını da tanıyordum. Her anlamda rahat ve güvenilir bir mekândı burası.
Otele vardığımda serin bir hava, yüzümü okşadı. İşte, yaşanılacakların ilk habercisi bu okşayıştı. Resepsiyondaki esmer delikanlı, içten bir gülümseme ile beni karşıladı. Beni tanıyordu, adımı bile hatırlıyordu uzun zamandır gelmediğim halde. Hatırlanmak, evinden kilometrelerce uzakta, yabancı bir göz tarafından bile olsa tanınmak güzeldi. Ben de tüm müşterilerimi tanırım elbet. Adreslerini, telefonlarını ezbere bilirim. Dükkânlarının konumunu, neyi ne kadar sattıklarını, nasıl kâr ettiklerini takip ederim. İşlerine hatta bazen özel yaşamlarına dair kararlarını bile sırdaş bilip bana anlattıkları olur. Hepsini gizlerim yüreğimde. Satıcı olmak kolay değildir. Alıcıya dair her şeyi bilmek gerekir.
Tam kaydımı yaptırmış, odama çıkıyordum ki esmer delikanlı, ardımdan seslendi:
— Yemek servisimiz devam ediyor abi, isterseniz restorana buyurun. Biz bagajınızı götürürüz odanıza. Arzu ederseniz barda da dev ekran var, maçı izlemek niyetindeyseniz…
O anda hatırladım, akşama bir şampiyonlar ligi maçı olduğunu. Akşamüstü bir şeyler atıştırmıştım, ama sıcak bir tas çorba içmek hiç fena olmayacaktı bu serin havada. Görevliye teşekkür edip restorana doğru yürümeye başladım.
Restoran, resepsiyonun hemen sağında yer alıyordu. Büyük bir salondu ve geniş bir veranda ile otelin bahçesine açılıyordu. Hava soğuk olduğundan verandayı kapamışlardı. Sezonu olmadığı için açık büfede çeşiti azdı. Beni görünce tarafında görevli olan gençten bir garson, oturduğu sandalyeden hemen kalktı ve güler yüz maskesini takarak kepçeleri ile yemekleri karıştırdı. Büfenin en başından bir tepsi aldım, garsonun uzattığı çorba kâsesini tepsiye koydum. Yemek istemiyordum, doğrudan salata büfesine doğru yürüdüm, başka bir tabağa bolca salata koydum ve bir portakal alarak kenarda bir yere oturdum.
Göz önünde olmamaya özen gösterirdi.
Göz önünde olmamaya özen gösteririm. Her zaman, sessiz bir köşede, kalabalıktan uzakta olmayı tercih ederim. Amacım insanlardan kaçmak değildir burada; aksine onları daha iyi gözlemlemek için yaparım bunu. İnsanları izlemek, yüzlerindeki ifadeleri yakalamak, yakaladıklarıma öyküler uydurmak en sevdiğim oyunlardan biridir. İnsan, evinden kilometrelerce uzakta, sevdiklerinden ve ailesinden çok gördüğü yabancılarla sürekli yaşarsa, çeşitli oyunlar bulup kendini böyle eğlendiriyor işte.
Restoranda benden başka iki kişi daha vardı. Biri tıknaz, kahverengi deri ceketli bir adamdı, diğeri ise çok zayıf, esmer ve bıyıklı. İkisi de yemeğini bitirmiş, üzerine keyif sigarası yakmış, dalgın gözlerle kışın yarım yamalak aydınlatılan bahçeye bakıyorlardı. Ne düşündüklerini anlamaya çalıştım; doymuşlardı, ısınmışlardı. Birilerini ya da bir işlerini düşünüyor olabilirlerdi. Belki uzaklarda bulunan bir sevgili, bir eş ya da çocuklar… Başka bir ifade alamadım yüzlerinden. Çok kalmadılar, birazdan verandaya açılan kapıdan çıkıp bara doğru yöneldiler. O anda maçı tekrar hatırladım ve çorbamı çabuk çabuk kaşıklayıp salatamı bitirdim. Portakalımı soyup yerken hızlı adımlarla bara doğru yürümeye başladım.
Bar, bahçenin denize bakan tarafında kurulmuştu. Koyu renk ahşap masalar, deri şilteli sandalyelerle döşenmişti. Masaların üstünde fanuslu mumluklar bulunuyordu. Yazın çevreden gelenler de çok olduğundan masalar plaja kadar taşardı, ama şimdi sadece camekânla kapatılan bölüm açıktı. İçerisi loştu. Dev ekran, tüm mekâna hâkim bir yerdeydi. Az önce gördüğüm iki adam buradaydı, onların dışında bir grup genç de yerleşmişti barın masalarına, heyecanla biraz önce başlayan maçı izliyorlardı. Masa mumları yakılmamış, ama çevre iyi aydınlatılmıştı. Boş bir masaya geçtim. Genç, beyaz gömlekli bir delikanlı anında yanımda bitiverdi:
— Ne alırsınız abi?
Canım bir kadeh viski çekiyordu, ama barda bu mevsimde viski bulunması bana pek olanaklı görünmedi. Sormak da istemedim, ukalalık olacaktı. Diğer masalara baktım, müşterilerin bir kısmı bira, bir kısmı da rakı içiyordu. Ben de rakı içmeye karar verdim:
— Sen bana bir duble rakı getir!
— Emredersiniz abi!
Hızlı garson, emri aldığı gibi fırladı. Beş dakikaya kalmadı, elinde bir tepsi ile geldi. Bir duble rakı, bir tabak içinde biraz beyaz peynir ve bir diğer tabakta kuru yemiş… Otelin bomboş olduğu şu günlerde, iyi bir bahşişi hak etmeye çalışıyordu belli ki. Memnuniyetle teşekkür ettim kendisine. Rakımı yudumlarken dev ekranda oynanan maça baktım. Şampiyonlar Ligi maçıydı. Türk takımı, yabancı takım karşısında 1–0 galipti. Biraz maçla oyalandım. Sonra dikkatim yine çevremdeki insanlara kaydı. Önce, ön masalardan birinde oturan ve az önce restoranda da gördüğüm zayıf müşteriyle ilgilendim. Gerçekten çok zayıftı. Uzun boyluydu da aynı zamanda. Kalınca gri bir kumaş pantolon üzerine siyah bir mont giymişti. Esmerdi, hatta o kadar ki, sabah tıraş olsa akşama sakalları çıkan tiplerden. İnce yüzünde çok aykırı duran iri siyah gözleri ve pala bıyıkları vardı. Müthiş bir konsantrasyonla maçı izliyordu, sanki yaşamı bu maçın skoruna bağlıydı. Gözlerini hiç ayırmıyordu dev ekrandan.
Yaşamından memnun değildi, ama kendini kurtaracak gücü de yoktu. Bu yüzden başka bir şeyle var olmaya çabalıyordu. Varlık nedeni, bir futbol takımıydı. Takıma yapılan hakareti, kendisine yapılmış gibi hissediyordu, işte şimdi kendisinden beklenmeyecek bir güçle elini ahşap masaya vuruyor, (hakem takım aleyhinde bir karar verdi) sinirleniyor, ağzından çıkanı kulağı duymuyor(Penaltı atılacak). Hışımla yerinden kalktı, gözleri hâlâ ekranda… (Rakip takımın oyuncusu penaltı noktasına hareket etti) Gözlerini bir an bile toptan ayırmıyor, (Oyuncu, en sert vuruşu ile topu ağlara gönderdi) sanki dünya başına yıkılmış da kendini korumak istiyormuş gibi ellerini başının üstüne götürdü. Yüzünde sanki acı bir haber almış ya da korkunç bir olaya şahit olmuş gibi bir ifade oluştu. Birkaç saniye sonra yeniden kendini toparladı. Skor 1–1. O anda ne maddi sorunları, ne eşiyle ettiği kavgalar, ne de patronuna olan nefreti önemli… Sadece futbol var yaşamında. Doksan dakikalık bir özgürlük, yaşamdan kaçış. Günlük yaşamında tüm sorunlarında yalnızdır, tüm yükleri kendi başına kaldırmaktadır; ama futbolda öyle değil. Futbol bir ekip oyunudur, o takımı tutan binlerce kardeşi var. Kendisi gibi ağır yükler altında ezilmiş, zorlanmış, örselenmiş binlerce vatan evladı… Bu yüzden takım, namustur. Bana istediğini söyleyebilirsin. Altımdan yatağımı, üstümden yorganımı, ağzımdan lokmamı, evimden karımı çoluğumu çocuğumu alabilirsin. Canımı yakabilir, hakkımı yiyebilirsin. Beni düşünemeyecek, yargılayamayacak, anlayamayacak bir zavallı yapabilirsin; ama takımıma laf ettirmem! Çünkü o bana ait olan tek güç, ben onunla var olur, onunla çoğalırım. Onun olmadığı yerde, ben bir hiçim!
Biraz ötesinde, yine yemek salonunda gördüğüm kahverengi deri ceketli adam oturuyordu. O da tek başına demleniyordu, televizyonu izliyordu ama diğeri kadar ateşli bir taraftar olmadığı her halinden belliydi. Yaşı, kırkı geçmişti, diğeri gibi “yaşsız” göstermiyordu. İri bir adamdı, açık renk saçları yer yer ağarmaya başlamıştı. Çok sigara içiyordu, kendini bahşiş için paralayan garson, küllüğünü defalarca boşaltmış olmasına rağmen hâlâ izmarit doluydu önü. Sakin görünüyordu. Gözlerinden ya da yüzünden bir şeyler öğrenmek mümkün değil gibiydi. Taş kadar ifadesizdi. Arada bir derin nefes alıyor, birkaç masa önde grup halinde oturmuş ve gürültüyle maçı seyreden gençlere bakarak gülümsüyordu. Gençleri izlemekten zevk aldığı belliydi, belki onlarda kendi gençliğini buluyordu. Bıyıksız, temiz yüzünde dinginlik vardı. Saatlerce böyle ifadesiz bir şekilde oturabilirdi. Onun da önünde rakı vardı. Yavaş yavaş içiyordu. Bütçesi kısıtlı olabilirdi. Bir duble rakı ile tüm geceyi geçirmek zorundaydı belki. Küçük ve az şeylerle yetinmeyi bilen, dingin bir halk filozofu gibi göründü bana. Yan masasında oturan esmer adama babacan bakışlar fırlatıyordu bazen. Bir maç için kendini bu kadar üzmeye değer mi arkadaşım? Dert etme sen! Bu dünyaya bir daha mı geleceğiz? Bak, yaşam ne güzel, ne kadar dolu! Şu gençlerin neşesini izle. Ah, şimdi o yaşlarda olmak vardı! Ev, bark, eş, çocuk derdi yok. Onları geçindireceğim diye el kapısında üç kuruşa sürünmeden, ekmek elden, su gölden yaşamak. Aslında ben memnunum hayatımdan çok şükür. Elim, kolum tutuyor, evladımı namerde muhtaç etmiyorum. Hanım kadir kıymet bilen kadındır, çocuklar da hayırlı çıktılar. Her şey dört dörtlük değil; ama söyler misin bu dünya da mükemmel olan ne var ki? O yüzden sıkma canını, bu maçı alamazlar da rövanşını kazanırlar; belli mi olur?
Adamın önünde bir grup genç, iki masayı birleştirmiş rahatça yerleşmişlerdi. Maçı izlerken heyecanla bağrışıyorlardı. Otel sahibi, ‘dev ekranda maç keyfi’ düşüncesi ile kışı kurtarmaya çalışıyor, özellikle şifreli kanallardan yapılan yayınların sayesinde hafta sonu biraz para kazanıyordu. Bu gençler de çevredeki köy ve kasabalardan gelen müdavimlerdi besbelli. On –on iki kişi kadar vardılar. Yaşları 18 ile 25 arasında olmalıydı. Kot pantolonlar ve değişik renkte kazaklar giymişlerdi. Önlerindeki biralar ve çerezler sürekli tazeleniyordu. İçerinden biri, en başta oturan 21–22 yaşlarında bir delikanlı, sürekli garsona siparişler veriyordu. Belli ki hesabı ödeyen oydu. Diğer delikanlılar, onun bu cömertliğinden gayet memnun, akşamın tadını çıkarıyorlardı. Çocuğun yüzüne dikkatle baktım. Kaliteli giysileri ile hemen dikkati çekiyordu zaten. Ailesi, yaşadığı yerin en zenginlerindendi, belki o da tek erkek evlatlarıydı. Ne isterse yapılıyor, her şeyin en iyisine layık görülüyordu. Erkek evlat olmanın gururunu, ailesinin parasını saçıp savurmakla yaşıyordu kendisi de besbelli. Bana, birkaç gün önce ziyaret ettiğim bir bayiimin oğlunu hatırlattı. Köyün en zengin adamıydı bayiim ve dört kızın üstüne doğan oğlunun ayakları altına sermişti tüm servetini. Oğlunda ise pek iş yoktu. Tembel, beceriksiz, aklı kıt bir çocukcağızdı. Baba, bu olumsuz özellikleri içten içe sezmekte, ama kabullenememekteydi. Oğlunun yaptığı hatalar yüzünden hep başka insanları suçluyor, bedelini onlara ödetiyordu.
Oğlanın aklı fikri kadınlardaydı. Aşağı yukarı bu delikanlının yaşındaydı; yaşamında cinsel anlamda hiç kadın olmamıştı. Beni her gördüğünde “Seninle bir şey konuşacağım abi” der bir kenara çekerdi. “Abi, burada köyde bir şey yapamıyorum. Görüyorsun işte küçük yer, kızın biriyle selamlaşsam hemen dedikodu oluyor. Kasabaya insem orada da iş yok. Sen büyük şehirde yaşıyorsun, orada kadınlar daha bir serbest tabii. Anlarsın işte, ben babama gezmeye gidiyorum desem de sizin oralara gelsem… Bana bir ağabeylik yaparsın artık, olmaz mı?” Karşımdaki sivilceli, sıska ve güdük çocuğun bu sözlerini her duyduğumda midem bulanırdı, onu bir yumrukta yere sermek gelirdi içimden. Ne var ki babası müşterimdi. Sırıtarak çocuğa “Tabii ne demek! Ağabeylik yaparız, ama biliyorsun işim gereği çok seyahat ediyorum. Ben kendimi bir ayarlayayım. Sana haber veririm. ” derdim.
Bu gencin arkadaşlarıyla konuşma tarzı, yaşıtı olan garsona büyüklenerek seslenişi, “bir şey olmadan pek çok şeye sahip oluşu” onun yüzünde, müşterimin sırnaşık oğlunu görmeme neden olmuştu. Artık ikisinin yüzünü birbirinden ayıramıyordum. Kim bilir daha böyle kaç yüz vardı birbirine yapışık!
Barın garsonu olan bitirim delikanlı, onların yanında duvara yaslanmış bir şekilde duruyor, maçı göz ucu ile izliyormuş gibi görünüyordu. Bunun nedeni elbette girişin hemen solunda boylu boyunca uzanan barın arkasından gözleniyor olmasıydı. Bir sandalyeye tünemiş olan tıknaz, tepesi açılmış sevimsiz adam, otel sahibinin oğluydu. Çirkinliğinin ceremesini çalışanlardan çıkarıyormuş gibi bir hali vardı. Bu otelde çok kaldığım için otel sahibini de oğlunu da tanırdım. İkisini de hiç sevmezdim. İçeri girdiğimde adama selam bile vermemiştim. Onun da selam bekler bir hali yoktu. Sadece çirkin atmaca bakışlarıyla barın tek garsonunu ve müşterilerini izliyordu.
Otelde turizm mevsimi olmadığı için fazla çalışan yoktu. Burada da diğer otellerdeki gibi turizm ve otelcilik okullarından gelen stajyer öğrenciler çalışıyordu yazın. Diğer mevsimlerde, sürekli çalışan altı-yedi eleman vardı. Onlar da bu çevrenin insanlarıydı. Her türlü işi stajyerlere yaptırabilirdi otel sahibi, ama onların üzerinde baskı kurmak, yerli yersiz bağırıp çağırmak, durduk yerde yedi cedlerine küfür etmek gibi “patronvari” davranışlarda bulunamazlardı. Bu yüzden, “bu çevrenin insanları”, sürekli bir iş için katlanmak zorundaydılar aşağılamalara. Adamın keskin bakışlarını üstüme yakaladığımda, başım iyice ondan yana çevirip en soğuk tavrımla gözlerinin tam içine baktım. Beni tanıdı, gözlerini hemen garsona çevirdi, önümdeki küllüğü boşaltmasını işaret etti. Çocuk, ok gibi fırlayıp küllüğü değiştirdi. O anda garsonun yüzünde o masum ifadeyi yakaladım. Azarlanmaktan, tartaklanmaktan korkan, elinden geleni yaptığı halde bundan kurtulamayan zavallı çocuğu gördüm. Öldüresiye nefret ettim patronun oğlundan. Tekrar başımı bardan yana çevirdim. Patronun oğlu, “Daha ne istiyorsun? Neden bakışlarınla beni huzursuz ediyorsun?” der gibiydi gözleriyle. Çok hoşuma gitmişti bu durum, pervasızca ona bakmak ve sıkıntı vermek istiyordum. Adamın yüzünde başka birinin yüzünü keşfetmiştim. Evet, ona çok benziyordu; dün ziyaret ettiğim müşterime. Deniz kenarındaki bir kasabada yaşıyordu, farklı türden mallar satılan birkaç dükkânı vardı. Yörenin en zengin adamlarından biriydi, pek sevilmezdi. O da sevmezdi insanları. Onu ilk kez bir yaz günü görmüştüm. Firmanın bu bölgeden sorumlu elemanı, başka bir bölgeye atanmıştı, ben onun yerine işe alınmıştım. Bu nedenle beni bölgede gezdiriyor, müşterileri tanıtıyordu. Dükkânına girer girmez, onu başköşede otururken görmüştüm. Bu garson gibi genç bir çocuğa bağırıyordu. Saçsız tepesinden ve alnından ter fışkırıyordu. Yerinden kalktı, çocuğun üzerine yürüdü. Dükkândakiler ona engel olamıyordu, öfkesinden korkuyordular belki de. Arkadaşım, beni bir kenara çekti. Adam bir süre genci tartakladı. Sonunda yorulmuş olacaktı ki “Yıkıl karşımdan!” diyerek çocuğu kovdu. Biraz nefes almak üzere yine yerine oturdu ve tam o sırada bizi gördü.
— Kardeşim yine ne istiyorsun yahu! Daha üç gün önce senden mal almadım mı ben? Neden ha bire gelip başımı şişiriyorsunuz! dedi elini kolunu sallaya sallaya.
— Çok önemli bir bayiidir, dedi arkadaşım yavaşça kulağıma. Sonra da yaltaklanırcasına yanına gidip mal getirmediğini söyledi. Amacımızı en yumuşak biçimde, sinirlendirmeden açıkladı. Adam, biraz da utanarak elini bana uzattı ve hayırlı olsun dileklerini iletti. O gün yaşadıklarım, bu adama karşı çok temkinli yaklaşmam gerektiğini öğretmişti bana. Hiç “bey”siz hitap etmedim. O da zaten insanlarla samimi olmaya hevesli biri değildi. Yine de ne zaman gözlerine baksam -gözlerinin tam içine bakıyordum ve o bundan çok rahatsız oluyordu- aynı şeyleri görüyordum. Bizi böyle büyüttüler kardeşim. Biz babamızdan böyle gördük. Emrinde adam varsa canına okuyacaksın. Biraz rahat bıraksan palazlanır tepene çıkar. Sert olup dizginleri sıkı tutacaksın ki adam sana saygı duysun. Yoksa alaşağı edilmen işten bile değil. Hiç güvenilmez bu adamlara hiç! Ben de çıraklık ettim. Kızılcık sopasıyla kovalardı beni ustam. İyi etmiş, yoksa serseri olurdum. İlgi, şefkat, zayıflıktır, güçlü olacaksın. Bizi de çok hırpaladılar zamanında. Ne gençliğimizi bildik ne de çocukluğumuzu. Şikâyetim yok, ben de oğlumu öyle yetiştirdim. Acımasız olacaksın, bileğine kuvvet!
Başımı iyice çevirip bardaki adamın tam gözlerinin içine baktım. Gözbebeklerindeki çocuğu gördüm. Bakışlarıma fazla dayanamadı, başını çevirdi. Tekrar maçı izlemeye başladım, ama beraberlik golünden sonra oyun çok tatsızlaşmıştı. Keyif almadığım için hesabı istedim, zaten rakım da bitmişti.
Bir süre deniz kenarında yürümek ve temiz hava almak istiyordum. Kumsala indiğim anda, denizden gelen soğuk içime işleyince, vazgeçtim. Temiz hava almak için soğuk almayı göze alamadım. Montuma iyice sarınarak otel bahçesine döndüm. Artık tek düşüncem odama çıkmaktı. Sıcak bir banyodan sonra, kendimi yatağıma atabilirdim. Odamdaki televizyondan da maçın skorunu öğrenebilirdim. Biraz kitap okumak da istiyordum. Özellikle seyahatlerim esnasında çok okurum. Otel odaları, okumak için mükemmel ortamlardır. Sessiz ve sakindir. Özellikle de soğuk mevsimlerde, kimsenin olmadığı zamanlarda, bir otel odasından daha uygun okuma mekânları olamaz.
Resepsiyondan oda anahtarımı aldım, hemen ikinci kattaki odama gitmek üzere merdivenlerden tırmandım. Saat gecenin onu olmuştu.
İkinci katın merdivenlerini çıkmaya hazırlanırken, o bölümün aydınlatılmadığını fark ettim. Karanlıkta kafamı gözümü yarmak istemediğimden, birinci katı boydan boya geçip diğer merdivenlerden çıkmaya karar verdim. Kat, aydınlıktı. Oda kapıları arasında bulunan lambaların çoğu yanıyordu. Aplik şeklindeki bu lambaların hemen altlarında beyaz çerçeveli tablolar asılıydı. Bu tablolara her zaman acımışımdır. Umutsuzca bulundukları yere renk, derinlik, huzur katmaya çabalarlar. Oysa insanlar çoğuna bakmazlar bile. Bakanlar da laf olsun diye öylesine bakar. Zaten çoğu da anlamsızdır. Reprodüksiyon resimlerdir ki onlardan birçok kırtasiyede bulunabilir. Şık bir çerçeve ile duvara asılabilir.
Resimler hakkında bize binlerce şey anlatabilirdi
Resimler hakkında size binlerce şey anlatabilirim. Gençliğimde –aslında şimdi de yaşlı sayılmam ama- resme çok ilgi duyuyordum. O zamanlar, resimlere bakarak yorumlar yapmak, onlardan öyküler çıkarmak, beni çok keyiflendiriyordu. Bu nedenle bir dönem ciddi bir reprodüksiyon koleksiyonum olmuştu. Her bakışımda onlardan farklı öyküler çıkarıyordum. Ayrıca koleksiyonumla da sınırlı değildi merakım, başka yerlerde gördüğüm resimlere de hayrandım.
Resmin sadece gösterdikleri değildi beni büyüleyen. Yapılış aşaması, modellerin o andaki ruh hali, bir manzara resmiyse, çevrenin görünüşü, hava durumu, orada yaşayan insanlar, ressamın tasarladıkları, resmin arkasındaki öykü… Bunların hepsini öğrenmek için meraklı gözlerle defalarca tarardım resmi. Daha sonraları bu merakımı insanlara yönelttim. İnsanların yüzleri, renkli hikâyeler barındırmaya başladı benim için. Daha cazip ve inanılmaz hikâyelerdi bunlar, zaten sanat dediğimiz sanatçının duygu ve düşünceleriyle karışık bir yaşam taklidi değil midir?
Koridordaki ilk resim Kandinsky’nin Sekizinci Kompozisyon’uydu. Çılgın bir renk armonisi içinde uçuşan geometrik şekiller… Onun hemen karşısında bulunan resim, Degas’ın Dançı’sıydı. Bale sanatındaki büyüleyici güzelliklerin ressamı, ısınmaya çalışan bir balerini resmetmişti. Nedense balerinin birazdan “Giselle” balesinde dans edeceğini düşlerim ben bu resme baktığımda. Kandinsky’nin yan tarafında, Monet’in Japon Köprüsü, nilüferleri, nehre eğilmiş yeşil ağaçları ve sessiz köprüsü ile dingin bir manzara resmi. Az bilinen bir çalışmadır, burada olmasına şaştım. Onun karşısında Picasso’nun Güvercinli Kız’ı, elinde beyaz bir güvercin tutan güzel bir kız çocuğu. Monet’in hemen yanında, her otel hatta restoran, kafe sahibinin tercihi, Dali’nin Zamanın Devamlılığı, saatlerle anlatılmaya çalışılan uçucu zaman kavramı. Bu resimlerin hepsini ezbere biliyordum. Yine de koridorun ıssız görünümünde, tanıdık yüzlere rastlamaktan memnundum. Koridorun iki tarafına, odaların arasına asılmış bu resimler, duvarların “şampanya rengi” parlaklığını kırıyordu renkleriyle. Yoksa tavandan yer döşemesine, duvarlardan kapılara varana dek aynı renge boyanmış bu koridor, tekdüzeliği ile insanı boğabilirdi.
Resimlere bakmayı sürdürdüm. Dali’nin tam karşısında, iki krem rengi kapının arasında, kahverengi bir çerçevenin içinde, bugüne dek hiç görmediğim bir resim vardı. Heyecanlandım. İlk defa gördüğümden emin olmak için, resmin iyice yakınına geldim. Nefesim tutuldu. Evet, kesinlikle emindim; bu resmi ilk defa görüyordum. Açık mavi bir gök, hafif kızıllaşan bir ufuk çizgisi ile ondan ayrılan çırpıntılı bir deniz, denizin çırpıntıları beyazlıklarla belirginleştirilmiş. Denizin tam ortasında devasa bir kale vardı. İşin garip tarafı, kale bir adacığın üstünde değildi; denizin üstünde öylece duruyordu. Evet, soyut resimdi, ama soyutlukla bağdaşmayacak kadar izlenimciydi de aynı zamanda. Denizin üstüne sağ taraftan düşen gün ışıkları, ufuk çizgisindeki kızıllık, gene denizin bazı yerlerinde var olan derinliği göstermek için kullanılan koyu renkler, gerçekçi bir görüşle yapılmıştı. Bununla beraber, kale inanılmazdı. Dört kulesi vardı, kulelerin sivri kubbelerinde kıpırtısız bayraklar bulunuyordu. Denizde çırpıntılar varken, bu bayrakların kıpırdamaması garipti. Kale burçları, mazgalları çok orantılıydı. Kalenin ön tarafını neredeyse tamamen kaplayan kapının menteşeleri bile çizilmişti. Biraz daha dikkatli baktığımda, kalenin kumdan yapıldığını fark ettim. Kumsallarda çocukların kova ve kürekleriyle yaptıkları kumdan bir kaleydi bu. Bayraklar da oyuncak olduğu için kıpırdamıyordu.
Tablonun kime ait olduğunu öğrenmek için, sağında solunda imza aradım, ama beceriksiz çerçeveci, muhtemelen imzalı yeri kesmişti, bir isim bulamadım. Kimin olduğunu tahmin etmeye çalıştım, ama bu tarzı daha önce hiç görmemiştim. Çılgın bir gerçeklik içinde, çılgın bir tutarsızlıktı bu.
Saatine baktı.
Saatime baktım. Onu çeyrek geçiyordu. Diğer merdiven aralığı aydınlıktı, hemen odama çıktım. Oda sıcak ve rahattı. Yaz –kış açık olduğu için bu otelde kalorifer tertibatı vardı. Banyoya girdim, saçlarımı ıslatmadan sıcak bir duş aldım, çantamdan eşofmanlarımı çıkardım. Giyinirken televizyonu açtım. Maç 3–1 aleyhimize bitmişti. Demek ben kalktıktan sonra, rakip takım iki gol daha atmıştı. Giyindikten sonra televizyonu kapatıp kitabımı açtım. Bir süre okudum. Göz kapaklarım yorgunluktan kapanıyordu, kitabı bıraktım, ışığı da söndürdüm ve yattım.
Gözlerimi kapar kapamaz, az önce gördüğüm tablonun hayali düştü önüme. Mavi deniz üzerindeki hafif çırpıntılar, garip bir mutluluk veriyordu. Güneş ışıklarının düştüğü açılar da çok iyi hesaplanmıştı, belli ki resmin zamanı öğleden sonraydı, bununla birlikte kumdan kalenin görüntüsü muhteşemdi. O anda fark ettim ki, ışığın tüm kusursuzluğuna rağmen kalenin gölgesi vurmamıştı suyun üzerine. Kalenin altında hafif bir karartı bile yoktu. Resmin beynime bu denli iyi kazınmasına hayret ettiğim anda, müthiş bir gerçekle yüzleştim: Ayakta, koridorda, resmin önündeydim. Üstümde montum ve kot pantolonum vardı. Elimde oda anahtarımla, orada öylece duruyordum.
“Maç, 3–1 bitti” dedim kendime, “Ayakta rüya göremem ya!” Odama çıktım, içeri girdiğimde yatağımın hiç bozulmadığını gördüm. Eşyalarım çantanın içinde duruyordu. Televizyonu açtım. Evet, maç 3–1 bitmişti. Kendimi toparlamaya çalıştım: İçkinin etkisi olmalıydı, bütün gün yorulmuştum, üstüne de bir duble rakı içince hafifçe kafayı bulmuştum belli ki. Tekrar eşofmanlarımı giydim, kendimi rahatlatmaya çalışarak yatağıma yattım ve derin bir nefes alarak gözlerimi kapadım.
Gene tabloyu gördüm. Gözlerimi açmak istedim ama bunu yapamazdım; zira gözlerim zaten açıktı. Tablonun önünde duruyordum. Yardım istesem, diye düşündüm; ama çevrede kimse yoktu. Koridorun sonundaki pencereler bile kör olmuştu adeta. Odama çıktım, orada yine aynı ürkütücü görüntüyle karşılaştım. Bu defa üstümdekilerle yatağa uzandım. Işığı da açık bırakarak gözlerimi kapadım, başka şeyler düşünmeye çalıştım ama tablonun görüntüsü üstüme üstüme geliyordu. Kalenin sımsıkı kapalı olan kapısına takıldım bu defa. Kapı indirilse bile içindekiler nereye gideceklerdi ki! Amma yapmıştım ben de, kumdan bir kalenin içinde kim yaşayabilir? Oysa sanki demin kalenin burçlarında bir karartı gördüm gibi, ama… Artık bu garip durumun içkiden kaynaklanmadığını anlamıştım. Tablonun önünde, üçüncü kez ayakta dikildiğimi fark ettiğimde, bu işte bir gariplik olduğunu anladım.
Seslendim, bağırdım, ama sesimi kimselere duyuramadım. Otel boşalmıştı adeta. Merdivenlerden inmeye, resepsiyona varmaya çalıştım, ama merdiven boşluğu çok karanlıktı. Çaresiz geri döndüm, odama çıktım. Yatağıma oturduğumda, aklıma müthiş bir fikir geldi, telefonla oda servisini arayabilirdim. Bunu neden daha önce düşünememiştim? Hemen aradım, sıfırı tuşladım ve uzun uzun çaldırdım telefonu. Açan olmadı. Bu defa dokuzu tuşladım. Dışarıdan yardım isteyebilirdim; ama dışarı açılım engellenmişti. Cep telefonumu denedim, kapsama alanı dışındaydım. Tam anlamıyla burada tıkılıp kalmıştım.
Gözlerimi kapamaya korkuyordum, kırpmıyordum bile. Kendimi gene tablonun önünde bulmak istemiyordum. Başımı ellerimin arasına aldım, uzun uzun düşündüm. Ne yapacaktım, buradan nasıl kurtulacaktım? Burada neden tıkılıp kalmıştım? Bu oyunu bana hangi kötü niyetli şeytan oynamıştı? Ailemi, sevdiklerimi, yaşadığım kenti, evimi, kedimi… Benim için değerli olan varlıkları bir daha göremeyecek miydim? Soğukkanlı olmalı ve bir çare düşünmeliydim. Her ne yaparsam yapayım, gözlerimi bir daha asla kapamamalıydım. Ancak kendime hâkim olamıyordum.
Yaşadıklarım sinirlerimi çok yormuştu. Başım ellerimin arasında kayıvermiş. Gözlerim kapandı. Kapanır kapanmaz da kendimi yine o uğursuz tablonun önünde buldum. Benimle alay ediyor, duvarın üstünde mağrur bir kraliçe gibi duruyordu. Sanki canlıydı, bana sürprizler hazırlıyor, beynime girdiği gibi, beni de içine çekmek istiyordu. Başarırsa ben de o kumdan kalenin içine girip sonsuza dek kalacaktım. Belki benden başka kurbanları da vardı. Böyle ıssız bir gecede, bu koridordan geçerken ona bakma gafletinde bulunan başka insanlar da olmuştu ve onlar da umutsuzca bu kalenin içinde hapsedilmişlerdi. O geniş menteşeli kapısı açılsa bile, kimse dışarı çıkıp kendini engin maviliğin içinde bırakamayacaktı. Bu kalede sonsuza dek mahkûm olacaklardı.
Düşünceler beyimi istila etmeye başladığında, korkunç bir paniğe kapıldım. Hayır, buradan kurtulmalıydım. Ne olursa olsun, evime dönmeliydim. Aşağı inmek üzere, merdivenlere yöneldim. Düşüp yuvarlanmak, kafamı gözümü yarmak pahasına da olsa, bu merdivenlerden inecektim. Tırabzana sıkıca tutundum, derin bir nefes aldım; hazırdım. Bir iki basamağı sorunsuz indim. Bir sonraki basamağa geldiğimde, ayağımın boşlukta kaldığını korkuyla anladım. İki elimle tırabzana adeta sarılırcasına tutundum. Ayağımı iyice aşağı uzattım, ama orada bir basamak yoktu. Her yer derin bir karanlıktı. Aşağısı yoktu, görevliler yoktu, resepsiyon yoktu… Her şey yok olmuştu. Ben burada karanlıkta yapayalnız kalmıştım. Resmin olduğu yere yaklaşmadan koridorda volta atmaya başladım.
Bir kurtuluş çaresi aradım, bulamadım. Soğukkanlı düşünemiyordum zaten. Korku, hücrelerime dek işlemişti. Kurtulamıyordum, sinirliydim, umutsuzdum. Tam bu sırada, saate bakmak geldi nedense aklıma. Saat onu çeyrek geçiyordu. Evet, on ile onu çeyrek geçe arasında, sıkışmış kalmıştım. Okumaktan zevk aldığım Kafka’nın kahramanları gibi, sorgusuz, sualsiz, ürkütücü bir biçimde… Sonunda benim de başıma gelmişti. Yazgıya direnemezdim. Boyun eğmeliydim.
Odama çıktım, eninde sonunda kendimi yine resmin bulunduğu koridorda bulacağımı biliyordum, ama yine de oradan uzaklaşmak istedim bir süre. Odama geldiğimde televizyon açıktı. Spor spikeri, arsız bir ifade ile maçın 3–1 bittiğini söylüyordu. Golleri kimin kaçıncı dakikada attığını tekrarlıyordu sürekli. Televizyonu kapadım, aslında onu pencereden aşağı fırlatıp atmak gelmişti içimden, ama aşağıda büyük bir yokluk olduğunu hatırlayınca, vazgeçtim. Nasılsa onu yok edemeyecektim.
Yatağa uzandım. Güvensiz bir yerde, tek başıma kalmıştım ve ne yapacağımı bilmiyordum. Denizin üstünde, boşlukta duran bir kumdan kalenin içinde yalnızlık mahkûmuydum. O anda son derece yersiz ve zamansız bir biçimde aklıma kumdan kalenin neden denizin üstünde durduğu sorusu geldi. Evet, kumdan kaleler, kumsallarda yapılırdı, neden kumda değil de uçsuz bucaksız bir denizin üstünde duruyordu bu kale? Sonra, bu sorunun anlamsızlığını kavradım: Kale, daha da ulaşılmaz olmak istiyordu. Kimse ona ulaşamasın, içeri giren bir daha dışarı çıkamasın. Bu yüzden denizin üstünde olmayı seçmişti.
Bir süre daha bu düşüncelerle meşgul olup işin sırını çözmeye çalıştım; ama kaçınılmaz son, uzakta değildi. Gözlerim kapanır kapanmaz, yine tablonun önündeydim. Derin bir çaresizlik ve umutsuzluk içinde kıvranırken, kale beni izliyor ve duygularımla alay ediyordu. Yine de bilmediği bir şey vardı, sıfırı tüketmiş bir insan, her şeyi yapabilirdi. Kaybedilecek bir şey kalmayınca, başka neden korkulurdu? Sinirlerimin boşaldığını hissettim. Duygularım beni terk etmişti. Düşünemiyordum artık, zaten düşünmenin yararı da yoktu. Hışımla beni korkularıma tutsak eden tabloyu duvardan aldım. Hiç direnmeden çıktı yerinden. Bilinçsizce sağa, sola vurmaya başladım. Plastik gibi olan camı, bu vurmalardan etkilenerek çatlamaya başladı. Odaların kapı kollarına, duvarlara, diğer tablolara vurdum çerçeveyi.
Yetinmedim, merdiven başına giderek tırabzana vurdum, sivri uçlu bir şeyler ararken, koridorun pencerelerini gördüm, pencere kollarına vurup kırdım tamamen çerçeveyi. Onu paramparça edecektim, hayır ben kaderime boyun eğmeyecektim. Ben kendimi kumdan bir kaleye tutsak ettirmeyecektim. Ben, kendimi umutsuzca yok etmeyecektim.
Tablonun üzerine basılı olduğu kuşe kâğıt, tamamen dağıldı, plastiğimsi cam, çevreye saçıldı, çerçeve ayrıldı. Onu daha fazla parçalayamayacağımı anladığımda, sinirlerim de biraz yatışmıştı. Sırtımı duvara vererek derin derin nefes aldım, sonra da bu anı kutlamak için montumun cebinden bir sigara çıkardım ve yaktım. Dumanların ardından paramparça ettiğim tabloyu gözlüyordum. Yeniden canlanmasından, duvardaki yerine yerleşmesinden korkuyordum. Ama düşman sonsuza dek alt edilmişti. Kumdan kaleler yıkılmış, denizin derinliklerine sonsuza dek gömülmüştü. Sigara bittikten sonra rahat bir nefes aldım, odama geri döndüm.
Montumu çıkarıp yattığımda, saat on buçuk olmuştu. Zaman akışına devam ediyordu. Rahatlamıştım, ama uyuyabileceğime inanmıyordum. Bedenim beni yanılttı. Sinirlerim birden gevşeyince, uykuya dalmışım.
Uyandığımda, saat altıydı. Tüm yaşadıklarıma rağmen, rahat ve dinlendirici bir uyku çekmiştim, kendimi iyi hissediyordum. Acaba gördüklerim birer rüya mıydı? Tabloyu parçalarken ellerimi kesmemiş olsaydım, her şeyin kötü bir rüya olduğuna karar verir, sonsuza dek bu korkunç olayı denize gömerdim; ama işte kanıtlarım burada, parmaklarımın üstündeydi.
Kalktım, alelacele hazırlandım ve aşağı indim. Tablonun olduğu koridordan özellikle kaçındım. Yerindeyse eğer, bir kez daha aynı korkuları yaşamak istemiyordum. Görevli, uykulu gözlerle bankonun ardında bana bakıyordu:
— Abi, gitmeden kahvaltı yapsaydınız, servis 8.00 gibi başlıyor, dedi.
Bu teklif kanımı dondurmuştu, ben buradan mümkün olduğu kadar çabuk ayrılmak istiyordum.
— Sağ ol, ama acelem var, dedim.
Görevli, ödeme işlemlerimi yaparken, ben de güvensiz bir şekilde çevremi izliyordum. Her an bir köşeden bir tablo çıkacak ve beni içine hapsediverecekmiş gibi geliyordu bana. Tam o sırada, garip bir merak peyda oldu içimde. Tabloya ne olmuştu? Yerinde miydi, yoksa sonsuza dek yok mu olmuştu? Sonunda, bu meraka yenik düştüm, “Odada bir şey unuttum” bahanesiyle üst kata çıktım. Hem korkuyor hem de merak ediyordum. Temkinli adımlarla koridorda yürümeye başladım. Tablonun bulunduğu duvarın önüne geldiğimde, kanımın donduğunu hissettim. Tablonun karşısında, öylece kalakaldım. Resim oradaydı, sağdan gelen ışıkla maviliği hafifçe kırılmış, hafif çırpıntılı bir deniz ve üstünde havada duruyor izlenimi veren gölgesiz bir kumdan kale… Tam bağırıp yardım istemeye hazırlanıyordum ki, birden artık ezberlediğim tabloda farklı bir şey gördüm: Kalenin kapısı, tamamen indirilmişti. Kale, savunmasız bir şekilde, denizin tam ortasında açık duruyordu.
Rahat bir nefes aldı.
Rahat bir nefes aldım, koşar adımlarla aşağı indim. Kale, cüretimi görmüş ve gitmeme izin vermişti. Burada daha fazla kalmaya niyetim yoktu. Oda anahtarını resepsiyona teslim ettiğim gibi otelden çıktım. Arabama bindim ve oradan uzaklaştım.
Arabaya bindi ve oradan uzaklaştı.
Arabasında kendini tamamen güvende hissediyordu. Kontak anahtarını çevirdi, özgürlüğüne doğru hareket etmek üzereydi. Sanki ölümün kıyısından dönmüştü, yaşamaya yeniden başlamıştı. Yüreği hafiflemişti, yaşama dair sıkıntılar, dertler önemsiz birer ayrıntı gibi görünüyordu. Her şeyin üstesinden gelebileceğine dair iyimser bir duygu vardı yüreğinde, tüm zorluklarla savaşabilecek kadar güçlü görüyordu kendini. Yeniden doğuşunu kutluyor gibiydi.
Yol bomboştu. Hızını arttırdı. Penceresini hafifçe araladı ve sevdiği bir radyo kanalını açtı. Keyfine diyecek yoktu. Çalan şarkıya neşeyle eşlik etti. Kış olmasına rağmen, güneşliydi hava. İzlediği yol, denize paralel gidiyordu. Güneşin mavi deniz üzerindeki ışıltısı, yaşama sevinci veriyordu yüreğine. Özgürlüğünün tadını çıkarıyordu. Gitmesi gereken bir yer olmasaydı, böyle tüm dünyayı dolaşabilirdi.
Araba kavisli ve iç içe geçmiş yollarda hızla gidiyordu, ama yolculuğu kısa sürecekti. Şoförünün özgürlüğü ve neşesi de. Yüzünü izlediği yabancıların yüzlerinde kaybetmişti adam. Yüzü, sırlarını çözmeye çalıştığı insanların yüzlerine yapışmıştı, ayrılmıyordu. Resimlerde hissetmeye çalıştığı yaşamı da parmaklarının arasından kayıp gitmişti. Kimliğine dair hiçbir izlencesi kalmamıştı. Başkalarının ruhlarında kendi yansımasını görmek istemişti, ama o ruhların kısır döngülerinin girdabına kapılıp gitmişti.
Yol, sona ermiş, ulaşılması gereken yere varılmıştı. Araba, denizin hemen üstünde havada asılı devasa bir kumdan kalenin önünde durdu. Kalenin ahşap kapısı yola indirilmiş, böylece içeriye girişi sağlayacak bir köprü oluşturulmuştu. Araba bir süre olduğu yerde kaldı, sonra tekrar hareket etti. Hızla köprüden geçti ve kumdan kalenin içine girdi. Sürücüsü, o kaleye yıllar önce girmiş bulunduğunu ve oradan asla çıkamayacağını henüz fark edememiş olsa da kale, konuğunu sonsuza dek ağırlayacağını çok iyi biliyordu. Bizzat onun tarafından inşa edilmiş, herkesten uzağa, ulaşılmaz bir yere konmuştu. Kumdan kale, onun eseriydi.
Araba, kumdan kalenin içinde kaybolurken köprü görevini üstlenen kapı, gıcırdayan menteşeleriyle yavaş yavaş kaldırıldı ve kapandı. Artık çıkış yoktu.
Karanlık bir geceydi aslında tüm yaşamı.
Karanlık bir geceydi yaşadığım. Vakit bir hayli ilerlemişti. Otele vardığımda serin bir hava, yüzümü okşadı. İşte, yaşanılacakların ilk habercisi bu okşayıştı. Resepsiyondaki esmer delikanlı, içten bir gülümseme ile beni karşıladı. Beni tanıyordu, adımı bile hatırlıyordu uzun zamandır gelmediğim halde. Hatırlanmak, evinden kilometrelerce uzakta, yabancı bir göz tarafından bile olsa tanınmak güzeldi…