Sepya bir rüyaydı.
80’lerden kalma fotoğraflar gibi.
Sıcak, güneşli bir günde, belki de okulun son haftasındayız. Okul bahçesindeki örselenmiş, ardında bir banka reklamı olan yeşil boyalı bankın üstünde oturuyoruz. Nilgün’ün siyah önlüğünü beyaz, işlemeli bir yaka süslüyor. Kısa saçlarının tepesine dev bir beyaz kurdele tutturulmuş, dizlerine dek çekilmiş beyaz çoraplarının temiz beyaz ponponları var. Ben asla saçıma o kadar büyük bir kurdele taktırmazdım ve yaz gelince Aside halamın ördüğü dantel bir yaka takardım, daha serin tutar diye. Ama beyaz çoraplarım onunki gibi diz kapağıma kadar çekili. Ponponsuz…
En çocuk sesimle soruyorum:
− Canın acıdı mı?
Dilini damağına yapıştırıp cıklıyor. Başını da arkaya atıyor. Gülümsüyor ama. Fikri abinin dedikleri geliyor aklıma: “Anlamamıştır bile garibim!” Biraz da olsa rahatlıyorum.
İkimiz de bacaklarımızı sallıyoruz. Bir metronom ya da bir saat sarkacı gibi sallanıyor beyaz çoraplı ve siyah mokasenli bacaklarımız, aynı yönde. Hipnotik bir etki yapıyor bu sallanma.
Neden sonra geliyor aklıma:
− Seni kim öldürdü Nilgün?
Yine derin bir gülümseme… Ama gözlerinde hüzün yok. Sanki bütün acılardan azade bir ruh hali ile hiç yaşayamadığı çocukluğunu tadıyor yudum yudum.
Bacaklarımız sallanmaya devam ediyor. Gözlerim bacaklarıma dalıyor uzun uzun, biraz sonra başımı kaldırdığımda ise deniz kenarında bir yerde 20 yaşındaki Nilgün’ü görüyorum, pembe saten elbisesi içinde. Yine gülümsüyor, enikonu mutlu. Yanına gidiyorum:
− Haydi Nilgün, n’olur söyle kimin yaptığını!
Nilgün’ün yüzünde güller açıyor. Elbisesi renginde yanakları. Bu nasıl bir huzur! Ancak ölünce mi erilir buna? Sormak istiyorum ama ağzımdan tek sözcük çıkmıyor. Uzun etekleri, denizden gelen bir meltem ile havalanıyor. Ben o etekler içinde kayboluyorum.
Şimdi Nilgün’ün evindeyiz, oturma odasında. Gündelik koyu renkli kıyafetler var Nilgün’ün üstünde. Boynuna renklerini seçemediğim bir eşarp dolanmış. Eşarp sıkıyor boynunu, çıkarmak gerek, yoksa nefes alamayacak. Oğlununkine benzeyen ince parmakları eşarbın üstünde ama çekip alamıyor. Kaplan gibi atlayıp eşarbı çıkarmaya çalışıyorum. Tülbent, ince, lacivertli grili bir şey. Nasıl bu kadar direnebilir? Parmaklarımla yırtmaya çalışıyorum, ama yılan gibi dolanmış! Çıkmıyor! Ölecek kız! Yüzünde bir acı kasılması… Çıkmıyor!
Birden aşağı doğru düştüğümü fark ediyorum, tülbent bir bayrak gibi dalgalanıyor karanlık bir boşlukta.
Düşüyoruz!
Rüyaların ağzı dili bağlayan çaresizliği yüzünden bağıramıyorum bile. Sadece düşüyorum, gözlerimin önünde dalgalanan lacivertli grili bir eşarp!
− Diyorum ki karışmayayım, bakayım kendi başına bir şey becerebilecek mi? Ama yok! Bu kadar basit bir şeyi bile akıl edemedin! İlla gözüne sokmak lazım!
Gözlerimi açtım. Tanıdık bir ses ve ense kökümden sırtıma doğru inen aynı ürperme! Hemen doğruldum. Esra kitap kolilerinin üstünde bağdaş kurmuş oturmuş. Hayır, bu defa her şey benim kontrolümde olacak:
− Kaç gündür ne cehennemdesin sen Esra?
Hayalet, yüzünü ellerinin arasına almış, dirsekleri dizlerine emanet, oturuyor. Gözlerinde şeytani, zehirli bir pırıltı:
− Vay, özlendim demek!
Hiddet, akciğerlerimden nefes boruma doğru çıkmaya başladı:
− Bir sürü şey yaşadım bir haftadır, ama hayalet hanımımız ortalarda yok. Kime ne diyeceğimi şaşırdım. Fikri abiden başka konuşabileceğim kimse de yok. Kalakaldım böylece!
Esra gülümsüyor:
− Ağlama bebecik, geldi annen!
Yatağın kenarına, Esra’nın gözlerinin içine denk gelecek şekilde oturdum, sesimi annemin duyması ihtimaline karşı alçalttım:
− Kimsin sen Esra?
Gözlerinde hafif bir bulutlanma keşfettim. Yüzü ifadesizleşti. Cevap veremedi. Bilgisayar ekranında internet bağlantısı yüzünden donan bir görüntü gibiydi.
− Esra bana bak! Kim olduğunu öğrenmem gerek. Yoksa bu işe devam edemeyeceğim. Aslında kafamda bir şey var ama… Sen Fikri abinin ölen eşi misin?
Yüz iyice ifadesizleşti. Derin ve kısık bir sesle konuştu:
− Evet, kocama da Fikri abi diyorum. Allah’ın çatlağı… Az biraz mantık kur ya, az biraz!
Sinirden deliye döndüm:
− Ya gözünü sevdiğim, belki kimliğini gizlemek için böyle davranıyorsun? Belki benim ona Fikri abi diye seslenmemi garanti altına almaya çalışıyorsun? Ne bileyim ben!
Esra, dudaklarını sağ tarafa doğru gerdi:
− Değilim annem, ben Fikri abinin rahmetli karısı değilim. İçin rahat olsun. Zaten o iş de senin bildiğin gibi değil.
Merak yeniden bütün hücrelerime yayılmaya başladı:
− Ya nasıl?
Esra’nın tekinsiz gülümsemesi:
− Vakti geldiğinde öğrenirsin.
− Yok Esra, ben senin kim olduğunu öğrenmek istiyorum artık. Sherlock Holmes’un bir öyküsünde vardı: Başbakan, Holmes’ten uluslararası değeri olan bir mektubu bulmasını istiyordu. Holmes, mektupta ne yazılı olduğunu sorduğunda da devlet sırrı diye söylemiyordu. Holmes de diyordu ki: “Bakın sayın başbakan, olay zaten tek tarafı bilinmeyen bir şey, böyle olunca iki tarafı da bilinmiyor, bu da olayı çözülemez yapıyor.” Zaten katilin kim olduğunu bilmiyorum, bir de sen bilinmez olunca olayı neresinden tutacağımı şaşırıyorum.
Donmuş görüntü ifadesine devam:
− Olayı ortasından tut Asude. Dengeyi de bulursun o zaman! Çattık ya! Telefona bak!
Telefona mı? Dün Berrin’den yediğim azarın ardından kapamamıştım telefonu. Elime aldım, baktım ama bir şey yok! Mesaj bile… Tam o sırada çalmaya başladı alet.
− Asude abla merhaba Baturalp ben, rahatsız etmiyorum değil mi?
Deminki konuşma, Esra’nın kimliğini öğrenme kararlılığım filan, hepsi kuş olup uçtu:
− Asla rahatsız etmiyorsun! Olur mu öyle şey? Hayırdır, bir şey mi oldu?
− Aslında iki şey oldu. Konuşabileceğim kimse yok yanımda. Size anlatmak istedim.
− Elbette! Dinliyorum.
− Nereden başlayayım bilmiyorum. Babamı anlatayım ilk. İki gün önceydi, babaannem babam ve ben evi boşaltıyorduk. Babam satacak orayı. Annemin eşyalarını filan topluyorduk vermek için. Telefonu çaldı, babam da gitti içeride uzun uzun konuştu, sonra yanımıza gelip dedi ki fabrikada bir sorun çıkmış, Gebze’ye gitmesi gerekiyormuş. Kalktı gitti. O gece de dönmedi. Mesaj attı gelemiyorum diye. Sabah babaannem merak etti, aradık ama telefonu kapalıydı. Öğle oldu, hâlâ haber yok. Babaannem çıldırdı tabii. Fabrikayı aradım, orada değilmiş. Çıkmış gelmiştir diye şirketi aradım, yeni başlayan bir kız var santralde, sesimi tanımadı. “Cengiz Bey’in eşi vefat etti, yıllık izinde şu an, sizi başka bir arkadaşa aktarayım.” dedi. Kapadım hemen. Babaanneme “Yoldaymış, geliyormuş. Telefon çekmiyor herhalde” dedim. Sonra akşama doğru babam elini kolunu sallaya sallaya geldi. Geceyi nerede geçirdi, ne yaptı bilmem. Yani bilirim de işte… Emin olamam. Bu sabah kahvaltıda yarın akşam da fabrikaya gideceğini, hafta sonu orada kalması gerektiğini söyledi.
Ne Cengiz Mercan’mış be! Karısının ölüsü soğumadan sevgilisinin koynunda geceler geçirmeye başlamış bile. Dur beyim dur, ben sana daha neler edeceğim, sen dur:
− Tamam Baturalp, sen dert etme! Ben neler olduğunu öğreneceğim. Sana da bilgi vereceğim, İki şey diyordun, diğeri ne?
Baturalp bir an suskun kaldı. Derin bir nefes sesi duyuldu ardından. Kararsız çocuk devam etti:
− Şey Asude abla, polis annemin telefon kayıtlarına bakmış da… Aramalarında bizim bilmediğimiz iki numara var: Biri kullanılıp atılan geçici numaralardan biriymiş. Diğeri ise Çankırı Çerkeş’te yaşayan bir gıda mühendisine aitmiş. Cemil Değirmenci. Bana anlattığınız olay vardı ya, hani demir yoluna düşüp ölen çocuk. Onunla bir ilgisi olabilir mi?
Hoppala!
− Olabilir Baturalp, soyadları Değirmenci’ydi onların.
− Annem bu adamı birkaç kere aramış ama çok kısa. Adam hiç geri aramamış annemi. Ya neler oluyor Asude abla? Kafam çok karışık!
− Sakin ol Baturalp, sen zeki ve güçlü bir çocuksun. Bana verdiğin bu bilgiler altın değerinde. Biz bu işi çözeceğiz, güven sen Asude ablana!
Telefonu kapadım, gözlerimi yine Esra’nın gözlerinin içine diktim.
− Eee Asude abla, şimdi ne yapıyoruz?
− Önce elimi yüzümü yıkayıp kendime geleceğim, sonra izin verirsen bir kahvaltı edeceğim; malum ben, siz mukaddes hayaletler gibi yemeden içmeden yaşayamıyorum. Ardından bir sade kahve ve sigara eşliğinde şu eşarbın gizemini çözeceğim.
Kahvaltıdan sonra, rutin işlerimi bitirip kahve pişirmeye koyuldum.
− Anne! Kahve pişiriyorum! İster misin?
Annem, sokak kapısının önünde durmuştu:
− Yok, bana yapma! Şahika Hanım’a gidiyorum ben. Ramazan’dan önce son keyif kahvelerimiz…
Yüce bir güç Ramazan’dan önce bu işe yoğunlaşmam için bana yardım mı ediyordu neydi? Odamda fısır fısır konuşmayacak, sesime daha tehditkâr bir ton vererek sorunu çözecektim. Sigaramı ve kahvemi alıp balkona gittim, camekânları açtım, sigaramı yaktım ve telefonumun tuşuna bastım. Uzun uzun çaldı telefon, nihayet açıldı.
− Merhaba Asude Hanım, nasılsınız?
− Çok iyiyim Nur, sen nasılsın?
− Daha iyi olamazdım. Tatil için hazırlanıyorum. Akdeniz turu yapan bir gemide yer ayırttık annemle.
− Öyle mi? Şimdiden iyi tatiller! Seni gitmeden yakaladığıma memnun oldum. Konuşmamız gereken bir şey var.
Kısa bir süre sustum, bir şey düşünüyormuş gibi yaptım:
− Nur, bu konuştuğumuz hat, güvenli mi?
Sessiz kalma sırası Nur’daydı. Birkaç saniye sonra cevap verebildi:
− E… Evet. Ha.. Hayırdır Asude Hanım?
Nur’un bu özelliğini pek severim. Kolay etkilenir.
− Dinle Nur! Öncelikle bana karşı dürüst olmanı rica edeceğim. Çünkü her şeyi biliyorum ve inkâr etmenin bir anlamı yok. Benimle iş birliği yaparsan herkes için en iyisi olur. Sonuçta ülkenin önde gelen ailelerinden birinin kızısın.
− Beni korkutuyorsunuz.
Oh, kuzucuk şişe geçti:
− Korkman değil, dürüst olman kurtaracak seni Nur. Geçen hafta, seninle ve arkadaşın Azra ile karşılaşmıştık, hatırlıyorsundur. İşte o gün, beni camide gördüğünüzü ama yanıma gelmediğinizi söylemiştin. Doğru, değil mi?
− Evet, biz Osman amcanın cenazesine…
İçten içe güldüm:
− Şimdi aslında Orhan amca diye düzeltirdim ama gerek yok. O an üzüntü ile fark edemedim, sonradan hatırladım ki o gün avluda iki cenazenin de üstünde yemeni vardı. Hangisinin Nilgün’e ait olduğunu anlamak için ikisinin de yanına gitmiştim. Nilgün’ünki grili lacivertli, diğeri de yeşilliydi.
Karşıdan ses çıkmadı:
− Nur, beni anlıyorsun değil mi? İkisi de kadın cenazesiydi. Dolayısıyla senin Osman ya da Orhan amcanın cenazesi olamazdı hiçbiri.
Yine bir sessizlik:
− Bununla nereye varmaya çalışıyorsunuz, anlamadım.
Evet, şimdi tüm kartları açmanın zamanı geldi:
− Nilgün bir cinayete kurban gitti Nur. Belki bilmiyorsundur, biz ilkokuldan beri arkadaşız. Şu anda soruşturmayı sürdüren komiser bir başka sınıf arkadaşımız. Ondan duyduğum kadarıyla olayın Azra ile bir ilgisi var. Azra’yı Nilgün’ün eşi ile görenler var. Başka birçok şey de var ama bunları sana açıklamam doğru olmaz. Hatta bunları bile söylememeliydim, sonuçta komiser arkadaşımı zor durumda bırakıyorum. Ama eski asistanımsın ve seni severim. Ailen hükümete yakınlığı ile tanınıyor, belki sorunu hemen çözerler ama senin onlarla olan ilişkin bozulur. Bir de sosyal medyanın bu kadar güçlü olduğu bir dönemde durum muhalefetin diline düşerse… Biliyorsun, çamur at izi kalsın hikâyesi…
Gardı düştü, çıkacağı tatil bile onu neşelendiremezdi artık:
− Ne yapmamı istiyorsunuz?
Artık istediğim her şeyi yaptırabilirdim:
− Sorularımı doğru bir şekilde cevapla. Soru bir: O gün neden cenazedeydiniz? Soru iki: Azra nerede? İstediğin sorudan başlayabilirsin.
− Bir dakika…
Hızlı adımlamaların sesi geldi. Belli ki çevresinde birleri vardı ve onu duymalarından çekiniyordu. Yeterince uzaklaştığını düşündüğünde dökülmeye başladı:
− Asude Hanım, inanın benimle ilgisi yok olayın. Herhalde biliyorsunuzdur, Azra’nın dayısı babamın otuz yıllık şoförü. Karısı da evimizin kâhyasıdır, hizmetçilere filan göz kulak olur. Burada bizim evin müştemilatında yaşıyor bu insanlar. Ailemizden biri gibiler. Azra ile beraber büyüdük biz. Babam okuttu, işe soktu onu. Amerika’da bir mastır programına gitmek istedi, amacı orada kalmak. Ama babam “Sana mis gibi iş bulduk; çalış, kazan kendin karşıla masrafını.” dedi.
Malumun ilanı:
− Bunları biliyorum Nur, dahası polis de biliyor. Benim sorularımı cevapla lütfen.
− Babam ona büyük bir iyilik etti. İyiliğin karşılığı bu olmamalı Asude Hanım. Hayal bile edemeyeceği bir eğitim hayatı oldu.
Biraz sertleştirdim sesimi:
− Neden cenazedeydiniz Nur?
Yine kısa bir sessizlik… Ardından ağlamaklı bir sesle devam etti:
− Azra çok ketumdur, bize detayları hiç anlatmadı. Sadece bir burs bulduğunu söyledi. Evdeki herkes de çok sevindi tabii. Ama ben inanmadım. Kim, ne için veriyor durduk yerde bu bursu? Bir akşam oturup konuştuk. Dergide Nursen Hanım’ın asistanı olarak başlamıştı işe. Ama orada milletin işine karışıp delirtmiş kadını. Millet salak, bir o akıllı! Neyse, Nursen Hanım bunu reklam bölümüne vermişti. Orada birkaç firma ile görüşmüş. İnsanlarla yemeğe çıkmış, gece eve gelmedi filan. Amerika’ya gidebilmek için her şeyi yapar, günahı boynuna! Üstelik üniversiteye başvurup kabul bile almıştı. Ne cesaret, değil mi? Uçak bileti hazırmış. Parayı nasıl bulduğunu sorduğumda dedi ki: Bir reklam veren firmanın bir açığını yakalamış bir şekilde. Yemin ederim nasıl yaptığını anlatmadı. “Bilmemen daha iyi, ateşle oynuyorum; Amerika’ya gidince bütün bunlara değecek.” dedi.
Gözyaşlarını sildiğine eminim. Ses iyice çatallandı.
− Sonra bir gün geldi, bir cenazeye gideceğini, onunla gelmemi istedi. “Öldüğüne emin olmam gereken bir kadın var.” dedi bana. Başka da bir şey söylemedi, iki gözüm önüme aksın. Cenazeye gittik, bir köşede insanları izledik. Herkesin yüzüne dikkatle baktı Azra. Sonra cenaze namazı sırasında da çıktık camiden. Kahve içmek için oturduğumuzda sordum: “E, şimdi ne oldu?” diye. Güldü, “Ölmüş kadın, eminiz artık.” dedi.
Evet, bu cinayetin resmen Azra ile bir ilişkisi vardı:
− Peki, Azra nerede şimdi? Onunla konuşmak istiyorum.
Bir hıçkırık duyuldu:
− Azra Pazartesi günü Amerika’ya gitti.
Nasıl ya?
− Şimdiden mi gitti?
− Orada bir iş bulmuş, öyle dedi. Bir süre çalışıp ortama uyum sağlamak ve İngilizce pratiği yapmak istiyormuş. Eylül’de de okula başlayacakmış. “Oraya gidip düzenimi kurayım, haber vereceğim size.” dedi.
Bu ne ya? “Almanya’ya gidip bir düzen kurayım, sizi yanıma aldıracağım.” der gibi.
− Varmış mı gideceği yere?
Kısa bir soluklanma anı tanımak gerekiyor tabii, ama çok kısa… Uydurmasına fırsat vermemek gerek.
− Telefon etmedi ama Facebook güncellemesi yapmıştı. Oradan mesajlaştık. Gitmiş ama yurt kapalı olduğundan bir hostele yerleşmiş.
Geçmiş olsun, kuş kafesten uçtu!
− Peki Nur, teşekkür ederim. Bana dürüst davrandığına eminim. Sen şimdi güzel güzel tatiline çık. Bu arada Azra seninle iletişime geçerse bu konuşmadan hiç bahsetme! Hatta sen kimseye bahsetme bundan. Madem olayın sizinle bir ilgisi yok, polis de bunu kısa sürede anlayacaktır. Bu tatil iyi olmuş, bir süre ortada olmazsın, ben de sizi cenazede gördüğümü söylemem. Bundan sonrasını polis halleder. Dediğim gibi benim derdim sensin. Senin başına bir iş gelmesin.
Bir hıçkırık sesi daha geldi:
− Çok teşekkür ederim Asude abla… Ah size hep böyle seslenmek istemiştim, ama resmî ortam tabii. Yoksa içinizdeki o sıcacık insanı hep görmüştüm ben. Artık bizi bağlayan resmî bağlar da yok. Size dilediğim gibi seslenebilirim. Merak etmeyin, hiç kimseye bir şey söylemeyeceğim. Azra’ya hiç… Hatta gerekirse iş birliği de yaparım polisle.
“Abla!” Yerler senin ablanı. Şımarık zengin bebeği.
Telefonu kapadım ve plastik sandalyeye bırakıverdim kendimi. Karşımda yeniden beliriverdi Esra:
− Yalanın bini bir para… Komiser sınıf arkadaşı… Eh, neler öğrendik şimdi? Bir toparla bakalım.
Gözlerimi açık olan pencereden dışarı diktim:
− Azra’nın çenesini sıkı tutma konusunda Nilgün’den aşağı kalır yanı yok maşallah. O da bir sır küpü. Benim anladığım, bu kız Amerika’ya gitmeyi fena halde kafaya takmış. Nur, bunun için her şeyi yapacağını söylüyor. Bazı firmaların sahipleri ile yakınlaşmış, yemeğe gitmiş hatta belki geceyi onlarla geçirmiş. Amacı özellikle evli olan adamlara şantaj yapmak olabilir. Görüştüğü adamlardan biri de Cengiz Mercan. İlkay öyle dedi ki İlkay’a güvenirim, iş yaşamını iyi takip ederdi. Ayaklı bir kim kimdir rehberidir kendisi.
− Herkesi tanımasına imkân yok, ayrıca evlerine gittin gördün, tamam güzel bir semtte ama öyle lüks bir yaşamları yok Mercanların. Cengiz Mercan orta halli bir adam, çok tanındığını düşünmüyorum. Firma da Amerikan bağlantısına rağmen ufak bir yer. Tamam, İlkay tanıyor olabilir ama… Kız büyük oynuyor.
Bu sağlam bir çürütme olmuştu. Ama benim de bir argümanım vardı:
− Cengiz Mercan’ın bir başka ilişkisi vardı, o kadına da bir ev tuttuğuna eminim. Masrafı fazladır mutlaka. Üstelik Baturalp prestijli ve pahalı bir okuldan mezun olmuş, şu anda da özel bir üniversitede okuyor, belki bursu vardır ama yine de eğitim pahalı bir iş.
Esra tatmin olmamıştı:
− Haklısın, eğitim pahalı bir iş ve Cengiz Mercan’ın Amerika’da bir mastırı karşılaşacak parası yok.
− Yani diyorsun ki Azra’nın şantaj yaptığı kişi Cengiz Mercan değil.
Esra başını iki yana salladı. Peki, o zaman bu kızın bu adamla ne işi vardı? Birden kafamda yine ufak bir şimşek çaktı:
− Dur bak, şuna ne dersin? Azra, Cengiz Mercan’ın ilişkisini öğrendi. Adamın çalıştığı ya da bağlantıda olduğu bir firma ile ilgili bir açık da keşfetti. Sonra Cengiz Mercan’a gidip “İlişkini karına söylememi istemiyorsan firma ile ilgili sırlara ulaşmama yardım et.” dedi.
İkimiz de açık camdan dışarı, mavi gökyüzüne bakıyorduk. Sanki zihnimi açmıştı bu mavilik:
− Cengiz Mercan bu sırları sağladı. Kız gidip firma kiminse ona şantaj yaptı, kirli çamaşırları ortaya dökülsün istemeyen eleman da parayı verip kızı yurt dışına yolladı.
Delici yeşil gözleri üstümde hissettim:
− Peki, Nilgün neden öldü?
− Az bir sabredersen anlatacağım. Belki firma sahibi duruma uyandı, Cengiz Mercan’a kızdı. Mafya bağlantısı bile olabilir. Adamı ortadan kaldırmak istediler ama iş seyahatine gidiyorum diye sevgilisine giden kocası yerine Nilgün öldürüldü. Belki de hedef Nilgün değil.
Bakışlar delici ve ürkütücüden ölü balık konumuna geldi:
− Mantıklı, peki ya Nilgün’ün Cemil Değirmenci ile görüşmesini nasıl açıklıyorsun?
Açıklayamıyordum. Esra’nın bir senaryosu vardı:
− Belki de çözüm çok basit: Nilgün, bir şekilde eski sınıf arkadaşı ile karşılaştı. Onunla arasında beklenmeyen bir şey gelişti. Cengiz Mercan bunu öğrenince çok kıskandı ve birini tutup onu öldürdü.
Şimdi sıra bendeydi:
− Peki, o zaman Cengiz Mercan’ın Azra ile görüşmesini ve Azra’nın Nilgün’ün cenazesine gelmesini hem de “Öldüğüne emin olmam gereken bir kadın var.” diye gelmesini nasıl açıklı…
Yine o aydınlanma anı. Yalnız başımı değil, vücudumu da Esra’ya doğru döndürdüm:
− Galiba olayı çözdüm. Bu kız Amerika’ya gitmek istiyordu. Bunun için bir adamla yatmayı, birine şantaj yapmayı, hatta cinayet işlemeyi göze almıştı. Cengiz Mercan bunu bir şekilde öğrendi, kıza karısını öldürmesini önerdi. Azra da yaptı bu işi. Ne de olsa Nilgün hastaydı. Zaten ölecekti, ha bir yıl önce ha bir yıl sonra… Azra gözünü kırpmadan öldürdü Nilgün’ü. Kız ile Nilgün arasındaki ilişkiyi kimse bilmiyor. Bilmediğin şeyden şüphelenemezsin.
Yeniden delici ve ürkütücü bakış konumu. Sözcüklerin üstüne basa basa konuştu:
− Unuttuğun bir şey var: Cengiz Mercan’ın Azra’yı Amerika’da okutacak parası yoktu. Nasıl yolladı kızı oraya?
Ben de en tekinsiz bakışlarımı diktim Esra’nın gözlerine:
− Belki de yollamadı.
Ölü balık konumu:
− Nasıl?
Gözlerimi ayırmadım:
− Bir miktar parayı gözden çıkarıp –epey bir miktar tabi- kıza uçak bileti aldı. Sonra da evden ayrılacağı gün belki de “Seni havaalanına bırakayım.” diye arabasına aldı ve sessiz bir yerde işini bitirdi.
Ölü balıktan meraklı kedi konumuna geçiş yaptı Esra’nın yeşil gözleri:
− Nur görüşmüş kızla. Buna bir açıklaman var mı?
− Görüşmemişler, Facebook’tan mesajlaşmışlar. Şifreyi kırsa ya da ona bile gerek yok, telefonunu alsa Azra’nın hesabına girer, oradan istediğini yazar. Sonra da telefonu atar.
Esra dudaklarını “aşk olsun” der gibi kıvırdı. Hafif bir takdir gülümsemesi gördüğüme yemin edebilirim ama ispatlayamam:
− Valla bravo. Peki, bunu nasıl kanıtlayacaksın?
Gülümsedim:
− Bu kız hakkında en sağlam bilgiyi kimden alırım biliyor musun? Bir insanı en iyi kim tanır?
Dudaklarını bilmiyorum der gibi kıvırdı:
− Ailesi mi?
−Yanlış! Bir insanı en iyi kavga ettiği patronuna soracaksın. Ayrıca Nursen insan sarrafıdır.
Hemen Nursen’e bir mesaj yazmaya başladım.
− Bu hafta Paris’e gideceğini söylemişti. Bakalım ne zaman dönecek? “Sevgili Nursen, sana çok ihtiyacım var. İstanbul’a dönünce beni arar mısın? Konu senin eski asistanın Azra ile ilgili ve düşünebileceğinden çok daha önemli.”
Telefonu yeniden masanın üstüne bıraktım.
− Nursen’den ne öğrenebileceğini düşünüyorsun?
Sokratik sorgulama metoduna geçti Esra. Ama o böyle deyince benim de kafam karıştı. Gerçekten ne soracaktım Nursen’e?
− En azından kişiliği hakkında bilgi alırım, nereye kadar gidebileceğini öğrenirim.
Delici ve ürkütücü bakış konumu:
− Buradan zaman kaybı gibi görünüyor. Kadın dergi grubunun başında değil mi? Tonla işi vardır, işe yeni girmiş bir asistanla mı uğraşacak?
− Ama kavga etmişler. Bence Azra ile ilgili çok şey öğrenirim ondan.
− Öyle diyorsan… Neyse, telefona bak sen!
Masanın üstünde duran telefona baktım, bir şey yok yine. Ama elime alır almaz çalmaya başladı:
− Merhaba Fikri abi, nasılsın? Nasıl gidiyor ailevi meseleler?
Hafif bir cızırtının ardından sesi geldi Fikri abinin:
− Bitti çok şükür! Dönüş yolundayım. Bir yol üstü lokantasındayım şu an. Hem iki lokma bir şey yiyeyim hem de arabanın motoru soğusun dedim. Külüstüre yüklenmeye gelmez.
− Afiyet olsun.
− Sağ ol! Arkadaşının otopsi raporu gelmiş.
− A, zaten gelmemiş miydi?
− Ya, ölüm nedeni belliydi ama detaylı rapor sonra gelir. Sağ ol gözüm, söylemesi ayıp çöp şiş istedim de.
− E Fikri abi, ne diyor detaylı rapor?
Bir lokma alıp çiğnediğini duyabiliyordum:
− Senin kız hastaymış, hem de çok hasta…
Bilmediğim bir şey söyle:
− Evet, annesinin ölümüne neden olan hastalık onda da başlamış. Ortak bir arkadaşımızın dayısı Nilgün’ün doktoru, ondan öğrendim.
Beklediği tepkiyi göremeyince şaşırdı tabii bir miktar:
− Abla, bazen senin her şeyi bildiğini, sırf zevk için beni işe koştuğunu düşünüyorum.
Çok da haksız değildi. Olayı çözmüş olabilirdim:
− Olur mu öyle şey be! Ortak arkadaşlar var, onlardan öğrendim. Neyse Fikri abi, asıl ne oldu bak: Nilgün’ün oğlu Baturalp beni arardı. İki önemli haber verdi. Birincisi babası ile ilgili. Cengiz Mercan fabrikaya gidiyorum diye evden çıkıp gece başka yerde kalmış. Çocuk işyerini aramış, yıllık izinde olduğunu söylemişler.
− Hassiktir! Neredeymiş peki pezevenk?
− Onu bilmiyorum, ama Cuma akşamı, yani yarın için, yine “Fabrikada işim var, hafta sonu Gebze’de kalacağım.” demiş. Nereye gideceğini öğrenebilir miyiz?
Kısa bir sessizlik anı. Düşünme alameti olmalı:
− Öğreniriz. Yarın sabahtan bir avukat arkadaşla işim var, öğlen biter ama yine de uzaması ihtimaline karşın oğlan biraz oyalasın babasını. Telefonumu filan da ver. Bana adres yollasın. Bana bak, sonra çözülmesin çocuk! Bizimle iş birliği yapar değil mi? Başımıza iş almayalım?
− Yok, çok zeki! Babasının bir ilişkisi olduğunu biliyor. Bana da güveniyor. Yardım edecektir.
− Öyle diyorsan öyledir. İkincisi?
− İkincisi... Biz ilkokuldayken bir arkadaşımızın kardeşi demir yoluna düşüp banliyö treninin altında kalmıştı. Hatırlarsın belki, otuz sene önce. Nilgün, o arkadaşımızla görüşmüş birkaç kez.
− Ne var bunda ya? İnsan ilkokul arkadaşı ile görüşür.
− Evet ama otuz yıldır görüşmediği biri ile… Emin olamadım.
− Adam nerede? Onu da takibe alalım istersen?
− Alamazsın, Çankırı’da.
− Aman, ondan bir şey çıkmaz. Sosyal medyada filan buluşmuş bir merhaba demek için aramıştır.
− Sosyal medya kullanmıyormuş Nilgün.
− Tamam, gerekirse adamı arar, konuşuruz. Hatta sen konuşursun, ne de olsa sınıf arkadaşısın. Ama dediğim gibi ondan bir şey çıkmaz. Cengiz Mercan’a odaklanmak lazım bence.
− Onunla ilgili olarak kafamda iki senaryo var. Bu Azra’dan bahsetmiştim sana, hani Cengiz Bey’le görüşen asistan kız. Cengiz Bey’den çalıştığı ya da bağlantıda olduğu şirketlerden birinin açığını öğrenmeye çalışıyor olabilir, şantaj yapmak için. Amerika’da bir mastır programından kabul almış, para gerekiyor tabii.
Kısa bir sessizlik daha:
− Sana Cengiz Mercan’ın çalıştığı şirketin kime ait olduğunu söyledim mi ben?
− Yok, söylemedin.
Sessizlik, bir hışırtı sesi, muhtemelen bir defter ya da kâğıt hışırtısı:
− Amerikan şirketi ama bazı ürünlerin üretimini burada yapıyorlarmış, bazıları da ithal tabii. Büyük ortak Bülent Ertura diye bir adam. Diğer ortaklar ufak hisseli; Süleyman Akbala, Neşet Nuri Mayacı… Anam!
Panik oldum:
− Abi n’oldu?
− Kızım, bu şirkette hissesi olan biri daha var. Hem de epey bir hissesi var: Sami Cihangir!
Al gözüm seyreyle!
− Hangi taşı kaldırsak bir Cihangir çıkıyor altından.
Fikri abi çabuk toparlandı:
− Tamam, onu bir kenara koyalım şimdi, önce şu Cengiz Mercan’ın derdini öğrenelim.
− Ben de şu Azra meselesini dürteyim biraz. Eski patronu Nursen iyi arkadaşımdır. Ondan bir görüşme talep ettim. Bakalım bir şey öğrenebilecek miyim?
− Eyvallah, bilgi ver bana da! Haydi, çocuğa telefonumu vermeyi unutma!
− Tamam abi, dikkatli sür.
Olanları Esra’ya anlatmak için başımı kaldırdım ama arkadaş yine havaya karışmıştı. Kafam karışıyordu onun bu gelip gitmelerinden. Tam Esra ile ilgili çözümsüz düşüncelere dalacaktım ki telefon yeniden çaldı, arayan Nursen’di:
− Asu, hayırdır neler oluyor? Azra seni rahatsız mı etti yoksa?
Hayda!
− A, yok! Öyle değil. Anlatacağım her şeyi de… Sen Türkiye’de misin?
− Sabah geldim, mesajı görünce şaşırdım. Senin ne işin var o cehennem kraliçesi ile…
Demek Esra yanıldı, Nursen uğraşmış epey Azra ile. Ona isim bile takmış:
− Nursen’ciğim, böyle telefonda olmaz. Bana zaman ayırabilir misin? Ciddi şeyler oluyor.
− Tabii ki ayırırım, yarın toplantılarım var ama Cumartesi Ataşehir’de bir kahvaltıya davetliyim. Yeni bir mekân, bir gurme yazısı yazacağım. İşim 12.00 gibi biter. Sana da yakın değil mi oralar?
İsterse uzak olsun!
− Yakın, yakın. Beyaz İnci Pastanesi vardı orada. Park yeri sorunu da olmaz. Orada bir kahve içelim.
− Biliyorum orayı, olur. Ama Cumartesiye kadar meraktan ölürüm ben Asude? Biraz ipucu ver bari?
− Vereyim, iş çok ciddi: Bir cinayet soruşturması geldi kucağıma düştü.
Sesinde endişe ile şaşkınlık birlikte halay çekiyordu:
− Aman diyeyim Asude! Karışma öyle işlere… Memleket manyak dolu!
− Çok geç, karıştım bile. Ama merak etme, soruşturmayı ben yapmıyorum. Sadece dışarıdan gözlemliyorum.
− Tek başına bir şey yapma ama sakın. Tehlikeli işler bunlar. Görüşürüz cumartesi.
Telefonu kapatıp arkama yaslandım. Kahvem iyice soğumuştu, bir sigara yaktım.
Evet, zor bir dönem geçiriyorum. Ama hâlâ yanımda olan, bana destek veren, her ihtiyacım olduğunda zaman ayıran birileri var.
Bana iyi gelen birileri…
DEVAM EDECEK.