Kapılar

Yazan: Ayşen Erdöl
Hafif bir kasılma hissetti. Ruhu, en ince damarlarına kadar çekiliyordu sanki. Nefesi kesilir gibi oldu, hafif bir inleme ile gerilen dudakları, istemsiz bir şekilde büzüldü. Artık bedenine laf geçiremiyordu. Parmaklarını oynatmak istedi, başaramadı. Duyguları, düşünceleri, beklentileri, merakları, güdüleri, sevdikleri, bildikleri, ağladıkları, güldükleri, endişelendikleri, önce bedeninde sessiz ve hareketsiz bir şekilde tıkalı kaldı, sonra da acısız bir biçimde dışarı aktı.
 
Ruhunun yansıması, bedeninin yansıması gibiydi aslında. Renkli bir gölge gibi ayağa kalktı, geride kalan bedene baktı. Yüz, garip bir acı ile büzülmüş, eller ve ayaklar, külçe gibi yığılmıştı. Sırtüstü yatan zavallı beden, ürkütücü bir “kabuk” gibi görünüyordu. Bedeninin başucuna geldi. Yüzü özellikle incelemek istiyordu. Geniş alında hiçbir kırışıklık yoktu. Göz kapakları, boş göz çukurlarını örten koyu kahverengi kadifeden bir örtü gibi görünüyordu. Uzunluğu ile övündüğü kirpikler, birer fırça gibi duruyordu göz kapaklarının ucunda. Her zaman gül kırmızısı olan yanaklarda, şimdi ağır bir beyazlık hâkimdi. Burun, hâlâ yüzün en mağrur parçasıydı. İnce pembe dudaklar, iyice büzüşmüş, çene hafifçe düşmüştü. Gördükleri hiç hoşuna gitmedi. Bu ürkütücü ve ruhsuz kabukta tek beğendiği şey, bir iki hafta önce özenle kestirdiği ve koyu sarıya boyattığı saçları oldu. Daha fazla bu kabuğa bakmak istemiyordu. Moralini bozuyordu bu görüntü. Hemen sırtını döndü. Döner dönmez kabuğunu bıraktığı mekândan tamamen koptu.
 
Derin mavilikte bir süre yürüdükten sonra, altın varaklarla süslenmiş, geniş bir kapının önünde durdu. İki kanatlı, altın rengi parlak kapı, göz alıcı kapı tokmaklarına sahipti. Işığı yansıtmaktan ve görenlerin gözlerini kamaştırmaktan zevk alan bir mağrurluğu vardı. Üzerinde enfes işlemeler, nakışlar bulunuyordu. Şaşkın şaşkın kapıyı inceledi, önce kasa bölümündeki küçük resimlere baktı. Bunlar melek ya da küçük çocuk resimleriydi. Gülümsedi. İnsanlar neden melekleri küçük çocuklar olarak düşünürlerdi acaba? Çocuklar masumiyetleri ile tanıdıkları, meleklerin de imgelemlerindeki en masum varlıklar olması gerektiğini düşündükleri için mi? Olabilir. Belki de çocuklarının melekler kadar güzel olduklarına inanıyorlardır. Bu da mümkün. Resimlerin ellerinde herhangi bir şey yoktu. Sadece kasa üzerinde boşlukta uçuşuyor gibi görünüyorlardı. Kanatları da yoktu. Belki tasvir edilemeyecek kadar küçük kanatları vardır meleklerin. Kapı kanatlarında ince çiçek ve bitki tasvirleri yapılmıştı. Kapı devasa bir mücevhere benziyordu.
 
Parlak tokmakları parmak izleri ile kirletmekten çekiniyordu. Fakat sonra hatırladı ki, artık parmak izleri yok, şimdi o sadece bir yansıma, renkli bir ruh yansıması… Uzandı, garip bir haz ve heyecanla tokmaklara değdi, kanatlar önünde açılıverdi. Altından bir zemin gözlerinin önünde uzandı. Karanlıktı, ama o içeri adımını attığı anda, birden aydınlandı çevresi. Odayı hayran hayran izlerken de altından kapılar ardında kapanıverdi. Anladı, dönüş yoktu artık.
 
Altın zemin, sade ve dümdüzdü. Duvarlar, altın rengi ve kırmızı işlemelerle bezenmişti. Altın rengi fon, kırmızılar ise çiçek süslemeleri için kullanılmıştı. Dev pencerelerden süzülen güneş ışığına baktı bir süre. “Güneş benimle birlikte mi girdi içeri acaba?” diye geçirdi aklından. Öyle ya, içeri girmezden evvel, nasıl da karanlıktı oda. Şaşırdı, şaşkınlığını dindirecek bir yanıt bulamadı. Öte yandan çevresindeki her şey dikkatini dağıtıyordu zaten. Altın kapılara paralel duvarda bulunan altın şöminenin çevresi garip şekillerle süslenmişti. Şöminenin sağ tarafında pencereler vardı, hepsi ağır kırmızı üzerine sırma işlemeli kadife perdelerle bezenmişti. Filmlerde gördüğü ilkçağ mobilyaları ile kuşatılmıştı dört bir yanı. Arkalıksız uzun kanepeler, altın iskelet üzerine kırmızı kadifemsi kumaşlarla kaplanmıştı, yüksek ayaklar üzerinde altın tepsiler konmuştu sağa sola. Şöminenin sol tarafında ise duvar uzanıyordu. Bu bölümde sadece altın varaklarla süslenmiş bir boy aynası vardı. Yavaşça aynaya doğru süzüldü. Yansıma olduğunu biliyordu, ama hâlâ aynada yansımasının olup olmadığını merak ediyordu. Aynanın tam karşısına geldiğinde, ilk önce hiçbir şey göremedi. Tam düş kırıklığı ile geri çekilecekken, birden garip bir müzik duydu. Vurmalı, telli, üflemeli birkaç eski zaman çalgısı ile yapılan bir müzikti bu. Farklı bir temposu vardı. Ağır aksaktı, bir ilahiyi hatırlatıyordu. Müziğin nereden geldiğini anlamaya çalışırken, aynaya kaydı gözleri. Kendini gördü. Kırmızı, omuzları açık bir elbise vardı üstünde. Etekleri yere değiyor, geniş yenleri ellerini örtüyordu. Göğüs üstünde, kol yenlerinde ve etek uçlarında sırma işlemeler yapılmıştı. Beline altından bir kemer takılmıştı. Eteklerine dokundu, kaldırdı. Ayaklarına baktı. Ayakkabı yoktu ayaklarında. Sadece sol ayak bileğinde işlemeli kalın bir halhal bulunuyordu. Saçları da kısa değildi, bir hayli uzundu, atkuyruğu yapılmıştı. Tokalarını görmeye çalıştı, evet, tahmin ettiği gibi onlar da altındandı. Kendini aynada uzun uzun seyretti. Çok beğendi. Makyajsızdı gerçi ama çok canlı ve güzel görünüyordu. Bir süre müziğin ritmi ile sağa sola salındı, tekrar kendini izledi, tekrar çok beğendi. Altın tokalar ve halhal dışında hiçbir takı yoktu üstünde. Buna rağmen, bakışları hülyalı, teni temiz ve parlaktı. Küçük bir kız çocuğu gibi hissediyordu kendisini. İçindeki kasvet silinip gitmişti, oradan oraya zıplıyor, neşeyle eteklerini savura savura dans ediyordu. Sonra bir an merak etti, bu altın tepsilerde duran billur kadehlerden bir şey içmek mümkün müydü acaba? Aslında ne susamış ne de acıkmıştı. Yine de sırf merakından tepsilerden birine yaklaştı, elini billur kadehlerden birine götürdü, kadehi aldı. Bu durum, yine çocuksu bir sevince boğdu onu. Ağır aksak ilahinin temposu ile kadehi kaldırdı. Pencerelerden gelen ışığa doğru tuttu. Bir kez daha gördüğü şey karşısında hayretten donakalmıştı. Kadeh, küçücüktü. İçinden köpüklü deli akarsular geçiyormuş gibi parlak ve derindi. Uçlarında ve kadeh ayaklarında altın çizgiler vardı. Çok hafifti. Kadehi incitmekten korktu. Onu dikkatle ağzına götürdü, kadehin içindeki yeşile çalan sıvıyı kokladı, üzüm kokuyordu. Dudaklarını yavaşça kadehe değdirdi. Kadehi biraz kaldırdı. Evet, içebiliyordu. Minik kadehin içinde, yeşil üzümden yapılma bir çeşit şıra vardı.
 
Kadehi yerine koyduğunda, hoş bir ferahlama hissetti. Ardından çevresindekileri daha iyi incelemeye koyuldu. Uzun kanepelere baktı ilk önce. Evet, kırmızı parlak kumaşla kaplanmışlardı. Ayakları, iskeletleri, kolçakları hep altın varaklarla süslüydü. Çok rahattılar. Bu koltuklardan birine uzandığında, uzanabildiğini keşfetmenin verdiği hazla, bilmediği ezgiye parmaklarıyla eşlik etmeye başladı. Birazdan yeniden kalktı, işlemeli dev bir mücevhere benzeyen şömineye baktı. Bitki motifleri göz alıcıydı. İçinde şimdi fark ettiği küçük bir ateş yanıyordu ve ateşe dokunabildiğini gördüğünde, gözleri iri iri açıldı. Elleri yanmamıştı, sadece yoğun bir sıcaklık hissetmişti. Gördüğü her şey ne kadar büyüleyiciydi.
 
Başını kaldırdığında, aynanın arkasındaki duvarda bir kapı gördü. Az önce de orada bir kapı var mıydı? Gördüğü şeyler dikkatini fazlaca mı dağıtmıştı da fark edememişti onu? Yoksa sonradan mı ortaya çıkmıştı? Çekinerek, bilinmeyene doğru birkaç adım attı. Yine iki kanatlı bir kapı… Diğeri kadar görkemli değil. Daha da yaklaştı. Kasası koyu renkli bir ağaçtan yapılmıştı. Kanatlarında kırmızı kadife kumaştan dolgu kaplamalar vardı. Tokmakları bakırdandı. Odanın güzelliğine hayran kalmıştı, ama bu kapının ardındakileri de merak ediyordu. Dönüş yoktu, biliyordu ama yeni ve farklı şeyler keşfetmek istiyordu. Altın salona baktı, ardından hızla süzülerek kapının bakırdan tokmaklarına dokundu. Kapının kanatları ardına kadar açıldı.
 
Yine bir karanlığa doğuyor gibiydi güneş. Işık onu mu takip ediyordu yoksa karanlığı aydınlatan kendi görme gücü müydü, bilemedi. Ürkek adımlarla içeri girdi. Bu defa ilkinden daha geniş bir odadaydı. İlk dikkatini çeken geniş pencerelerdi. Bu salonda da pencereler bir duvarı boydan boya kaplayacak kadar büyüktü. Tam dört pencere saydı. Parlak bir gün ışığı doluyordu içeriye. Pencereler, hafif bir tül perde ile örtülmüştü. Ayrıca yanlarında asılı duran ağır kumaştan renkli perdeler bulunuyordu. Kapıya en yakın pencerenin perdesi mordu, üzerindeki sırma işlemeler, usta işiydi. İkinci pencerenin perdesi, lila rengindeydi. İşlemeleri biraz daha açık sarıydı, ama kusursuz görünüyordu. Üçüncüsünün perdesi maviydi, açık, parlak, neşe veren bir mavi. İşlemeleri gümüşiydi. Dördüncü pencere, yeşil perdelerle donatılmıştı, işlemeleri gümüşten eğrilmiş ipliklerle yapılmıştı adeta. Perdeler, kıpırtısız ve düzenli görünüyordu. Başını çevirdi, çünkü pencerenin önünde başka hiçbir şey yoktu, kapının sağ tarafına ve tam karşısındaki duvara bakmak üzere döndü. Sağ tarafta geniş bir yatak bulunuyordu. Hemen yatağa doğru yürüdü. Bu, geniş bir yataktı. Sedir ağacından yapılmaydı. Baş ve ayakuçlarından yukarı doğru yükselen dört adet ahşap kol, ahşaptan bir perdeyi tutuyordu. “Olağanüstü!” diye düşündü. Ahşap, kumaş gibi uçları yuvarlanarak kesilmişti. Koca tahta işleme, sanki yatağın üstünde duran şık, koyu renkli, hafif bir kumaş gibi görünüyordu. Onu tutan kollar da bu usta işlemeden nasibini almış, adeta birer heykel gibi şekillendirilmişti. Başucundaki kollardan biri, küçük, sevimli bir cüceydi, diğeri denizkızı motifi ile biçimlenmişti; ayakucundaki kollardan biri, parlak pulları olan balık, diğeri kurnaz bakışlarla gülümseyen bir tilkiydi. Cücenin sivri şapkasında, denizkızının göğüslerine, balığın kuyruğuna ve tilkinin boynuna yeşil renkli kalın ipler bağlanmıştı. Yatak da yeşil saten bir örtü seriliydi. Tam ortasına parlak yeşil satenden geniş bir yastık konmuştu. Çekinerek bu güzel yatağa oturdu. Çok yumuşak ve rahattı. Sonra yatağın yan tarafında bulunan iki komodine kaydı gözleri. Aynı ahşaptan yapılmış olmasa, bu yatağın komodinleri olduklarına inanamazdı. Yatak, ne kadar süslü ve güzelse, komodinler de o kadar sade ve gösterişsizdi. Birinin üstünde yeşil porselen bir gece lambası olmasaydı, daha da zavallı görüneceklerdi. Ne bir çekmece, ne oyma ne işleme… Çırılçıplak, zevksiz ve sadece işlevsel iki odun sehpa… İşte onda çağrıştırdıkları şeyler bunlardı.
 
Yatağın hemen dikeyinde, kapının paralelinde bulunan duvarda boydan boya bir gardırop bulunmaktaydı. Gömme bir gardıroptu bu. Yatakla aynı ağaçtan yapılmaydı. Hemen önünde alacalı bulacalı bir kumaştan yapılma, uzun bir puf bulunuyordu.
 
Tam dolapta neler olduğunu merak etmişti ki, birden bu odaya girdiği kapının kapanmamış olduğunu gördü. Demek, dışarı çıkabilirdi. Gerçekten de ardında kadar açık olan kapı kanatları, az önce içinde bulunduğu altın salonun tüm görkemini gözler önüne seriyordu. Çok sevindi. Salondan gelen müzik sesi, tekdüzeliği ile kulağını tırmalamaya başlamıştı. “Keşke başka bir şey çalsa!” diye düşündü. Düşünmesiyle de müziğin değişmesi bir oldu. Şimdi ilkel, tuşlu bir çalgı ile neşeli bir melodi yayılıyordu odalara. Çok şaşırdı. Onun isteği ile mi oluyordu burada her şey? Bu harika odalar, lezzetli içecekler, neşeli müzikler, onun emrine mi verilmişti? Olabilir miydi bu? Çıplak ayaklarını odanın ahşap zemininden yatağın üstüne çekerken bu düşüncelerin verdiği keyifle çocuksu bir mutluluğa kapıldı yeniden. Oysa ne kadar da endişelenmişti! Böyle olacağını nerden bilebilirdi? Bedenini o halde ilk gördüğünde ve altın kapı ardından kapandığında çok ürkmüştü. Geri dönemeyeceğini bilmek, yüreğini sızlatmıştı; ama şimdi hiç korkmuyordu. Öyle ki, dönmesi gereken yerin neresi olduğunu bile unutmuştu. Gerçekten de o nereden gelmişti? Neydi, kimdi? Kendisi ile ilgili tüm bilgiler, bir anda uçup gitmişti kafasından. Kimliği ile beraber tüm korkuları, hüzünleri ve endişeleri de gitmiş, yüreği sadece sevinç ve mutluluklara kalmıştı. Huzur buydu demek!
 
Biraz daha içmek istedi üzüm suyundan. Gözlerini kapatıp tadını düşündü. Gözlerini açtığında ise irkildi, tam önünde, havada duruyordu kadeh. Yavaş yavaş o narin güzelliği eline aldı. Sanki onu düşünce gücüyle çağırmıştı ve kadeh de itaat ederek gelmişti havada süzülerek. “Ne güzel yeteneklerim olmuş benim.”diye düşündü hayretle. “Ateşte yanmıyorum, çıplak ayakla yürüyorum ama beni mutlu eden hafif bir ürperti dışında üşümüyorum, istediğimde müziği değiştiriyorum, bir şeyler içmek istesem kadehler ayağıma geliyor.”
 
Neşeyle kadehten bir yudum içti. Sonra sırf meraktan onu boşluğa bıraktı. Kadeh, hiç kıpırdamadan havada duruyordu. Gözlerine inanamadı. Yatağa uzandı, ilkel tuşlu çalgıya bir flüt eşlik etmeye başlamıştı. Bu şarkıyı bilmek ve söylemek istedi, ama çok yorulmuştu. Şaşırmaktan ve sevinmekten bitkin düşmüştü. Demek hâlâ yorulabiliyordu. Keyifle, tasasız bir şekilde yatağa iyice yerleşti. Son zamanlarını hatırladı, tasa ile uyuyamadığı geceleri düşündü. Yaşamış mıydı gerçekten o üzücü şeyleri? Yoksa hepsi basit rüyalardan mı ibaretti? İster yaşanmış olsun, ister düş, artık geride kalmıştı. Şimdi, şu an ve bundan sonrası vardı.
 
Gömme dolaba takıldı gözleri yine. Orada ne olduğunu gerçekten çok merak ediyordu. Üstündeki gibi şık ve güzel elbiseler olmalıydı büyük olasılıkla. Gözleri, yatağın üzerindeki ahşap gölgeliğe kaydı. Karanlık ve sakindi ahşap. Aniden, ahşabın köşesinde bir yerden, bir çift kırmızı gözün baktığını gördü. Gözlerini kapatıp açtı, kırmızı ışıltı kaybolmuştu. Deminden beri hissettiği derin huzurda bir gedik açılmıştı. Huysuzlanarak doğruldu. Yastığı heykel biçimli kollardan birine dayamak istedi, oturur şekilde dinlenecekti. Başını çevirdi, çevirmesiyle beraber az önce gördüğü kırmızı bakışları, cüce heykelinin gözlerinde yakalaması bir oldu. İrkilerek yatağın ayakucuna geçti. Tekrar cüceye bakmaya cesaret edemiyordu. Başını yine dolaptan yana çevirdi. Anlaşılan yatakta ona huzur yoktu. Kalktı, hızlı adımlarla dolaba doğru koştu. Tam ulaşmıştı ki, bir şeyler yeniden ürküttü onu. Dolabın önündeki uzun pufa oturdu. Bir süre dolabı seyretti.
 
Dolap toplam dört kapıdan oluşuyordu. Kapılar, ikişer ikişer eşleşmişti, böylece ortada birbirine bakan kapılar yüzünden çift dolap varmış gibi görünüyordu. Sedir ağacından yapılmıştı kapılar. Merak iyice baskın geldi. Yavaşça ayağa kalktı, ellerini yataktan yana olan dolap kapısına doğru uzattı.
 
Kapılar açılır açılmaz, bir güç onu içeri doğru çekti. Düşmeye başladı. Orada, dolabın içinde tam anlamıyla bir boşluk hâkimdi. Dayanılmaz bir uğultu doldu kulaklarına. Taş duvarlar, küf kokuyordu. Acıyla haykırmak, yardım için bağırmak istedi, yapamadı. Düşüyor, düşüyor, düşüyordu. Burnuna gelen iğrenç küf kokusu ona kötü anıları hatırlatıyordu, üzüntüleri, sıkıntıları, vesveseleri, endişeleri, korkuları onunla birlikte düşüyordu. Şimdi baş edemediği sorunlar tam arkasında, ardı sıra mutsuzluk ve utanç veren anılar var, yaşanmış acılar, tasalar hemen yanlarında, bilinmeyene duyulan korku ve öfke… Hepsinin arkasından geldiğini görebiliyor. Başını geriye çevirip sadece onlara bakıyor, aşağı bakarsa daha da korkacak, düşmesi hızlanacak. Yine de çarpacağı korkunç zemini görmesi gerek, nelerle karşılaşacağını bilmeli! Evet, şimdi zorlama bir cesaretle aşağıya bakıyor, bakmasıyla da gözlerini elleri ile kapatıyor. Bağırmak istiyor, ama bağıramaz, nefes alamaz, yardım isteyemez. Biraz daha sakinlediğinde parmaklarının arasından kaçınılmaz kaderine bakıyor; yaşlı bir kadın, yapayalnız, çirkin, sessiz sedasız, kimsesiz… Kimse ile konuşmuyor, öylece oturuyor sadece. Konuşmadan, gülüşmeden, mutsuz yaşıyor, ölümü bekliyor. Düşüş daha da hızlanıyor, daha da korkunç bir batağa saplanıyorlar, o ve yaşlı kadın. Birazdan acı gerçekle karşılaşılacak. Birazdan sert zemine çarpıp paramparça olacak, birazdan…
 
Bir şangırtı duydu, irkildi, yerinden fırladı. Yatağın saten örtüsü üzerinde yüzüstü yatıyordu. Hemen kalktı. Gördüğü bir rüya mıydı? Peki ya o şangırtı? Yatağın hemen yanında, ahşap zeminde billur kadehin parçalarını gördü. Az önce havada bıraktığı üzüm suyu kadehinin… Yataktan kalktı, kırıklara ve üzüm suyuna basmamaya çabalayarak odanın ortasına doğru yürüdü. Başını dolaplardan yana çevirdiğinde, bir kez daha çığlık atmak istedi, ama yine sesi çıkmadı. Dört kapak da ardında dek açıktı ve arkalarında sadece küf kokulu bir karanlık görünüyordu. Eteklerini tutarak çevik adımlarla kapıya doğru yürüdü, kapı açıktı, ama onun da ardında bir karanlık vardı şimdi. Altın salondan müzik nağmeleri de gelmiyordu artık. Oraya adım atmaya cesaret edemedi.
 
Pencerelere doğru yürümeye başladı. Duvarın en sonunda bulunan yeşil perdeli pencerede bir şey dikkatini çekti. Bu, aslında bir pencere değildi, bahçeye çıkışı sağlayan camdan bir kapıydı. Çekingen ama çevik adımlarla o tarafa doğru yürüdü. Tüllerin arasından cam kapının parlak gümüş tokmaklarını gördü. Kapı tümüyle camdandı, ama nedense arkasındakini göstermiyordu. Sadece parlak bir gün ışığı sızdırıyordu. Bu tekinsiz bir durumdu, ama başka çaresi yoktu. Orada hiç değilse ışık vardı. Bu odada kalamazdı daha fazla. Gümüş tokmaklara dokundu, cam kanatlar ardında kadar açıldı. İlk etapta gözleri ışıktan kamaştı, ellerini gözlerine siper etti. Biraz sonra çevresindekileri seçmeye başladı. Tahmin ettiği gibi bu kapı bir bahçeye açılıyordu. Beyaz taştan merdivenler, geniş bir veranda oluşturmuştu. Son basamaklarında yeşil bitki örtüsü başlıyordu uçsuz bucaksız gibi görünen bir bitki örtüsü. Dallarını göğe doğru uzatmış ulu ağaçlar vardı ya da gelişmekte olan daha yenileri. Çiçekler, renk renk, cins cins öbeklenmişti. Pembe karanfiller, kırmızı güller, güzel kokulu fuller, hanımeliler, sağda solda mağrur bir biçimde bir araya gelmiş laleler… Havada taze ve serin bir bahar kokusu…
 
Huzur, yeniden gelmişti içine. Şimdi kulaklarına hafif bir lavta sesi geliyordu. Bu sese eşlik eden periler, en tiz tonlarda şarkılar söylüyorlardı. Sözsüz şarkılardı bunlar. Neşe ve huzur veren şarkılar… Yüreği bir bahar neşesi ile dalgalandı. Çiçeklere dokundu, ama koparmaya kıyamadı, çimlerin üzerinde çıplak ayakla koştu. Şarkı söylemek istedi, yapamadı. Bilmiyordu zaten perilerin dilini. Derin derin havadaki baharı kokladı. Lavtanın sesi ile coştu. Koşuştururken bir saka kuşu gördü. Küçük, şirin bir kuştu bu. Onun havada kanatlarını hızlı hızlı sallayışına hayran kaldı, o da uçmak istedi. Birden hafifledi, çok hafifledi. Tüm ağırlıkları kaydı gitti. Kollarını kaldırdı; evet, artık ayakları yerde değildi. Periler korosu, heyecanını kutlar gibi neşeli notalar söylüyordu şimdi. Kollarını iki yana açtı, kanat gibi çırpmaya başladı. Komik görünüyor olmalıydı. Kendi haline güldü. Sonra havada döndü, taklalar attı. Neşesine diyecek yoktu.
 
Havada süzülerek çevreyi daha da iyi tanımaya karar verdi. Çiçeklerin doyumsuz kokusu ve güzel görünümü, ağaçların keyifli gölgesi, uçsuz bucaksız kırların huzur dolu görünümü… Her şey ona sonsuz bir mutluluk veriyordu. Bir süre ilerledikten sonra fark etti, cam kapıdan dışarı çıktığında, binaya bakmayı akıl edememişti. Başını geriye doğru çevirdi, ama orada hiçbir şey göremedi. Altından salon ve ürkütücü yeşil yatak odası, kırların enginliğinde yitip gitmişti. Bir daha orayı göremeyeceğine üzüldü, ama ürkütücü dolaptan kurtulduğuna da pek sevindi. Yoluna devam edecekti. Ne de olsa artık kuşlar kadar özgür ve mutluydu. Bir kır dolusu yaşam vardı çevresinde. En çok istediği şeye sahipti: Huzura.
 
Yoluna bir ırmak çıktı. Az önce billur kadehte gördüğü ırmaktı bu. Yeşil sular, köpüklenip kabarıyordu kıyılara çarparak. Su o kadar berraktı ki dibindeki renkli taşlar, minik balıklar görünüyordu. Irmağın iki tarafında ağaçlar diziliydi. Bazılarının yaprakları suya eğilmişti. Yemiş zamanı değildi besbelli, hiçbirinin üstünde meyvesi yoktu, bununla beraber çiçeklenme başlamıştı.
 
Irmağa doğru süzüldü. Bu güzel suya dokunmak, onunla ıslanmak istiyordu. Ayakları yeniden yere değdiğinde hızla bir kıyısına gitti ırmağın. Hemen biraz su aldı eline, yüzüne çarptı. Suyu ve ıslaklığı hissedebiliyordu. Bir sesle irkildi. Sol kulağının dibinde bir perinin sesini duymuştu. Bilmediği bir dilden, acıklı bir türkü söylüyordu peri. Birazdan başka periler de katıldı ona. Hüzünlü nağmeler onu etkilemişti. Başını suya eğdi, yansımasını gördü, gözleri dolmuştu. Bir damla yaş, ırmağın yeşil sularına düştü. Elini gözlerine götürdü. Demek ağlayabiliyordu hâlâ. Yansımasına bakarken yabancı bir varlığın yansımasını da gördü. İrkilerek başını kaldırdı. Bir kayık vardı karşısında. Tümüyle beyaza boyanmıştı. Kenarlarında mavi boyadan balıklar, denizkızları, yelkenliler resmedilmişti. Kayığın üstünde mavi bir gölgelik bulunuyordu. Baş ve kıç tarafından birer ahşap direk tutuyordu gölgeliği. Kayığın içinde biri siyah diğeri beyaz iki genç kız vardı. Siyah olanı, tüm saçlarını özenle örmüş, sarı boncuklar takmıştı. Üstünde beyaz üzerine sırma işlemeli, kısa eteklikli kolsuz bir elbise vardı. Beyaz olan, upuzun siyah saçlarını rüzgâra salmıştı. Onun da üzerinde siyah üzerine sim işlemeli bir elbise vardı. Bu iki güzel genç kız, onu kayığa davet ediyordu. Önce nasıl ulaşacağını bilemedi, ama biraz sonra uçabildiği geldi aklına. Hemen havalandı ve süzülerek kayığa kondu.
 
Genç kızlar ona gülümsediler. Kayığın içinde bulunan, tahta benzer beyaz kumaş kaplamalı bir koltuğa oturttular. Onlarla konuşmak istedi, ama yapamadı. O an anladı ki, eşsiz yeteneklerle donatılmıştı ama konuşma yetisini yitirmişti. Sesi yoktu artık. Sessizce kabullendi bu gerçeği. Tahta oturdu, genç kızların uzun beyaz küreklerle kayığı hareket ettirmelerini izledi. Hafif akıntı, onları fazla yormadan ırmak boyunca götürüyordu kayığı.
 
Biraz sonra, ırmak kenarında yaşayanların evleri göründü. Kentte mimari anlamda tam bir kaos hakimdi. Belirli bir plan yoktu. Devasa ağaçların altında ahşap ya da taştan güzel, küçük evler yapmışlardı insanlar. Kendileri de uçsuz bucaksız yeşillikte, güzel kokulu çiçekler ve bitkilerle mutluydular. Halk, bu eşsiz bahçeye yayılmıştı. Üzerinde kısa elbiseler olan genç kızlar lavta, lir çalıyorlardı, güzel sesli delikanlılar aşk şarkıları söylüyorlardı. Pirinç ciğerli üflemelilerden doğu ezgileri duyuluyordu. Çocuklar koşuşturarak oynuyorlardı. Kadınlar, erkekler meyveler yiyor, tunç kadehlerde şaraplar içiyorlardı. Burası neresiydi? Ah keşke konuşabilseydi! O zaman genç kızlara sorabilirdi nerede olduğunu. İstediği her şeyi yapabiliyorken, hatta havada süzülüp uçabiliyorken, konuşamıyor olması ona garip geliyordu. En azından denemesi gerektiğine karar verdi. Tahtından kalktı, hafif adımlarla, adeta uçarcasına beyaz olan genç kızın yanına gitti. Kız onu görünce gülümsedi. Bunun iyi bir fırsat olduğunu düşündü, hemen ağzını açtı ve bir şeyler söylemeye çalıştı. Genç kız, panikle ona engel olmak istedi. Ellerini engeller gibi ağzına götürdü, müthiş bir korku aktı kızın gözlerinden kendi gözlerine. Ama artık çok geçti. Birden çevredeki tüm insanlar yitip gitti, sadece kayık kaldı ortada. Beyaz olan genç kız, acı ile sarsıldı, kayığın kenarına tutundu. Beline dek uzun kapkara saçları, uçlarından kızıllaşmaya başladı. Ateş kırmızısı, yüzüne doğru yayıldı. Her yeri ürkütücü bir ateş sardı, parlak, coşkulu, yakıcı ve boğucu. İki kızın da kavrulmasını ve erimesini dehşetle izledi. Onlara yardım edemiyordu. Son bir çaba ile ateşten bir yumağa dönüşen bedenlere elini uzattı. O anda parmakları alev aldı. Acı duymuyordu, ama yanıyordu işte! Tüm bedeni alevler içindeydi artık. Bağıramıyordu bile. Korkulu tüm beklentileri birer birer geçti gözlerinin önünden. Çirkin masal yaratıklarına dönüşmüşlerdi, tiz çığlıklar atarak çevresinde oynuyorlardı. Halka oldular, yalnız, yaşlı ve zavallı bir kadının çevresine dönmeye başladılar. Bu arada o, yanmayı sürdürüyordu. Elleri, ayakları, bedeni yandı, kül oldu. Saçları tutuştu yüzü eridi, gözleri ateşe karıştı en son. Çirkin masal yaratıkları, yaşlı kadının çevresinde bağrışmaya devam ediyorlardı. Aralarından biri -şu çirkin ve gözsüz dişi varlık, cüce, uzun yağlı saçlarını savura savura dönen yaratık- en tiz çığlığını atarken diğerleri sustu. Yaşlı kadın, kulaklarını tıkadı. Çığlık, inceldi, inceldi, inceldi… Sonunda bir peri kızının sesi ile birleşti ve sözleri kayıp hüzünlü bir türküye dönüştü. Türkü, kırları çevreleyen karlı dağlarda yankılandı. Irmak kenarındaki ağaçlar, ezgiye dallarıyla eşlik etti. Su, hafifçe dairesel bir şekilde dalgalandı.
 
Gözlerini küçük bir kayıkta açtı. Bir balıkçı kayığıydı bu. İçinde küreklerinden başka bir şey yoktu. Hemen doğruldu ve ellerine baktı. Parmakları sapasağlamdı. Eğildi, sudaki yansımasını dikkatle inceledi. Rüya mı görmüştü gene? Temkinli hareketlerle kayığın içinde oturdu. Hafif bir akıntı onu götürüyordu. Biraz sonra, hafif bahar yelinde yapraklarıyla şarkı söyleyen ağaçlar geride kaldı. Uzakta, ufuk çizgisiyle birleşmiş gibi görünen beyaz bir köprü fark etti. Yol, köprünün o kadar da uzakta olmadığını kanıtladı az sonra. Irmağın iki yakasını birleştiren dev bir kapıydı bu. İki kıyıya değen ayaklar granittendi. Kapının alınlığı mermerden yapılmıştı. Granit ayakların mermerle birleştiği yerde birer tane büst vardı. Dikkatle baktı büstlere. Biri beyaz uzun saçlı, diğeri siyah örgü saçlı bir kıza aitti bu heykeller. Rüyasında mı görmüştü onları? Tanıdık bir şey vardı, ama çıkaramıyordu bir türlü. O, bu düşüncelerle dalmışken, sağ kulağına değen bir ezgi ile tekrar irkildi. Bu defa daha pes bir ses, huzurlu bir türkü söylüyordu ona. Rahatladı. Yitirdiği huzuru türkünün melodilerinde aradı. Şimdi bu devasa mermer kapıya korkmadan bakabilirdi. Büstlerin neşeyle gülümsediklerini fark etti. O da gülümsedi. Kapının mermer alınlığı çarptı gözüne. Yeşil –mavi mozaiklerden bir yazı vardı üzerinde. Okumaya çalıştı, ama ışık o kadar keskindi ki yapamadı. Harfleri tanıyor, ama onları bir araya getirip anlamlı bir sözcük elde edemiyordu. Kendini çok zorladı, kayığı akıntının eşliğinde mermer kapının altından geçene dek denemekten vazgeçmedi, ama başaramadı. Kapı ardında kalınca, arkaya dönüp görüntüsünü kaybedene dek izlemeyi sürdürdü.
 
Irmak, artık mavi bir nehre dönüşmüştü. Böyle amaçsızca gitmekten sıkıldı. Karaya çıkmak istedi. Kayık, düşüncelerine itaat edercesine durdu. Hafif bir şaşkınlık evresinden sonra, kayıktan çıktı ve havalanarak karaya ayak bastı. Yürümeye başladı. Yeşil çimenlerin üzerinde yalınayak yürümenin güzelliğini hissetti doya doya. Ağaçları, kuşları, kelebekleri izledi küçük bir çocuğun saflığıyla. Şarkı söyleyen perileri dinledi, hoş kokulu çiçekleri kokladı.
 
Kafasında yaşanmışlıklarına dair bölük pörçük anılar vardı, onları toparlamaya çalıştı, ama hiçbirinden bir bütün elde edemedi. Bütünlük diye bir şey kalmamıştı; sanki her şey parçalara ayrılmıştı. Sorular, beyninde bir karışıklık yaratmıştı. Binlerce peri, aynı anda garip bir türkü söylüyordu. Dilini bilmediği bu evrende, dilsiz kalmıştı. Yanıtlarını bilemediği sorulara ulaşamıyordu. Düşlere sarılmış gibiydi.
 
Ansızın önünde rengârenk elbiseler giyinmiş bir grup kız belirdi. Elbiselerinin renklerini çiçeklerden almışlardı. Uzun saçlı, pamuk tenli masal prenseslerine benziyorlardı. El ele tutuşmuş dans ediyorlardı. Yanlarına iyice yaklaştığında, bu neşeli gruba katılmak istedi, ama kızlar birden danslarını kestiler. Gülümseyerek ona baktılar. İçlerinden biri, kırmızı karanfil, gül ve lalelerden dizilerek yapılmış bir kolyeyi boynuna taktı. Güzel kokular yayıyordu çiçekten kolye, elbisesine de çok uymuştu. Yüreği yeniden mutluluk doldu. Kolyeyi ona veren kızın ellerini tuttu. Başka türlü nasıl teşekkür edebileceğini bilmiyordu. Bir süre el ele kaldılar. Kız, gülümsüyordu önceleri, sonra başını eğdi. Ellerini bırakma zamanı gelmişti demek. Kızı serbest bıraktı. Hemen arkasında duran bir diğer kız, kırmızı gelinciklerden örme bir taç taktı başına. Ona da gülümseyerek teşekkür etti.
 
Kızlarla birlikte yürümeye başladı. Kızlar da onun gibi havalanıp uçabiliyorlardı. Kendini onların yanında hoş bir rüya bulutu içinde hissediyordu. Kaç tane olduklarını saymaya çalıştı, bu defa sayılarını kaybetmişti, yapamadı. Sonunda vazgeçti, bu güzel kızlarla dans ederek, havalanarak neşe ve huzur içinde ilerlemeyi sürdürdü.
 
Kızlar, hiçbir uyarı yapmadan durdular. Orada, birkaç adım ötelerinde, bir tümseğin üstünde beyaz demir ayaklı, mermer bir masa vardı. Kızlar, büyülenmişçesine masaya doğru uçtular. Arkalarından gitti. Masa, mor damarlı bir mermerden yapılmıştı. Üstünde ya da yanında hiçbir şey yoktu. Kızlar masanın etrafında dizildiler. O da yanlarında durdu. Çiçekten kolyeyi veren kız, hemen yanında duruyordu. Sağ elini masaya değdirdi, sol eli ile de çiçekten kolyeye dokundu. İkisinin de bedeni acı ile kasıldı. Çiçekten kolye, üzerinden kan akan bir yaraya dönüşmüştü. Birden kan her yeri kapladı, başındaki gelincik taç, üstündeki kırmızı elbise, her şey, her şey kandan bir ırmak gibi çağıldıyordu şimdi. Acı duyuyordu, koşmaya başladı. Onu ifadesiz gözlerle izleyen kızlardan uzaklaştı, arada bir üstündeki kana değdiriyordu ellerini ve korku ile parmaklarına bakıyordu. Çığlık atmak ve yardım çağırmak istiyordu, ama nefes alamıyordu. Nefesi yoktu ki onun. O sadece bir yansımaydı. Peki, yansımalar, kanamaya başladıklarında ne yaparlardı? Nasıl kurtarırlardı kendilerini bu acıdan? Bilemiyordu.
 
Canı acıyordu, yansımaların canı acır mıydı? Canı var mıydı? Bedeni olmadığına göre canı nasıl acırdı? Kan ellerinden, üstünden, başından, boynundan, her yerinden akıyordu. Tüm sesler susmuş, tüm çareler tükenmişti. Hiçbir şey göremiyor, sadece koşuyordu. Uçmayı denedi, yapamadı. Yok oluyordu! Eriyordu. Düşüşün parçalayamadığı, ateşin yakamadığı yansımayı yokluk içine çekip tüketecekti. Ah, bir seslenebilseydi!
 
Çevresindeki dünya yok olmaya başladı. Önce güneş beyaz bulutların ardına gizlendi, sonra ağaçlar, kuşlar, kelebekler yok oldu, uçsuz, bucaksız gibi görünen kırlar, son buldu. Birden bembeyaz bir sisin içine gömüldüğünü fark etti. Ne yapıyordu? Nereye gidiyordu? Hiçbir şey, ama hiçbir şey hatırlamıyordu. Konuşmak istiyordu. Sanki var oluşu buna bağlıydı. Sözcükleri aradı sisin içinde. Bulamadı.
 
Bir şeyler hatırlamaya başladı, masal perilerine benzeyen renkli elbiseli kızları, kayıkla yaptığı geziyi, mermer kapıyı, birlikte yandığı genç kızları, ırmak kenarında dans eden, şarkı söyleyen insanları, mavi-beyaz saltanat kayığını, serin ırmak suyunu, camdan bahçe kapısını, yeşil saten örtülü yatağı, içinde korkunç bir boşluk saklayan dolabı, kırmızı kumaş kaplı ahşap kapıyı, altın varaklarla süslü aynayı, altın şömineyi, billur kadehleri, altından kapıyı, artık bir kabuk gibi görünen bedeni, son zamanlarda yaşadığı üzüntü, sıkıntı kederi… Her şeyi hatırladı sonunda, ellerinden akan kanla koşarken kendisine dair tüm gerçekler geliyordu ardı sıra.
 
Tam tükendiği anda, beyaz bir kapıya çarptı. Fark edebildiği tek şey, kapının beyazlığı idi, şeklini, neden yapıldığını anlayamamıştı. Etraf bembeyazdı zaten, beyazlık kör edici bir ışıktı. Son bir gayretle kapıyı yumrukladı, kapı açıldı ve ardından yine beyaz bir sis serildi önüne. Artık dayanacak gücü kalmamıştı. Kendisini bilinmezlik sisinin içinde yere bıraktı, tam o anda boğazında bir acı duydu. Son kez şansını denemeye karar verdi, gözlerini kapadı, sesini zorladı:
  • "Kan!" diye bağırdı.

  • "Ne kanı?" dedi bir ses.

  • Sakin olun! Bir şey yok, kendinde değil daha!

Gözlerini açtı. Çok yorgundu. Kolunu kaldıracak hali kalmamıştı. Bir an, nerede, nasıl olduğunu anlayamadı. Yavaş yavaş çevresindeki sis dağıldı. Bir sedyede yatıyordu, beyaz florasan ışıkların altında, beyaza boyalı bir koridordan geçiyordu. Gözlerini tekrar kapadı, bilincini yitirmeden önce gördüğü son şey, yaşlı kadın oldu. Artık yalnız değildi; tek başına otururken yanına yaşlı bir adam gelmişti. Yaşlı kadının sırtına kalınca bir örtü örtüp yanına oturdu ve sol elini tuttu. O anda güçlü bir elin kendi sol elini kavradığını hissetti ve yeniden kör edici beyazlığa yenik düştü.

 

Kendine geldiğinde bir hastane odasındaydı. Başında beyazlar içinde bir erkek doktor, iki genç kız bir de genç adam vardı.
  • Geçmiş olsun! Ameliyat çok başarılıydı, dedi doktor.

Genç kadın, afalladı:
  • Bedenimde miyim ben? Bedenimin içinde miyim?

Güldü genç kız:
  • Hayır, canım! Şu anda astral âlemde seyahat ediyorsun!

Doktor, nazikçe kızı uyardı:
  • Ablanız daha narkozun etkisinde, böyle garip sorular sorabilir, dalga geçmeyin lütfen!

Doktorun bu sözleri, tüm sorulara yanıt olmuştu. Genç kadın, yaşadığı tüm o garip olayların “narkozun etkisiyle” gerçekleştiğini anladı. Sol elini kaldırdı, evet parmaklarını hareket ettirebiliyordu. Bedenine geri dönmüştü. Yatağın sol tarafında duran genç adam gülümsedi.
  • Kolun mu uyuştu hayatım!

  • Hayır, yüzüğüme baktım.

Adam, cebinden altın bir alyans çıkardı.
  • Ameliyattan önce bana verdin ya bir tanem! Unuttun mu?

Genç kadın, gözlerini “evet” anlamında açıp kapadı.
  • Birçok rüya gördüm, ama hiçbirini hatırlamıyorum.

  • Zorlama kendini abla, dedi kızlardan biri.

  • Tabii, biraz dinlen bakalım. Hem hatırlamasan ne olur? Alt tarafı rüya! dedi diğer kız.

  • Hadi bakalım, kendini günlerce kahretmene, üzülmene değdi mi? Basit bir ameliyat işte, oldu bitti! dedi öteki kız.

  • Doktor Bey inanmazsınız, “ameliyat olacağım” diye günlerce uyumadı. Al bunu, vur anneme zaten! İnanmazsınız, anneme haber vermedik ameliyat olacağını. Panikten hastalanır diye korktuk. Sanki dünyanın en zor ameliyatı! Oysa ne kadar iyi etti değil mi olmakla, dedi diğeri.

  • Tabii canım! Bu operasyon sayesinde artık burnundan nefes alabilecek. Sinüzit, faranjt gibi sorunları ortadan kalkacak. Çok isabetli bir karar verdi.

Genç kızlardan biri devam etti.
  • Artık “Burnumdan nefes alamıyorum, sizinle koşuya çıkamam!” mazeretleri kalktı hanımefendi, iyileşir iyileşmez spora başlıyorsun.

Genç kadın, hafif bir sesle konuşmaya başladı:
  • Şaka bir yana, bu ameliyatın en güzel yanı neydi biliyor musunuz?

Genç kızlar, merakla ablalarına baktılar, kadın yanıt verdi:
  • Artık uyurken bir anda nefessiz kalmayacağım. Dolayısıyla da kâbuslarla uyanmayacağım. Huzursuz uykular yok!

Genç kızlar, ablalarını başlarını sallayarak onayladılar. Her açıdan doğru bir karardı bu ameliyat. Genç adam, hanımlara çapkın bir gülücük yolladı:
  • Horlama da yok artık! Ben de rahat uyuyacağım bundan sonra!

Doktor, bir yandan gülerken, bir yandan ziyaretçileri odadan çıkarıyordu. Hasta, dinlenmeliydi. Zaten “annelere” de hastanın ayıldığı haberi verilmeliydi acilen. Genç kadın, kocasına, kız kardeşine ve görümcesine çıkarlarken el salladı. Gözkapaklarının ağırlaştığını hissetti, kendini rüyasız bir uykunun derin huzuruna bırakıverdi.