Nilgün Zorbeyi, evlendikten sonraki adı ile Nilgün Mercan, ilkokulda beş yıl boyunca sıra arkadaşımdı. Mezun olduktan sonra annesi, babam gibi bileğini kessen sarı–lacivert kan akan biri olmadığından kızını ilkokulun hemen yanındaki Fenerbahçe Lisesi’ne değil, Erenköy Kız Lisesi’ne vermişti. Bu nedenle ortaokulda ayrıldık. (Yeni nesil bilmez, 80’lerde liselerin ortaokulları da vardı.) Bunu biraz da kızının ergenlik çağında karma bir okula gitmesini istemediğinden yaptı sanırım, zira deli çağlarda erkeklerle filan…
Nilgün’ün annesi Cevriye teyze, genç yaşta dul kalmıştı. Kocası bakkaldı. 12 Eylül öncesinde yaşanan birçok kötü olaydan birinde can vermişti. Bir örgüt gelip protesto için dükkânı kapamasını istemiş, o da “Yettiniz siz be! Bir gün biri gelir kapatır, bir gün başka bir örgüt gelir kapatır! Evimize nasıl ekmek götüreceğiz biz?” diye dayılanınca kurşunu yemişti. Cevriye teyze, belki de genç yaşında kaybettiği kocasının bu acı sonundan dolayı ürkek, kendi halinde bir kadındı. Güldüğünü hiç görmedim, bazen istemsizce gülümsediğinde de sanki bu durumdan dolayı özür diler gibi dolardı o iri kara gözleri. Onun o mahzunluğu Nilgün’e de geçmişti. Sakin, sessiz ve hüzünlü bir kızdı. Benim neşeli ve hareketli tabiatımla onun bu sükûneti garip bir zıtlık oluşturur, galiba tam da bu yüzden ikimiz de birbirimize iyi gelirdik.
Liseden sonra zaten ortalama bir başarıya sahip olan arkadaşım, iki kez denemesine rağmen üniversite sınavını kazanamamış ve bir aile dostlarının oğlu olan Cengiz Mercan ile evlenmişti. Erken yaşta evlenmenin tek iyi getirisi olarak 21’inde anne olmuştu. 19 yaşını bitirmek üzere olan bir evladı vardı. Bunlar, ortak arkadaşlarımız ve ilkokul öğretmenimiz sayesinde bir şekilde kulağıma geliyordu. Ama ilkokuldan sonra hiç görüşmemiştik. Onun evlenip anne olduğu yıllarda ben üniversitede okuyan, bir yandan da yarı zamanlı tanıtım elemanlığı, anketörlük filan yaparak gelecekteki mesleğine hazırlanan, aklı bir karış havada tipin biriydim.
Yılladır görmediğim arkadaşım, bana çok yakın bir yerde, Şükrü Saraçoğlu Stadı’nın hemen arkasındaki İhlâs Sokağı’nda yaşıyordu. Kocası iş gezisinde, oğlu da üniversiteyi okuduğu Ankara’dayken Nilgün, evinde katledilmiş, ertesi gün dönen kocası tarafından alnına ve boğazına birer kurşun sıkılmış halde kanlar içinde bulunmuştu. Bilinen bir düşmanı yoktu, herkesin sevdiği bir hanımdı, herkes çok şaşkındı.
Acele ile giyinmiş, saçlarımı kurutma işini de yazın hararetine havale etmiştim. Yatağın üstünde bağdaş kurmuş, habere bakıyor, bir yandan da düşünüyordum:
− Hırsız filan olabilir, belki de sapığın biri… Ne kadar manyak varsa dışarıda. Baktılar kızcağız evde yalnız, hemen daldılar eve. Her gün ne olaylar okuyoruz gazetelerde.
Esra, gözünü gazeteden ayırmadan konuştu:
− Hırsızlığa dair bir bulgu yokmuş, baksana! Sonra tecavüz de edilmemiş.
− Canım, adam niyetlenmiştir, sonra Nilgün bağırmaya filan kalkınca vurup kaçmıştır.
Esra, o iri gri yeşil bakışlarını bana çevirdi sonra tekrar gazeteye indirdi. Korku filmi gibi… Bir hayalet ile hasbıhal ediyorum şu anda.
− Bir kere kapı zorlanmamış, demek ki Nilgün katili tanıyordu ve kendi içeri aldı. İkincisi, o sokaktaki evler bitişik nizam. Silah sesi mutlaka duyulurdu. Kimse bir şey duymadığına göre katil susturucu ile filan gelmiş. Bu da planlayarak adam öldürme gibi duruyor.
Karman çorman oldu kafam. Esra Rengiz konuğum, bu cinayet işlerini iyi biliyordu. Üstelik nedense Nilgün’ün olayına fena halde takmıştı. Nilgün ile bir bağı mı vardı? Beni kullanarak Nilgün’ün cinayetini mi çözmeyi planlıyordu?
− Bu olay seni neden bu kadar ilgilendiriyor?
Bakışlarını yine bana çevirdi, yine yüreğim kabardı:
− Kaç yıllık arkadaşın… Seni neden ilgilendirmiyor?
Burada benim bir miktar utanmam gerekiyordu. Ama utanmadım. Nilgün’le çok güzel bir beş yıl geçirmiştim geçirmesine de artık dünyalar ayrılmıştı. Otuz yıldır tamamen farklı kulvarlarda yüzüyorduk.
− Çok uzun zamandır görüşmüyoruz. Facebook’umda bile yok!
Esra dudaklarını gerip gözlerini devirdi:
− Tabii, Facebook’ta yoksa arkadaş değildir o. Arkadaşlıklar bile dijital ya! Bu ne saçma düzen?
− Ya tabii ki öyle değil de! Hani en azından uzaktan da olsa haberleşiyoruz sosyal medya sayesinde. Nilgün’le öyle bir bağım bile kalmadı.
− İyi, o zaman yeni bağlar kurma zamanın geldi demektir. Sokağının adı yazıyor. Hangi evde yaşadığını bulmak zor olmasa gerek! Taziyeye git hemen!
− Ne taziyesi! Kime gideceğim ki taziye için? Kocası dağılmıştır yazık! Oğlan desen belki İstanbul’a bile dönememiştir daha. Annesi de kızının öldürüldüğü evde değildir herhalde. Orası zaten olay yeri değil mi? Kızın cesedini dün sabah bulmuşlar.
− Komşularla filan konuş. Arkadaşım dersin, biraz bilgi toplarsın.
− Olur mu öyle şey? Polis gibi kapı kapı dolaşıp soruşturma mı yapayım? Aklını peynir ekmekle yedin herhalde!
− Senin var mı öyle uygulanabilir parlak fikrin?
− Polise bırakmak nasıl olur? Hani adamlar işin uzmanı ya! O bakımdan…
Esra, yüzünde ürkütücü bir ifade ile - gözleri kısılmış, alnı kırışmış, öldürücü bakışlarla- bana bir baktı, yine kanım dondu. Kekeleyerek konuştum:
− Cenaze… Cenazeye gideriz. Orada bir sürü şey öğrenilebilir!
Dudaklarını takdirle kıvırdı, bu defa “Kedi olalı bir fare yakaladın!” bakışı ile konuştu:
− Yalnız otopsi filan, o cenaze bugün yarın kalkmaz. Ne zaman, nerede yapılacağını nasıl öğreneceksin?
− Facebook!
Gözlerini tavana kaldırıp ofladı:
− Of yine mi ya!
− Ya, ama sen de insanı bir konuşturmuyorsun! Bizim Facebook’ta ilkokul grubumuz var. Orada kesin çıkar cenaze ile ilgili bir şeyler. Oradan öğreniriz.
Gerçekten de okulun Facebook sayfasında konu ile ilgili haber vardı:
1984 mezunu Sevgili Arkadaşımız Nilgün Zorbeyi Mercan’ı acı bir olay sonucu kaybettik. Kendisine rahmet, acılı ailesine sabır diliyoruz. Dostumuzun cenaze töreni 25 Haziran 2014 Çarşamba günü, Erenköy Galip Paşa Camii’nden öğle namazına müteakip kaldırılacaktır.
Acı olay! Cinayet demeye dili varmamıştı yazanın. Hâlbuki şöyle de denebilirdi: “Arkadaşımız bir cinayete kurban gitti. Faillerinin bir an önce bulunmasını umuyoruz.” Sanki cinayete kurban gitmek ayıp bir şeymiş gibi. Tabii, kadıncağız evde yalnız! Biri gelmiş onu öldürmüş. Mahremine girmiş bir nevi. Böyle açık açık söylenir mi hiç?
Esra, ben telefonda Facebook’u incelerken yüzüme meraklı meraklı baktı:
− E, haber var mı?
Onu biraz meraklandırmak keyifli olurdu mutlaka ama halim yoktu doğrusu:
− Cenaze Çarşamba kalkacakmış. İki gün sonra.
Yüzünde şaşkınlıkla karışık bir merak vardı:
− Nasıl oluyor bu işler? Okul mu düzenliyor bu sayfayı? Onlara mı geliyor bilgi?
Gerçekten hiç bilgisi yoktu Facebook hakkında:
− Okulun işi yok da bunlarla uğraşacak? Mezunlar sayfası bu, arkadaşlarından biri duymuştur, yayınlamıştır.
Esra, yüzünde bir merak ifadesi ile birden yok oldu. Evet, yok oldu! Havaya karıştı. Bir kez daha hop etti yüreğim. E, ne oldu şimdi? Kurtuldum mu ondan? Bu kadar mıydı? Yoksa iyileştim mi? İçimi eziyordu tüm bu sorular. Bir panik dalgası, midemden kalkıp yüreğime doğru yükseliyor ve nefesimi keserek beynime çıkıyordu. Ben deliriyordum. Kimsenin görmediği biri ile konuşuyor, hatta bir cinayeti tartışıyordum. Allah’ım aklıma mukayyet ol! Annem hep der zaten “halası kılıklı” diye. Ben de halama çekmiştim, deliriyordum işte. Deli Aside! Hayır, yanlış yazmadım. Asude değil, Aside. Nüfus memurunun azizliğine uğramış sevgili Aside halam. “Asude” yazacaklarına “Aside” yazmışlar adını. Ölene kadar da Aside dediler garibime.
Balkan Savaşları sırasında kaçarak Payitaht’a sığınan ailesinin buraya sağ gelebilen tek çocuğuymuş rahmetli babaannem. Bahtsızlık bu kadarla kalmamış, anneciği de savaşta kaybettiği babasının yanına gidivermiş erkenden. Bir süre akraba yanında sığıntı gibi yaşamış, ardından da hastalıklı bir adamla evlendirmişler kendi damı altında kimseye muhtaç olmasın diye. Kocası sakin, sessiz bir adamcağızmış. O da anasız babasız bir garip. Kendi yağlarında kavruluyorlarmış. Aside halam da o zamanlarda doğmuş. Yıl 1937. Yoksulluk ve hastalık zamanı, iki savaş arası, ülke yeni kurulan bir cumhuriyet…
Şimdi ne anlamsız şeylerden şikâyet ediyoruz, değil mi?
Aside halam, dört yaşına basmadan babasız kalmış. Babaannem de hasta. Parası yok, hastaneye gidemiyor. Dedem tam o zamanda süper kahraman gibi yetişip babaannemi kurtarıyor. Hemen evleniyorlar. Elektrik teknisyeni kendisi. O zamanlarda çok havalı bir meslek. Sayıları çok az. Ama bu defa da 2. Dünya Savaşı patlıyor ve dedemi askere alıyorlar. Yine bahtlarına karartma günleri düşüyor.
Savaştan sonra doğmuş babam. Tam her şey düzeldi, gül gibi geçinip gidelim, derlerken babaannemin hastalığı nüksetmiş. Kurtaramamışlar. Aside halam 15, babam 6 yaşında... İşte halam o andan itibaren “Asideliğini” gösterip ipleri eline almış. Babamı büyütmüş, evin bütün işini yüklenmiş. Bir de cadı, sinirli! Dedem rahmetli, gıkını çıkaramazmış. Hatta maaşını alıp halamın eline verdiği, halamdan da harçlık aldığı söylenirdi. Tekrar evlenmenin lafını edememiş evde. Yalnız dedem mi? Bütün mahalle şerrinden korkarmış. Bağırdı mı eski ahşap evler zangırdar, camlar çatlarmış. Komşular selam vermeye çekinirmiş. Dolayısıyla kısmeti hiç açılmamış. Annem der ki: “Bin kaynanaya bedeldi. Aklım çıkardı ondan. Bir şeyi yanlış yapsam dik dik bakması yeterdi. Ben bayılacak gibi olurdum.”
Ben nişanlıyken öldü halam. Babamı büyütüp meslek sahibi etmiş, evlendirmişti. Felçli dedeme ölene dek bakmıştı. Kaç eve yetmiş, kaç kişiyi hayatından bezdirmişti. Bir sabah kalkmış, namazını kıldıktan sonra kahvesini içmiş –eski kadındı, önce sade kahvesini içer sonra kahvaltı ederdi- ardından divana yığılıp kalmıştı. Ani bir kalp krizi.
İşte genlerini taşıdığım sevgili deli halacığımın hikâyesi bu. Sıkılmayın diye özet geçtim.
Esra birkaç gün bana dokunmadı. Her sabah uyandığımda korku ile etrafıma bakınıyor, onu görmediğimde rahat bir nefes alıyordum. Tüm gün etrafımı dikkatle süzüyor, her an bir yerden çıkıp gelecekmiş diye çarpıntılarla yaşıyordum. Yıllardır etmediğim kadar dua etmiştim. Onun o soğuk yeşil gözlerini bir daha görmemek için ne istense yapardım.
Bir gece hatta sabaha karşı, onu çok andım diye herhalde, Aside halam rüyama girdi. O küçük kirpiksiz gözlerini kocaman açmış, işlemeli tülbendini başına sarmış, bağdaş kurmuş; öldüğü divanın üstünde oturuyordu. Beni görünce şöyle bir doğruldu. Kötüye işaret! Paylayacak beni! Savaş ya da sıvış refleksi gereği, bir adım geri çekildim. Aniden gözlerinden dumanlar çıkmaya başladı:
− Aside! Aside! Sana diyorum! Aside!
Bana hep Aside derdi. Hatta adımı da Aside koymak istemiş ama hayatını berbat eden nüfus memurunun Kadıköy Nüfus Dairesindeki meslektaşı bu dileğini yerine getirmesine şiddetle engel olmuştu. Olan bana oldu tabii, 5 yaşıma kadar adımı soranlara hep “Aside” dedim.
− E efendim hala!
− Efendiler götürsün seni! Nerede anahtarın?
− Ne anahtarı hala?
Ellerini göğe kaldırıp beni Rabbine şikâyet eder gibi açtı, ardından gözlerini devirerek bana çevirdi.
− Nişanında sana taktığım anahtar? Ben sana bunu boynundan çıkarmayacaksın demedim mi? Kız yoksa kayıp mı ettin anahtarı?
Yok, filan demeye çalıştım ama ağzımdan ince bir sesçik çıktı. Halam birden daha da bir doğruldu, masallardaki sihirli lambadan çıkan cin gibi bir şey oldu. Gözleri alev aldı âdeta. Ben küçüldüm, eridim bittim o alevde. Bağırıp yardım isteyeceğim ama ciğerlerime söz geçiremiyorum ki!
Birden uyandım. Beynim zonkluyordu! Biraz daha yattım ama gözlerimi kapamaya cesaretim yoktu. Rüyaya kaldığı yerden devam etme riski de var. Kalktım, annemin yanına gittim. Kahvaltı edelim bari. Annem, balkonda oturmuş sudoku çözüyordu. Gözlüklerinin üstünden beni tepeden tırnağa bir süzdü. Tombul yanaklarına yayıldı gülümsemesi:
− Asude Sultan erkenci bu sabah! Hayırdır? Sabah şerifleri mi kovaladı seni?
Sandalyelerden birine çöker gibi oturdum. Zonklayan başımı ellerimin arasına aldım.
− Korkunç bir kâbus gördüm anne. Uyandım, bir daha da uyumaya cesaret edemedim.
Dudaklarını bükerek beni bir kez daha süzdü annem:
− Hayırdır inşallah!
Gözlerimi anneme diktim:
− Halamı gördüm!
Annem, kötü bir şey duyduğunda “Rabbim sen koru!” deyip sağ elinin işaret parmağı boğumunu öper. Bence çok sevimlidir ama anlamayana garip gelir.
− Halana hayırdır inşallah da kâr etmez! Yasin’ini de hiç eksik etmem, sırf hortlamasın da gelmesin diye. Ne dedi sana?
Derin bir nefes aldım:
− Şu nişanda bana taktığı altın anahtar var ya! Onu sordu.
Annemi nadiren öyle görmüşümdür. Birden yüzü kıpkırmızı oldu, endişe dolu bakışlarını bir kez daha yüzüme çevirdi. Sesini birinin duymasından korkar gibi kıstı:
− Sahi, nerede o anahtar kızım? Kaybetmedin inşallah!
Kısa bir süre düşündükten sonra cevap verdim:
− Yok ya, mücevher kutumda duruyor. Neden kaybedeyim?
Annem, rahat bir nefes verdi:
− Aman neyse! Dedim belki boşanırken altınları bölüştüğünüzde…
− Hem yarı yaşımda bir kızı hamile bıraksın hem de mücevherlerimi bölüşmeyi istesin! O kadar da değil! Zaten Allah’ı var, ağzını açıp bir şey de demedi. Ama anne kusura bakma da herkesin altın, bilezik filan taktığı nişanda altın bir anahtar takmak da tam Deli Aside’nin işi! Bir türlü çözemedim bunu.
Annem, yaramazlık ederken yakalanmış bir kız çocuğu edası ile birden ayaklanıverdi. Tabii bu durum dikkatimden kaçmadı. Benden gizlediği bir şey var. Yine bir gizem…
− Madem erken kalktın, kahvaltımızı vakitlice yapalım da kalksın. Hem bugün kızcağızın cenazesi var değil mi? Ah, evladım! Ona da nasıl yandım! Cevriye Hanım ne haldedir kim bilir? Bugün teyzenin fizik tedavisi olmasa ben de gelirdim seninle.
Sonra sanki bir şey söyleyecekmiş ama çekiniyormuş gibi sesini alçalttı gene:
− Aside, kızım bence sen de gitme! Şimdi cenaze ortamı, sinirlerin bozulacak filan!
Konuyu değiştirmeye çalışıyor. Anlamadım sanki. Bu arada iyi ki teyzemin fizik tedavisi var! Annemle o cenazeye gittiğimi düşünemiyorum bile.
− İyiyim anne ben! Hem biraz insan içine çıkarım, çok sıkıldım evde.
Annem, boynunu büktü:
− Sen bilirsin.
Ardından tombul bedenini sandalyelerin arasından sıyırıp mutfağa doğru sekerek gitti. Ben de masadaki bulmaca ekinin altından gazeteyi çekip aldım, eski alışkanlıkla ekonomi sayfasına bir göz attım. Ama ilgimi çeken pek bir şey yoktu. Artık ne takip ettiğim bir marka vardı ne de bir lobi çalışması. İçim daraldı yine. Gazeteyi kapatıp masanın üstüne koymamla siyah bir deri ceketle burun buruna gelmem bir oldu! Esra Rengiz, yanı başımda ayakta duruyordu. Başımı kaldırmaya bile cesaret edemedim. Yine midemden yükselip kalbimi sıkıştıran o korku dalgası!
− E, cenaze bugündü, değil mi?
DEVAM EDECEK