10. Belkıs

Yazan: Ayşen Erdöl

Sigara içenler bilir: Dört katı koşarak çıkmak ciğerleriniz üzerinde silindir makinesi etkisi yapar. Ama adrenalin bu gibi durumlarda çok işe yarıyordu. Deli gibi zili çalmış ama kapıyı açtırmaya muvaffak olamamıştık. Yasemin Hoca’nın zilini çalmış, o saatte rahatsız etme çekincesi duymadan dalmıştık apartmanın içine. Asansörün servis dışı olduğunu görünce duraksamadan merdivenlere atılmış, nefesimizi tutup koşar adımlarla yukarıya çıkmıştık.

Yasemin Hoca ile eşi, üstlerinde rahat ev kıyafetleri ile kapıda merakla bekliyorlardı. Beni görünce iyice şaşırdılar tabii. Ama açıklayacak zaman yoktu, hemen Şerife Hoca’nın kapısına dayandık. Parmağımı çekmeden zile basıyordum, Fikri abi de kapıyı yumrukluyordu. Çok geçmeden apartman ahalisini ayağı kaldırmayı başardık. Yasemin Hoca’ya çevirdim başımı: “Şerife Hoca, evde değil mi? Bugün gördünüz mü hiç?” Genç kadın, nefes nefese kaldığım için kesik kesik sorabildiğim soruyu önce algılayamadı. Sonra gözlerini kocaman kocaman açarak “Evet!” dedi. “Bu akşam beraber girdik evlerimize. Bir daha çıktığını da duymadım. Misafir bekliyordu, yemek yapacaktı filan.” Evet, korktuğumuz başımıza gelmişti. En yüksek sesimle bağırdım: “Yasemin Hanım, hemen polisi arayın, çok acil! Hemen!”

Yasemin Hoca’yı korku ve panikle bırakıp Fikri abiye döndüm. Çaresizdi. Kapı açılmıyordu.

Abi, kır kapıyı! Başka yol kalmadı.

Kızım bir de bir şey yoksa… Al başına belayı!

Bu ikilemi daha önce de yaşamıştım. Cevabı Esra’dan öğrenmiştim. Rezil olmak, ölü olmaktan iyiydi. Çok çok kırılan kapıyı öder, özür dileyip yolumuza giderdik. Bu konuda ikna kabiliyetime güveniyordum.

Kır abi! Yoksa çok pişman olacağız.

Tam bu esnada, belini tutarak merdivenlerden çıkan yetmişli yaşlarında zayıf bir kadın girdi kadrajımıza. Durdu, tırabzandan destek alarak sağ eli ile bir anahtar uzattı bize:

Şerife Hoca’nın ev sahibiyim ben evladım, yedek anahtarı var bende. Durum madem polislik, alın açın.

Bundan sonrası hızlı çekimdi benim için. Kadının elinden anahtarı alırken ona minnetle baktım mı, teşekkür ettim mi hiç hatırlamıyorum. Oysa kadıncağız, bir süper kahraman edası ile sahneye girip o anahtarı vermeseydi çok geç kalırdık kesinlikle. Bu anahtar, sadece Şerife Hoca’nın evinin kapısını açmamış, olayı da tamamen aydınlatmıştı.

Fikri abi ile aslında kısa olan ama bize kobay farelerinin içine konduğu cinsten karmaşık gelen koridordan salona daldığımızda -her ne kadar durumu tahmin etsek de- dumura uğradık bir anlığına.

Katil Şerife Hoca’yı füme rengi şık kanepesine yatırmış, üstüne çıkmış boğmaya çalışıyordu, birbirine paralel dört çelik ipin parıltısını gördüm kadının boynunda. İri, koyu renk gözleri açık ve ifadesizdi. İleri atılmak istedim, Fikri abi beni tuttu ve arkasına doğru itekledi:

Ağır ol! Bırak kadını! Bitti artık! Bırak!

Katil bizi gördüğüne inanamıyor gibiydi. Mümkün değildi burada olabilmemiz ve onu engellememiz. Görebilmek için ellerini ileri doğru uzatıp katili durdurmak isteyen Fikri abinin koltuk altından uzatmıştım başımı.

Katil, ameliyat eldivenli sağ eli ile üstündeki beyaz önlüğün cebinden gümüş rengi küçük bir silah çıkardı. Silahın namlusu, kanepenin yanındaki beyaz abajurun ışığında parladı. Odada da evde de başka ışık kaynağı yoktu. Fikri abi, silahı görür görmez beni yere itti, kendisi de üstüme kapaklandı.

Silah patladı!

Kendimi Fikri abiden kurtarıp Şerife Hoca’ya doğru seğirttiğimde gördüm geometrik şekilli halının üzerindeki beyin parçalarını ve kıvırcık saçlı kafadan sütlü kahverengi parkelere akan kanı. Hiç duraksamadan Şerife Hoca’nın boynuna dolanan aleti çıkardım. Evet, bu birkaç hafta önce Fikri abinin kurcaladığı aparattı. Alet boynundan çıkınca Şerife Hoca hafifçe nefes almaya başladı. Gözlerinden bir damla yaşın yanaklarına doğru süzüldüğünü gördüğümde şükrettim.

***

Mahir Soyalan, İstanbul’un en eski ve seçkin ailelerinden birinin son üyesiydi. Aile serveti, kuşaklar boyu epey bir eriyip azalmıştı da olsa eline hatırı sayılır bir miktar, miras olarak geçmişti. Evin paşasıydı ve alabildiğine şımartılmıştı. O da çalışıp bir şeyler yapmak yerine en olmadık zevklerle vur patlasın, çal oynasın bir hayat kurmuştu kendisine. Kışın Alpler’de kayak merkezlerinde, yazın Fransız Riviera’sında, İtalya’da sahillerde eğlencenin dibine vurmuş, servetini har vurup harman savurmuştu.

Ellili yaşlara geldiğinde artık bu hayat kabak tadı vermeye başlamıştı. O sıralar tanıştığı Nuray isimli genç bir kadınla bir ilişkiye girmiş, kadın hamile kalınca da bir miktar para vererek bebeği aldırmasını söyleyerek onu kapının önüne koymuştu. Ama Nuray dişli çıktı ve bebeğinden vazgeçmedi. Ailesini de Mahir Bey’i de geride bırakarak o günlerde dağ başı olarak adlandırılan Kayışdağı’na yerleşti ve bebeğini dünyaya getirdi. Genç kadın, garsonluktan temizlikçiliğe kadar her türlü işe girip çıktı ve evladını büyüttü. Mahir Bey, altmışlarının sonuna geldiğinde haberdar oldu oğlundan. Yaş almak onu değiştirmişti. Nuray’la evlenmedi ama oğlu Volkan’ı nüfusuna aldı.

Volkan babası ile zaman geçirmeye başladığında kafası çok karıştı. Evlilik dışı çocuk doğurduğu için horlanan ve aşağılanan annesinin yanında yaşadığı yoksulluk bir yanda, babasının evindeki zenginlik ve müsamaha başka bir yanda… Babasının hayatı ona çok cazip gelmişti. Ama ne annesi ondan vazgeçiyor ne de babası oğlunu sürekli yanında istiyordu. Zeki bir çocuk olan Volkan, on altı yaşına geldiğinde bu sorunu çözmeye karar verdi. Annesinin temizlikçilik yaptığı evi dikkatle takip etti. Sahiplerinin evde olmadığı bir gün, kendini kimseye göstermeden eve girdi. Annesi ile biraz tartıştı ve cam silerken onu aşağı itti. Herkes talihsiz kadınla ilgilenirken arka kapıdan çıkarak evine gitti ve acı haberi beklemeye başladı. O olaydan sonra Mahir Soyalan mecburen oğlunu yanına aldı.

Babasının evinde dilediği gibi, kurallar olmadan yaşamaya başlayan Volkan, iki önemli ders edindi: Bir: Erkekti, hem de çok yakışıklı bir erkek, bu nedenle istediği yer şeyi yapabilmeliydi. İki: İyi kötü parası vardı, parası olan insanların her şeye hakkı olmalıydı.

Eğitim hayatı başarılı geçmedi, üniversitede okurken kaybettiği babasından da fazla bir şey kalmadı. Volkan hep daha iyisini hak ettiğini düşündüğünden iş dünyasında dikiş tutturamadı. Sonunda baba dostu emekli bir emniyet müdürünün desteği ile dedektifliğe başladı ama bunu da eline yüzüne bulaştırdı. Tüm egosantrikler gibi o da bu durumdan başkalarını sorumlu tutuyordu. Her şey annesi gibi kendini bir şey zanneden, ille de ayaklarının üstünde durmaya inat eden kadınların suçuydu. Kadın dediğin, erkeğin her istediğini yapmak üzere gelmişti dünyaya. Bu ne cüretti? Hezeyanları evine temizliğe gelen Naciye Çoban’ın hikâyesini öğrenince arttı. Kocası ne yaparsa yapsın, evini terk etmemeli ve onu mutlu etmek için çabalamalıydı, ne demekti kendi parasını kazanmak filan? Bu tip kadınları ortadan kaldırmak o zaman geldi aklına. Kadının Kayışdağı’nda yaşıyor olması da onu tahrik etmişti. Zekice bir plan yaptı. Bir akşam Naciye Çoban’ın evine gitti, ona bir derdi olduğunu söyledi. Naciye Çoban, ona iyi davranan ve abla diye seslenen bu adama güveniyordu, evine aldı. Konuğuna kahve pişirmeye gitti. Bu arada Volkan ayaklarına galoş, ellerine eldiven geçirmişti. Mutfağa giderek kadına arkadan yaklaştı ve bir ilaç enjekte etti. Biraz sonra bilincini kaybetmiş olan Naciye Çoban, koltuğunda oturuyor, bileklerinden kanlar akıyordu. Volkan, yazdığı intihar notunu bırakarak evden çıktı. Dikkatle evine döndü. Kimse işkillenmemişti. Herkes bunun intihar olduğuna emindi. Kan kaybı nedeniyle ilaç da akıp gitmişti.

Bu olaydan cesaret alarak ikinci cinayetini planladı. Aksüt Pastanesini o zaman keşfetti. Pastanede oturup çay içerken iki kurban kestirdi gözüne. Evini terk eden Meliha ve eşcinsel eğilimlerini ona bakışlarından anladığı Saim Sabak. Meliha’yı kandırmak zordu. Yaşadığı kâbus gibi evlilikten sonra hayatına kimseyi sokmamaya kararlıydı kadın. Ama Saim kolay lokmaydı. Kısa sürede oltaya geldi. Meliha’yı öldürmeye karar verdiği gece, Saim’i muhtarlığın karşısındaki ıssız parka çağırdı. Ona kur yaptı ve bir ağırlık vererek kaldırmasını istedi. Saim, bu kadar güzel bir adamın onunla ilgilenmesine inanamıyordu. İstediği her şeyi yaptı, ağırlığın her yerine dokundu. Sonra da evine gitti. Ağırlığı dikkatle alan Volkan, Meliha Acar’ın evine gitti. Ona bir iş teklifi olduğunu, kapıyı açmasını söyledi. Denize düştüğü için yılana sarılan Meliha kapıyı açar açmaz kolunda bir acı hissetti. Sonrası tam bir vahşetti.

Aysun nispeten kolay bir kurbandı. O da pastanenin müdavimiydi. Volkan, hikâyesini öğrenir öğrenmez aklına koymuştu onu öldürmeyi. Kızı evine kadar takip etti, sonra da Türk filmleri misali, niyetinin kötü olmadığını, ciddi bir ilişki istediğini ama yabancı bir hanımla yanlış bir evlilik yaptığını ve boşanma aşamasında bulunduklarını söyledi. Aysun birkaç görüşmeden sonra ona inandı. Boşanma gerçekleşene dek ilişkilerini gizli tutmaya da söz verdi. Öldürülmeden bir gece önce evine gelerek söz çikolatası getirdi Volkan. Onu ailesinden isteyeceğini, artık birlikte olacaklarını duyunca Aysun deliye döndü. Ertesi gece bıçaklanacağını bilmiyordu.

Sude’yi cemiyet haberlerinden tanıyordu zaten. Onu öldürmek, cinayet kariyerinde doruk noktası olacaktı. Pastanede sohbet etmişlerdi birkaç kez. Kızın duygusal durumundan yararlanarak hayatına girmişti. Ama Sude bu ilişkiden pişmanlık duyuyordu. O yüzden kimseye bir şey anlatmamıştı. Onunla epey bir uğraştı Volkan Soyalan. Cinayet gecesi kızı aradı, konuşmak istediğini, eğer kapıyı açmazsa tüm apartmana kızı rezil edeceğini söyledi. Sude’nin basireti bağlandı. Volkan sakince içeri girdi, kızı da salona soktu ve iğnesini batırdı. Şoka giren kız, çaresizlikle ilaçlarını arandı, bu sırada ortaya saçıldı hepsi. Volkan bu defa zorlanacağını anladı, kızı hemen vurdu ve oradan ayrıldı.

Son kurbanı Şerife Hoca’yı boğmak için kullanacağı aleti Fikri abinin parmak izleri ile donatmıştı. Eğer Fikri abi merak edip aleti kurcalamasaydı onu tahrik ederek dokunmasını sağlayacaktı. Cinayeti kolayca onun üstüne atmayı planlıyordu. Ama hesaba katmadığı bir şeyler olmuştu. Esra ve ben girmiştik araya. Kendisinden o kadar emindi ki tüm bunları “Kusursuz Cinayetlerim” adında bir deftere bir bir yazmıştı. Ameliyat eldivenleri, galoşlar, beyaz önlükler, boneler takarak gitmişti kadınları öldürmeye. Her cinayeti farklı bir şekilde işleyerek dikkati dağıtmıştı. Her cinayet için günlerce uğraşıp didinmişti. Bıçağı ve silahı yanına almıştı mesela. Kullan at telefon hatları ile iletişim kurmuştu. Kendini göstermeden bir yere girip oradan çıkma konusunda ustaydı. Polis evinde arama yaptığında defteri ve diğer malzemeleri düzene konmuş bir şekilde kasasında bulmuştu. Hayatı boyu başarabildiği tek şey cinayetti.

25 Nisan, 25 Ağustos ve 25 Aralık’ın esbab-ı mucibesi tamamen tesadüftü. İlk cinayetini 25 Nisan’da gerçekleştirmişti, kusursuz bir cinayet için dört ay uğraşmak gerektiğine inanıyordu ve tarihler böyle denk gelmişti.

Volkan Soyalan, işlediği suçların cezasını çekmekten Sude’yi öldürdüğü silahla canına kıyarak kurtulmuştu. Neyse ki Şerife Hoca’yı yanında götürememişti. Genç kadın, birkaç gün hastanede tedavi gördükten sonra taburcu olmuştu.

Her şey ortaya çıkınca Maksude Hanım Saim Sabak için dava açtı. Naciye Çoban’ın çocukları, Meliha Acar’ın ailesi, Aysun’un arkadaşları katilin bulunması ile rahatladı. Akif Demirci, katili bulduğumuz için Volkan’a vaat ettiği parayı bize verdi. Olaydan bir hafta kadar sonra, avukatı bizimle iletişime geçip ödeme için bir hesap numarası istedi. Meblağ çok yüksekti, Fikri abi bir kısmını Serhat Turhangil’in projesine bağışladı.

İkimiz de çok şaşkındık. Daha önce yakından tanıdığım birinin katil olduğunu keşfetmek bana deneyim kazandırmıştı biraz. Ama Fikri abi resmen şoke olmuştu. Bir şeyler söylemek için ağzını açıyor ama suyun içindeki balık gibi dudaklarını oynattıktan sonra bir şey söylemeden öyle kalakalıyordu.

Ressam Lamia geçmiş olsun demek için aradı. “Ben söylemiştim, Tanrıça bu masum kadınların öldürülmesine dayanamadığı için bu olayın çözülmesini istedi işte! Hem de sizin gibi bir kadın tarafından! Kutlarım sizi.” dedi. Teşekkürlerimi sunduktan sonra nedense aklıma alakasız bir soru düştü: “Dio tablosu gitti mi yeni evine?” Neşeli kahkahası eşlik etti sözlerine: “Evet, geçen hafta yerine vardı. Biliyor musunuz, bana kimin aldığını söylediler. Ozzy Osbourne değilmiş, Ritchie Blackmore’muş tablonun sahibi.” Al işte dedim kendime. Yaşarken adamı grubundan kovdun, sahnene sokmadın. Öldükten sonra tablosuna dünya para verip vakfına para kazandırıyorsun. İnsanlar garip!

***

Sıcak bir cuma öğleniydi.

Fikri abi, her zamanki sakinliği ile kanepede oturmuş, öğle haberlerini izliyordu. Onunla konuşmak için tek şansım olabilirdi bu, akşam Saros’a gidecek ve birkaç gün kaldıktan sonra annemi alıp dönecektim. Fikri abi de annesinin yanına Datça’ya gidecekti bir haftalığına. Birer sade kahve pişirdim, tepsiyi sehpaya koyup yanına oturdum:

Ellerine sağlık, ölmüşlerinin ruhuna değsin, dedi fincanı alarak.

Nereden başlayacağımı planlamıştım. Onun bana davrandığı gibi, sevgi ve güvenle konuşacaktım:

Fikri abi, lütfen sözlerimi kesmeden dinle. Abi bak, sen basın takibi yapmıyorsun. Resmen dedektiflik bu işin adı, devleti de kandırıyorsun üstelik. Evrakını düzenlerken çok zorlandım. Hazır elimizde iyi bir para varken gel kuralım şu Adar Dedektiflik ve Araştırma Hizmetlerini. Kendi işimizi yapalım, kimseye de üç beş kuruşluk iş için minnet etmeyelim.

Fikri abi, kumandayı alıp televizyonu kapadı. Ama aleti bırakmadı, elinde çevirmeye başladı. Ardından bakışlarını bana çevirdi:

Kızım, iyi diyorsun da… Tamam, takip araştırma kısmını hallederim evvel Allah. Orada sorun yok ama… Bağlantılarım yok, tanıdığım yok. Nasıl müşteri buluruz, onu bilemiyorum.

Bu sorunun geleceğini biliyordum. Dersime de çalışmıştım:

Öncelikle benim sağlam bağlantılarım var. “Dedektiflik bürosu açıyorum, haberiniz olsun!” dediğim an birkaç müşteri bulabilirim. Bir de şöyle bir durum var: Geçen Nihal aradı beni, Soyalan Dedektiflik tasviye ediliyor ya. Birkaç belge lazım olmuş. Bu fırsattan yararlanarak biraz sohbet ettim kızla. Bize çok yakınmış evi, Atatürk Fen Lisesinin sokağında oturuyormuş annesi ile. Evlilik hazırlıkları yapıyormuş bir de kızcağız. İşsiz kaldı, patronunun durumu düşünülürse tekrar iş bulması da çok zor. Eğer he dersen alalım bu kızı da şirkete. Bütün müşteri portföyü kızın elinde. Herkesi tanıyor. Bence harika olur abi.

Başını kaldırıp gözlerimin içine baktığı an anladım onu ikna ettiğimi. Kendine hâlâ tam olarak güvenmiyordu ama beni de kırmayacaktı:

Bir şartım var: Şirketin adı Adar ve Bahar Dedektiflik ve Araştırma Hizmetleri olacak. Sen de ortak olacaksın yani. Batsak da çıksak da beraber! Elini taşın altına koyacaksan tamam.

Adar ve Bahar Dedektiflik ve Araştırma Hizmetleri! Kulağa çok hoş geliyordu. Gözümde eski dedektiflik dizilerinin jenerikleri gibi bir şey canlandı: Fötr şapkalar, karizmatik yürüyüşler ve zorlu maceralar… Ama bu defa Fikri abi, ben ve Nihal vardık sadece. Fikri abinin sesi, daldığım hayallerden çekip çıkardı beni:

Bir şey daha var. Ortağına tam olarak güvenmen gerek.

E, güveniyorum zaten. Sen benim hayatımı kurtardın, unuttun mu?

Ona bakarsan sen de benimkini kurtartın. Sen olmasan ben şimdi parmaklıkların ardında masumiyetimi kanıtlamaya çalışıyordum. Onu geç! Ben başka bir şey diyeceğim. Gel benimle!

Fikri abi, ayağa kalkıp pantolonunun çakmak cebinden eski bir anahtar çıkardı. Ne yapacağını anlamam birkaç milisaniye sürdü. Odasının kapısına doğru yürürken ben kararsız bir şekilde onu takip ettim. Açıkçası o kadar çok şey yaşamıştık ki o kapının ardında ne olduğunu hiç mi hiç umursamıyordum artık. Ama Fikri abi kararlıydı, hiç duraksamadan kapısını açtı ve eli ile içeri girmemi işaret etti.

Kalın bordo perdeler odayı koyu bir karanlığa boğmuştu. Fikri abi, hızlı adımlarla pencereye yürüdü ve perdeleri açtı. Odada mobilya niyetine eski, ahşap, iki kapılı bir dolap ile tek kişilik bir baza vardı sadece. Yerde halı hatta kilim bile yoktu. Çok sıradan, çıplak, renksiz bir bekâr odasıydı o duvar haricinde. Fikri abinin yatağının tam karşısındaki duvar, nasıl desem, bir mabet gibiydi. Esmer, çıtı pıtı, iri koyu renk gözlü, kâkülleri alnını kapatan tatlı bir hanımın çeşit çeşit fotoğrafı ile donatılmış bir mabet… Nereden baksan farklı ebatlarda iki yüz küsur fotoğraf, kalp oluşturacak şekilde kolaj yapılmıştı. Fotoğraflar değişik ortamlarda çekilmişti: Adalarda bir balıkçıda, eski ahşap bir evin yanında, Çiçek Pasajı’nda, müzede tarihi bir eserin yanında, Sirkeci’de deniz kenarında, Küçük Çiftlik Parkı’nda bir Rock konserinde, evde, mutfakta, Moda’da dondurmacıların orada… Baş döndüren bir dizilimdi bu. Kadının kim olduğunu tahmin etmek zor değildi. Nefesim kesilmişti, yatağın kenarına oturuverdim. Gözlerimi fotoğraflardan alamıyordum. Fikri abi yanıma oturdu ve titreşimlerinde her türlü duygunun yer aldığı öyküsünü anlatmaya başladı:

Tanıştırayım: Belkıs. Eşim, sevgilim, hayatımın anlamı, ruh eşim… Haber yapmak üzere gittiğim bir sergide tanıştık onunla. Yıldırım aşkı ile tutulduk birbirimize. Onunla birlikteyken sanki dünya üzerinde sadece ikimiz vardık. Öylesine deli bir tutku ve sevgiydi bizimki. Zengin bir aileden geliyordu. Babası evlenmemize izin vermedi. Adam benim bir servet avcısı olduğumu düşünüyordu. Belkıs boyun eğmedi. Bavulunu topladığı gibi yanıma geldi. Babası onu mirasından mahrum etti. Böylece benim kızını terk edeceğimi filan sanıyordu galiba. Hiç umursamadık. O zamanlar İkitelli’de çalışıyorum, Belkıs da Nişantaşı’nda bir sanat evinde iş bulmuştu. Burayı kiraya verip orada bir ev tuttuk. Bir oda bir salon, küçücük bir yer… Bizim için saraylardan değerliydi. Bizimdi. Kimseye eyvallah etmeden hayatımızı sürdürebileceğimiz bir yuva. Fotoğraflarını çekmeye doyamazdım. Elimde makine, paparazzi gibi takip ederdim onu. Sonra… Sonra her şey alt üst oldu. Hastalandı Belkıs. Nadir görülen bir kan hastalığına yakalandı. Tedavisi yoktu o zamanlar. Keşke dedim, onun yerine ben ölsem! Ben acı çeksem! O mutlu olsa! Hastaneye yatırdık. Babası geldi bir gün. Beni çekti kenara: “Bak oğlum” dedi “Eğer Belkıs’ı gerçekten seviyorsan ondan boşan. Ben karımı da bu illetten kaybettim. O zamanlar tedavisi yoktu, şimdi Amerika’da deneysel bazı çalışmalar var. Araştırdım, buldum. İyileşecek kızım ama seninle devam etmeyecek hayata. Buna izin veremem. Hayatım boyunca kazandığım her şeyi senin gibi geleceği belirsiz bir muhabir parçasına yediremem. Dediğin gibi sadıksan aşkına, git kızımla konuş. Hasta bir kadınla hayatına devam edemeyeceğini söyle. Gerisini avukatlarım halleder. Ardından biz de Amerika’ya gideriz.” Dünya başıma çöktü. Öldüm de gömüldüm sanki o dünyanın altında. Sonra düşündüm. Sen demedin mi ben ölsem de o yaşasa diye Fikri, dedim kendime. Belkıs’ı yaşatamayacaksın burada. Yanında eridiğini, her an ölüme doğru kayıp gittiğini mi görmek istersin yoksa sensiz de olsa yaşadığını mı? Öylece karar verdim ölmeye! Belkıs’tan ayrıldım. Amerika’ya gitti. Ben de buraya, baba evime geri döndüm.

Birkaç saniye sessiz kaldık. Fikri abinin söylediği her söz bağrıma hançer gibi saplanıyordu. Beynim uyuşmuştu, şakaklarımda bir şey gümbür gümbür atıyordu. Cevabından korktuğum soruyu sordum biraz bekledikten sonra:

Peki, iyileşti mi?

Başı önde, acı acı gülümsedi Fikri abi:

Babası bütün iletişim kanallarımızı kapadı ama yine de öğrendim ben. Tedavi yaramıştı, iyileşti birkaç yıl içinde. Ama kalbi kırılmıştı bir kere. Geri dönmedi. Amerika’da kaldı. Hatta babası beş yıl kadar önce rahmetli olduğunda bile gelmedi. Belki uzaktan da olsa görürüm diye gitmiştim cenazeye, oradan biliyorum.

Bu içinden çıkılmaz acı bir süre nefesimi tıkadı. Fikri abi için bir şeyler yapmak, onu mutlu etmek istedim. Aklıma parlak bir fikir geldi. Ayağa fırladım:

Belki onu bulabiliriz. Sen sosyal medya kullanmıyorsun tabii, ama ben bakabilirim. Evlenmeden önceki soyadı neydi?

Fikri abinin yüzünde “Benim aklıma neden gelmedi bu?” şaşkınlığı vardı. Hemen masamın üstündeki telefonu alıp Fikri abinin yanında dikildim:

Evet? Kızlık soyadı neydi Belkıs’ın?

Ağzından dökülüverdi sözcükler:

Dağaran, Belkıs Dağaran…

Amerika’da yaşadığına göre herhalde “Belkis Dagaran” diye yazıyor olmalıydı. Hemen İnstagram’da aratmaya başladım. Çok kullanılan bir soyadı değildi, eğer sosyal medya kullanıyorsa bulmak zor olamazdı. Gerçekten de zor değildi. Belkis Dagaran Collbert adını gördüm aramalarda. Hesap gizliydi ama profil resmi her şeyi anlatıyordu. Kalp şeklindeki kolajın her fotoğrafında gülümseyen kadının on yıl sonraki hali, yanında iri yarı, sarışın bir adam ve yedi sekiz yaşında sevimli bir kız çocuğu neşe ile poz vermişlerdi. Emin olmak için iyice kontrol ettim, evet bu kadın Belkıs’tı. Fikri abiyi geleceği olmayan bir muhabir parçası olarak gören babası, hayatı boyunca kazanıp biriktirdiği paranın bu iri yarı Amerikalıya yâr olduğunu biliyor muydu acaba?

Kulağımda Rukiye’nin sözleri yankılandı: Sırrı dökülürse ayna aynalıktan çıkar. Şimdi bu fotoğrafı gösterip Fikri abiyi üzmenin ne âlemi var? Adam zaten zor zamanlar geçirmiş. Onun kafasında bunca güzel fotoğraf varken, ne gerek var? İnstagram sekmesini kapadım. Sesimi kontrol ederek cevap verdim:

Maalesef bu isimde bir kullanıcı yok Fikri abi.

Yine acı acı gülümsedi Fikri abi. Sevdiği kadını bir kez daha görme umudu da tuzla buz olmuştu bir anda. Başını öne eğdi.

Dışarıda yaşamın damarları olanca hızı ile atıyordu. Güneş en yakıcı hali ile parlarken insanlar sokaklarda dolaşıyor, çocuklar oynuyor, dükkânlar satış yapıyor, koşuşturma devam ediyordu. İçerideyse hüzün ve acı vardı.

Hayat gerçekten garip, diye düşündüm. Çok garip!

MACERANIN SONU