Sayın Bay,
Sevmem aslında mektuplara böyle başlamayı. Günlük yaşamımda kimseye “bay” ya da “bayan” dediğim duyulmamıştır. Bana son derece yapay ve sevimsiz gelir bu sözcükler. “Hanım ve bey”i daha çok severim. Onları kullanmayı tercih ederim. Bu yazıya “sayın bay” diye başlamam bile, aslında size düşündüğünüz kadar değer vermediğimi kanıtlıyor. Sizden en başından beri hoşlanmadım -hoşlanmayacağım da- ama olup bitenlerin bir şekilde görüşülmesi ve değerlendirilmesi gerekmektedir; ben düşüncelerimi satırlara dökerek sadece ve sadece bu amaca hizmet etmekteyim. Sizi de bu amaç dâhilinde yazdıklarımı okumaya davet ediyorum. Ayrıca “sayın bay” ve “davet ediyorum” gibi aslında soğuk bir İngiliz nezaketini anımsatan, ürkütücü ve ağır bir üslupla söylenmiş sözlerim de sizinle arama ne kadar geniş bir mesafe koymak istediğimi belirten derin ifadelerdir. Siz bunları anlayacak kapasitede, derin ruhlu bir insan olmadığınız için bu nedenle mektubuma başlamadan önce uyarılarımı yapmak istedim.
Evet, ne diyordum? Sayın Bay; (tekrarlıyorum ve tekrarlamaktan zevk alıyorum, böylece her söyleyişimde biraz daha düşüyorsunuz gözümden)
Aslına bakarsanız, bana değer veren ve benim değer verdiğim sevgili insanlar, aramıza girip bizi tanıştırmasalardı, varlığınızla -yoksa yokluğunuzla mı demeli- asla ve kat’a canımı sıkamayacaktınız. Bu değerli insanlara duyduğum sevgi ve saygı gereği, size nazik bir üslupla sesleneceğim ve yazımda size asla saygısızlık etmeyeceğim. Bunu biraz da kendime olan saygımdan ve düzeyli bir insan olarak bu düzeyi düşürmek istemediğimden yapacağım; zira düzeyli ve kültürlü insanlar bilirler ki bu düzey ve kültür, çok uzun deneyimler ve zorluklarla edinilmiştir ve kimse için kolay kolay feda edilemez.
Aramızda yaşananları umursamamam, unutup yaşamıma kaldığım yerden devam etmem gerekirdi; bunu çok da isterdim doğrusu. Shakespeare’in Kuru Gürültü oyunundaki Benedic’in Hero için söylediği gibi : “Üzerinde uzun uzun düşünülemeyecek kadar kısa” birisiniz. Bunu elbette mecazî anlamda söylüyorum. Yoksa boyunuza pozunuza bir diyeceğim yok, olamaz da. Ben insanları fiziksel yönleriyle değerlendirmeyecek, bedensel özürleriyle alay etmeyecek kadar yüce gönüllü birisiyim. Sizin bu konuda sağduyulu insanların uygun gördüğü edep anlayışına göre davrandığınızdan, ama yalnız kalır kalmaz kendi kompleksli düşüncelerinizle bu tip insanları aşağıladığınızdan eminim. Bende öyle bir izlenim yarattınız, yanılıyorsam bağışlayın.
Neyse konuya gelelim artık. Bu değerli ve sevgili insanların kırılamayacak kadar özel ve ısrarcı dileklerinin bizi tanışmaya zorladığı o talihsiz günü, umuyorum hatırlarsınız. Hatırlamıyorsanız eğer, üzülmeyin: Ülkemizde hatta dünyada yaşayan binlerce insan, maalesef belleksizliğin içinde mutluluk bulan zavallılardır. Onlardan biri olabilirsiniz pekâlâ. Hatta daha sonra yaşanan olaylarla böyle biri olduğunuzu kanıtladığınız. O gün, belli başlı birtakım özelliklerinizden bahsederken, sizinle belki bir kez daha görüşebileceğim sonucuna varmıştım. Bu sonucu da bizi tanıştıran o muhterem insanlara bildirmiştim, tanışma günümüzün hemen akşamı. Gördüğünüz gibi son derece şeffaf, mantıklı ve nasıl desem olması gerektiği gibi davranmışım. Size olan saygımı korudum, sadece insan olmanızdan doğan bir saygıydı bu. Bence dünya üzerindeki en aşağılık insanlar bile, sadece insan oldukları için saygı duyulmayı hak ederler. Bu, birçoğu için minimum bir saygıdır. Herkesin doğumdan getirdiği bir haktır bu: İnsan olma hakkıdır. Daha sonra kişi, bu elde var bir değeri, yaptıklarıyla, yaşadıklarıyla, saygıdeğer tavırlarıyla arttırabilir. Size bir görüşme şansı daha vermeyi tercih etmemdeki neden, bu arttırmayı gerçekleştirebilmeniz için size ortam sunmaktı.
Peki, bu bulunmaz fırsat karşısında siz ne yaptınız? Hiçbir şey! Evet, kocaman bir hiçbir şey… O gün, gün batımında sizden ayrılırken telefon numaramı istediniz ki ben bile şaşırdım. Birlikte olduğumuz iki saat boyunca sizi bu denli kendime hayran bırakabileceğime asla inanamazdım. Sahip olduklarımın yarısını bile görmemiştiniz çünkü. Yine de sırf bu telefon numarası isteme şeklinizden dolayı, size bir şans vermeye hazırdım. Üzerinizde uzun uzun düşünmedim, daha sonraki görüşmelerde de sizi tanımayı ve size dair düşüncelerimi geliştirmeyi tercih ettim; çünkü önyargıya kapılarak sizi olumsuz değerlendirmek ve adaletsiz davranmak istemiyordum. Görüyorsunuz ya ne kadar adilim!
İzninizle yine şu noktaya dönmek istiyorum: O akşam eve varır varmaz beni arayan aramızdaki değerli ve sevgili insanlara size dair bu düşünce ve kararlarımı derhal bildirdim; ancak sizden hiçbir haber alamadım. Benim hakkımda ne düşünüyordunuz? Neler hissetmiştiniz? Nelere karar vermiştiniz? Bu sorular, hiç yanıtlanmadan öylece duruyordu kafamda. Yine de fazla dert etmedim; nasılsa beni arayacaktınız, nasılsa birkaç kez daha görüşerek bu soruları birlikte yanıtlayacaktık. Gelgelelim, sizden hiç ses çıkmadı. Beni aramak şöyle dursun, lütfedip hakkımda görüşlerinizi bu saygıdeğer insanlara bile bildiremeyecek kadar meşguldünüz. Eh, kadın olarak benim bu insanlara gidip de sizden haber sormam hiç de olanaklı bir durum değildi. Böyle bir şeyi duymaya bile dayanamam. Evet, yaşım geçmiş olabilir, bunca ilişkiden, evlenme niyetinden, tüm duygu ve onur kırıcı, ruh sıkıcı gönül oyunundan büyük bir hezimetle çıkmış olabilirim. On – on beş yıl önceki kadar genç ve güzel görünmeyebilirim; ama seçici durumda olan daima benim. Bu öncelik daima kadına aittir. Erkeklerin pek çok konuda öncelikleri ve imtiyazları vardır; bırakınız bu durum da bize ait bir hak olsun.
Beni bir kez olsun aramadınız ve aracılarımıza duygularınızı bildirmediniz. Bunun benim duygularımı, düşüncelerimi nasıl etkilediğini düşündünüz mü hiç? Ah nerde sizde o kadar incelik! İnce bir insan olmadığınızı o gün anlamıştım ben. Bana o gün hiç yol vermediğinizi fark ettiniz mi? Yaşamınız boyunca hiçbir kadına yol vermediğiniz, kapı açmadığınız için, bunun farkında da olamazsınız, değil mi? Konuşma arasında son derece anlamsız ve inceliksiz bir şekilde gelirimi sormanız, irkilmeme neden oldu. Beyefendi, böyle sorular elbette sorulabilir, bunları öğrenmek, evlenme kararının verilmesinde son derece önemlidir; buna hiç itirazım yok. Benim sıkıntım, bu soruyu öylesine, bir yere bağlamadan, fütursuzca sormanızdı. Ne kadar nezaketsiz bir tutum! Ben, bir çay içmek üzere oturduğumuz sahil çay bahçesinde, mesela denizin insanların onu kirletmek ve mahvetmek çabalarına karşın hâlâ nasıl da temiz ve mavi kaldığına dair düşüncelerimi söylemekteyim; o sırada siz, son derece ilgisiz bir yerde, “Ya evet! Siz nerede çalışıyordunuz? Maaşınız nasıl? Yan gelirleriniz nelerdir?” diye konuya hemen giriyorsunuz! Ben resmen gafil avlanmış oluyorum. Acımasızca, çok acımasızca! Onun yerine, mesela şöyle diyebilirdiniz: “Haklısınız, maalesef gelecek kuşaklara fazla bir şey aktaramayacağız böyle giderse. Aslında mesleklerimiz ne olursa olsun, hepimiz çevreci faaliyetlerde görev almalıyız. Siz bu tarz etkinliklere katıldınız mı hiç? Sahi, beni bağışlayınız, mesleğiniz neydi? Memnun musunuz peki? Çalışma şartlarından, maaş politikalarından filan...” Benden gereken bilgiyi aldıktan sonra da kendi gelir düzeyiniz hakkında bilgi verirdiniz. Böylece her şey nezaket çerçevesinde gelişirdi.
Ben nazik bir insan olduğum için, hesabı ödemeyi teklif ettiğimde hemen itiraz edip adisyon fişini elimden almanızı bekledim. Siz hiç oralı olmadınız. “Madem ısrar ediyorsunuz, ödeyin o zaman!” Bereket versin ki böyle şeylere çok fazla önem vermem. O anda, bunun da sizin anlamsız ve nezaketsiz sınava tabii tutma çabalarınızdan biri olduğunu düşündüm. Bunlardan birçoğunu sezmiştim aslına bakarsanız, ama garip bir ruh hali içinde, belki oyun olsun diye, hepsinden başarıyla geçmek istiyordum. Böylece ben sizin karşınızda başarı kazanmışken sizin benim gözümde düşüşünüzü izlemek daha da keyif verecekti bana. Hayır diyen ben olacaktım.
Tüm soğukkanlılığıma ve nezaketime rağmen, yine de beni çileden çıkartan sözler söylemeyi başardınız. Ne zaman mı? Hatırlatayım: Çayımızı içmiştik, hesabı ödemiştim. Bir süre sahilde dolaşıp bana göre son derece kısır ve sıkıcı olan sohbetimizi sürdürmüştük. Sonra sizden birkaç dakikalığına sahilin hemen paralelinde bulunan kasaba çarşısına uğrayabilir miyiz diye ricada bulunmuştum. Amacım bir gün önce siparişini verdiğim dergilerin gelip gelmediğini öğrenmekti. Beni kırmadınız, ama bundan da hoşlanmadınız açıkçası. Zira çarşı pazar gezmeyi sevmediğiniz her halinizden belliydi. İnsanları sıkmaktan çekinirim. En yakınlarımdan biri bile olsa, yine de onları bir şeylere zorlamam. Bu nedenle amacım sadece dediğim gibi birkaç dakika gazete bayiine uğramaktı. Öyle de yaptım. Sonra yine size bırakacaktım günün dümenini. Beklediğim dergiler gelmişti. Bir edebiyat, bir müzik bir de sinema dergisi. Ben neşe içinde dergilerin parasını öderken ve gazeteciye teşekkür ederken siz somurtmaya başladınız. Sonradan belli oldu asıl derdiniz. Bunlara bu kadar para verilir miydi? İnsanın yediğine içtiğine para harcaması normaldi de, bunlara ne gerek vardı? Haber almak istiyorsam televizyonda bir sürü program yok muydu? Bir de okumayla neden hem zamanımı hem de paramı tüketiyordum? Bunun yerine pekâlâ karşımdakini memnun edecek, onun gözlerini ve ruhunu okşayan bir bluz alabilirdim ya da insanları memnun etmek için yiyecekler alıp yemekler düzenleyebilirdim. Evet, evet biliyorum tam olarak bunları söylemediniz ama bunları satır aralarından okudum ben. O dakikadan sonra, yalnız kaba değil aynı zamanda kültürsüz bir mağara adamı olduğunuza hükmettim ve korkunç bir sessizliğe gömüldüm.
Sessizliğim yarar sağlamış olacak ki, kısa bir süre sonra –bana bile kısa gelmişti –benden sıkıldınız. Konuşacak bir şey kalmamıştı. Ayrılmaya karar verdik. İşte o anda, hiç beklemediğim bir biçimde gülümseyerek telefon numaramı istediniz. Yanıldığımı düşündüm, demek benden hoşlanmıştınız. Verdim, ama sizden numaranızı istemedim. Bundan çıkaracağınız sonuç şu olmalıydı: Siz beni arayacaktınız. Aslında ben sizi aramak istemiyordum da. Sadece az önce belirttiğim gibi, sizin anlamsız sınavlarınızı başarıyla geçmek ve sonra da yüzünüze “A demek başarılı oldum, ama siz sınıfta kaldınız, sonsuza dek elveda!” demek istiyordum. Sırf bu yüzden sizinle bir kez daha görüşebileceğimi bildirmiştim tanışmamıza vesile olan insanlara. Demek ki çok da adil değilmişim, ama zaten siz hak etmiyorsunuz bunu.
O akşamdan sonra bir daha beni aramadınız. Nedenini de belirtmediniz. Benimle ilgili duygu ve düşüncelerinizi söyleme nezaketinde bile bulunmadınız. Hay Allah! Ne diyorum ben? Siz kim, nezaket kim? En azından mesela “Bu kız, deli gibi para harcıyor, ben onun masraflarını karşılayamam.” diyebilirdiniz bizi tanıştıran arkadaşınıza. “Bana göre fazla kültürlü, akıllı, zeki, güzel” ya da “Beğenmedim, biraz topluca, sonra yaşı da bayağı ileriymiş, tamam ben de genç değilim; ama yine de daha genç bir kadın istiyorum”. Elbette toplum size bu hakları vermiştir. Bir erkek, kendisinden yaşlarca genç bir kadınla evlenebilir. Ne kadar çirkin ve sevimsiz olursa olsun, güzel ve sevimli bir kadınla birlikte olmasına kimse bir şey demez. Beni kızdıran böyle şeyler düşünmeniz değildi. Bu tarz düşünceler her ne kadar beni çileden çıkarsa da sizde olması muhtemel şeylerdi. Başka türlüsü beklenmezdi zaten. Bana bu konuda hiçbir şey söylememiş olmanıza sinirlendim ben. Belirsizlik, insanı çıldırtır. Nasıl davranacağınızı, nasıl yanıt vereceğinizi bilemezsiniz bir türlü. Olayı kontrol edemezsiniz, sizin dışınızda gerçekleşir bir şeyler ve sonuçta size zarar verir.
Sürekli o gün konuştuklarımızı düşünüyor, sözlerinizi ya da tavırlarınızı değerlendiriyordum; bir ipucu arıyordum. Çok zeki ve anlayışlı bir adam değildiniz, dolayısıyla bana derin anlamları olan şeyler de söylemediniz aslında. Hatta kendiniz hakkında hiçbir şey anlatmadınız. Hep bana sorular sordunuz. Belki benim de size sorular sormamı beklediniz. Ama ben soru sormam. Sormak tehlikelidir. Sorular, kişiyi sıkar. Özel bir noktaya temas etmiş ya da karşısındakini üzecek bir konuya bilmeden girmiş olabilir insan. Siz yaptınız mesela bunu: Babamı kaybettiğim kazayı en ince ayrıntısına kadar anlattırmıştınız bana. Dinlerken de şehevi bir zevk duyuyordunuz, yüzünüz adeta acı ile keyif karışımı bir duyguyla çarpılmıştı. Gözleriniz parlıyordu. Ah bilirim, bilirim sever insanlar böyle öyküleri. Babamla uzak bir köye minibüsle giderken önce nasıl da şakalaştığımızı, gülüştüğümüzü, sonra karşımıza çıkan o kamyondan kaçmak için zavallı şoförümüzün nasıl direksiyonu kırdığını, şarampole yuvarlanırken minibüsteki tüm yolcuların korku ve acıyla yankılanan çığlıklarını, korkudan donup kaldığımı ve henüz 13 yaşında olmama rağmen yaşamımdaki hiçbir şeyin bir daha eskisi gibi olmayacağını anlamamı bir bir anlattırmıştınız bana. Anlatmaktan zevk aldığımı, böylece rahatladığımı filan mı sandınız acaba? Öyle olsaydı bugüne dek binlerce defa anlattığım bu korkunç öykü, her sözcüğünde biraz daha ezmezdi yüreğimi, her geçen gün biraz daha derine sürüklemezdi babamın üzerime yığılan kanlı cesedi bedenimi.
Sizin hakkınızda hiçbir şey bilmiyordum. Aslında öğrenmek de istememiştim. Şimdi de oturmuş, sizin bu çıldırtıcı sessizliğinizden nasıl bir anlam çıkarmak gerektiğini düşünüyordum. Hakkımda olumsuz bir görüş beyan etmiş olsanız, “Tamam,” diyecektim “Bu görgüsüz ve kültürsüz adam için değmez.” Ancak siz lütfedip onu bile yapmadınız. Benimle apaçık alay ediyordunuz. “Seni kültürlü, çokbilmiş kız kurusu, ben şimdi seninle bir dalga geçeyim de gör gününü. Ne demekmiş öyle hesap ödemeler, gereksiz dergilere dünya kadar para vermeler... Bekle bakalım günlerce telefonumu da al boyunun ölçüsünü! Ne kadar kültürlü ve zeki olursan ol, ben bir erkeğim. Asla bana karşı gelemezsin sen! Boyun eğeceksin ve benim dediklerimi yapacaksın! Anladın mı beni!” Anlamıyordum. Anlayamıyordum. Belki de sorun bendeydi.
Telefonunuzu uzun zaman bekledim. Artık beni aramayacağınızı anlamıştım. Gururumu kırmıştınız. Olayı son bir kez evirip çevirmeye ve sonsuza dek sizi ve varlığınızı – ya da yokluğunuzu –diğerlerinin yanına gömmeye karar vermiştim. İşte bu mektubu o zaman yazmaya başladım. Kafamdaki tüm kuruntu ve takıntıları bitirmem gerekiyordu, yazmak bunun için en ideal yoldur. Fakat yazmaya başladığımda sizinle ilgili başka şeyler hatırladım. Daha önce hatırlayamadığım şeylerdi bunlar. Nedense unutmuşum. Pek garip! Mesela, o akşamüstü, gün batımında ayrılırken, telefon numaramı kaydettiğiniz anda, tekrar görmüştüm yüzünüzü. Yüzünüz iğrençti, kanla kaplıydı sanki. Boynunuzda ya da gömleğinizde bulunan ıslaklığın ter değil de kan olduğunu o anda fark ettim. Elimi sıkmak için elinizi uzattığınızda, parmaklarınızdan akan kanla irkildim. Elinizi sıkmamak için yüzünüze bakıp gülümsemeye çalıştım. Evimin çok yakınındaydık, sizi kahve içmeye davet edebilir miydim acaba?
Yüzünüzü bir kez daha gördüm. Şevkle kasıldınız. Bizimki gibi küçük bir kasabada, kızların bırakın bir erkeği evlerine davet etmesini, erkeklerle caddede yan yana yürümesi bile hoş karşılanmazdı. Bu nedenle en basit ihtiyaçlarınızı karşılamak için bile kente inmeniz gerekiyordu. Belki de sırf bu zahmetten kurtulmak için evlenmek istiyordunuz, kim bilir? Birden canlandınız. Gözleriniz daha da parladı. Amerikan filmlerindeki gibi, bir kahve içmeye gelecektiniz evime. Sonrası belki şarap ya da viski… Evet, viski daha uygun olur. Artık evlilik filan umurunuzda değildi. Bu dişi, belli ki sizden hoşlanmıştı, size evinin kapısını açmıştı. Eh siz de hoşlanılmayacak adam değildiniz hani! Sizden önce başka erkekleri de davet etmiş miydi acaba evine, kahve içmeye? Canım ne önemi vardı artık? Evlilik hikâyesi burada bitmişti. Böyle bir kızla evlenecek değildiniz ya! Onunla eğlenmek dururken... Siz erkektiniz, eğlenmenize izin vermişti toplum. Eh böyle yollu kızlar da vardı nasılsa!
Yol boyunca bana daha yakın yürümek istediniz, izin vermedim. Kan üzerime bulaşabilirdi. Yeterince kan vardı zaten, bir de sizinkiyle uğraşamazdım. Evime girerken çok dikkatli davrandınız, ne de olsa burası küçük bir kasabaydı. Sizin de burada saygın bir mesleğiniz ve yeriniz vardı, bir anlık heyecan için saygınlığınızı mahvedemezdiniz. Ben ise sizi iğrenerek izliyordum. Tüm giysilerinizin bedeninizden, çürümüş bedeninizden akan kana bulanmış olduğunu görüyor, benim nasıl olup da bu saate kadar bunu fark etmediğime hayret ediyordum. Tabii, aslında nedenini biliyordum: Gün ışığı. Gün ışığı göstermez gerçekleri, geceyi bekle, ay ışığı tüm korkunçlukları aydınlatır. Ay yükseldiğinde daha da korkunç görünecektiniz. O zamana kadar sizden kurtulmam gerekiyordu.
Kahvenizi ikram ettim. Arsız bir sırıtmayla kanlı ellerinizi mavi çiçekli fincanıma uzattınız. “Size burada yalnız yaşamak zor gelmiyor mu? Hırlısı var, hırsızı var. Sonra Anadolu’nun bir köşesinde, tanıdık yok, aile yok, eş dost az. İnsana bir soluk, bir can yoldaşı gerek.” dediniz. Oysa kafanızda sadece evimi bir uğrak yeri yapma düşünceleriniz dolaşıyordu. Ben görüyordum. Artık görüyordum. Çürümeye başlayan yüz derinizi görüyor, hava karardıkça beyninizin içindeki düşünceleri okumaya başlıyordum. Hatırı sayılı bir yudum aldınız kahvenizden, kahvenin neredeyse cam gibi olmuş sindirim sisteminizden geçişini izliyordum. Haklıydım. Ay çıktığında, hele de tam tepeye yükseldiğinde, en korkunç halinizle görünecektiniz. Siz, siz o canavardınız, o beni yıkan, yok eden, üzen, bu tanımadığım, bilmediğim yurt köşesine sürükleyen, kaçmak için elimden gelen çabayı gösterdiğim, ama asla başaramadığım canavar. İşte yine karşıma çıkmıştınız.
Kahveniz bitince, elimdeki tepsiyi kanlı fincanınızı koymanız için uzattım. Fincana bile dokunacak cesaretim yoktu. Hemen mutfağa girdim, tepsiyi bıraktım ve büyük bir ekmek bıçağı aldım. Oturma odasına döndüğümde, kapıya arkanızı dönmüş, oturur buldum sizi. Sabırsızlanmaya başlamıştınız. Bunu yaydığınız o iğrenç kokudan anlamıştım. Bu işkenceyi bitirmeliydim artık. Sessiz adımlarla size arkadan yaklaştım ve var gücümle, ama sessizce bıçağı ensenize sapladım. Daha derine sokmaya çalışıyordum. Sağa sola kanırtıp daha hızlı ve kesin bir ölüm olmasına uğraşıyordum. Ne olduğunu bile anlamamıştınız. Elinizi sanki bir şey ensenize çarpmış da tutacakmışsınız gibi kaldırmıştınız. Ama sonra kollarınız amaçsızca kalktı ve indi. Birkaç dakika sonra, koltukta kaykıldınız ve öylece kaldınız. Yüzünüze bakmaya cesaret edemiyordum. Daha da korkunç görünecektiniz. Korktum ve hemen odama kaçtım. Gece canlanıp da canımı yakmamanız için bütün gece elimde kanlı bıçakla nöbet tuttum.
Güneş doğar doğmaz, oturma odasına gittim. Bakın buraları bilmiyorsunuz, dinleyin koltukta öylece duruyordunuz. İçim birden sevinçle doldu. Canlanmamıştınız ve ben bu canavardan bir kez daha kurtulmuştum! Dün gece siz öldükten sonra benden şüphelenmesinler diye aracılarımızı da aramış ve gündüz yaptığımız her şeyi, hiçbir detayı atlamadan anlatmıştım. Tabii evde olanlar dışında. Şimdi işte öylece duruyordunuz karşımda. Güneş doğduğu için yüzünüz de dün geceki kadar iğrenç görünmüyordu; ama o kısık gözleriniz... Onlar kâbus gibiydi doğrusu. Hâlâ benimle alay ediyordunuz. “Beni öldürebilirsin,” diyordunuz “Ama erkekliğimi benden alamazsın, görüyorsun ya, ölüyüm ama hâlâ erkeğim.” Gözlerinizi kapamaya çalıştım, direndiler, kapanmadılar bir türlü. Kızdım, çok kızdım hemen sizi alıp içinde yaşadığım bu tek katlı evin bodrumuna götürdüm.
Madem kibriniz geçmiyor, alın işte size karanlık ve nemli bir zindan...
Yukarı çıktığımda hemen odayı temizledim. Yaşamımda ilk defa, pıhtılaşmış kan iğrendirmedi beni. Çok mutluydum, yine başarmıştım. Canavar bana sahip olamamıştı. Ertesi gün hiçbir şey olmamış gibi sizden telefon beklemeye başladım. Beni aramadınız, alay edercesine aramadınız. Ben de hesap sormak için sizi yukarıya, oturma odama getirdim tekrar. Epey çürümüşsünüz. Kötü de kokuyorsunuz; ama gözleriniz hâlâ yarı açık, bana alay eder gibi kibirle bakmayı sürdürüyorsunuz. Ne kadar çürürseniz çürüyün, o akşamki kadar iğrenç ve korkunç görünemezsiniz gözüme. Neyse, artık bir önemi yok. Bu iş, sonsuza dek bitti. Zaten kimse sizden haber alamadı. Yakında unutulacaksınız. Dilediğiniz kadar alay edin. Birazdan sizi yine bodrumuma götüreceğim. Orada kazma ve kürekle derin bir çukur açacağım ve sizi oraya gömeceğim. Daha önceden yok ettiğim diğer kanlı canavar bedenlerle beraber orada sonsuza dek çürüyeceksiniz. Yok olacaksınız.
Hiç var oldunuz mu ki zaten?