Oyuncu içeri girer. Başında bir atkı üstünde bir pardesü vardır. Geniş bir çantayı postacılar gibi üstüne çapraz asmıştır. İçeri girer ve başındaki örtüyü çıkararak silkeler. Hafif yağmur damlaları oraya buraya sıçrar. Seyirciye bakarak
Rahmetli babaannemin dediği gibi, “Gök delindi sanki.” Kendimi dar attım Eminönü vapuruna. İnsanlar birbirlerini eziyor dışarıda, “Sen önce gireceksin, ben önce gireceğim” diye. Neyse ki alt salonda yer buldum. Çevresine bakınarak Pek kimse de yok sanki. Galiba sandığım kadar kalabalık değildi dışarısı. Yağmurdan öyle gördüm ben.
Uygun bir yere oturur. Eşyalarını kucağına koyar. Notluğunu çıkarır ve yazmaya başlar. Gülümseyerek
Sevgili dostum,
Yağışlı bir günde, Eminönü vapurunda yazmaktayım sana… Yine
Kendi kendine Acaba bu defa okuyabilecek misin bu satırları?
Yazmayı sürdürerek…
Aslında ben çocukluğumdan beri yağmurlu havaları güneşli havalardan daha çok sevmişimdir. Bunun için bana hep deli muamelesi yapmıştır insanlar. Hiç yağmur da sevilir miymiş, güneşin yerini tutar mıymış yağmur, vesaire vesaire… İnsanlar beni pek gamlı, kasavetli biri olarak görürlerdi. Yine de vazgeçmedim yağmurdan. Kapalı havalarda, o insanların ruhunu sıkan, içini buran, yaşama sevincini yok eden gri günlerde ruhumu engel olamadığım bir neşe, bir coşku kaplar. Engel olamadığım diyorum, zira ara sıra ben de “normal” insanlar gibi güneşli bahar havalarında mutlu olmayı denedim. Gelgelelim beceremedim. Arsız güneş, sanki her bulutun atlından çıkarak “ben buradayım, sevin beni” der gibi, üstelik de çok sıcak! Sevmem ben sıcağı. Serini severim. Hani insanı üşütmeyen, sadece hafifçe ürperten ilk ve sonbahar serinleri vardır ya, ben onlara bayılırım işte. Gülümseme tüm yüze yayılır. Çevreye bakar.
Yağmuru sevme nedenlerimden biri de İstanbul’dur. Mesela yağmurda Karaköy, Yüksekkaldırım ve Galata için için Sait Faik öyküleri kokar. Vapurdan bile görebilirsin bunu. Hatta üşenme hiç, Tünel’den Beyoğlu’na çık. Sinema kapılarında, kilise duvarlarında, pasajların içlerinde Sait Faik’in kahramanlarını görebilirsin. Biraz düşünerek Tamam, yazın adalar, plajlar da öyledir, ama yine de Beyoğlu bir başka… Ayrıca yağmurda biraz da Orhan Veli yağar her köşesine İstanbul’un. Galiba tüm şairler ve yazarlar yağar hafif hafif. Bazen de şakır şakır! Ne dersin?
Birden ciddileşerek Hatırlar mısın bilmem… Seninle tanıştığımız gün de yağmur yağıyordu. O, bugünkü gibi sevimli bir bahar yağmuru değildi. Henüz akşamüstü idi ama gökyüzü kararmıştı. Soğuk bir kış günüydü. Geniş camekânlı bir pastanedeydik. Karanlığı delen yağmur taneleri, bu camekânlardan süzülüyordu. İkimiz de birbirimize ne diyeceğimizi bilmeden, gülümseyerek bakıyorduk. Arada sırada boş laflar ediyorduk, ama aslında bunları dinleyen yoktu. Belli ki çok sıkılmıştık. Oysa daha öncesinde birbirimize ne coşkulu mektuplar yazmıştık. Ruhumuzu, sırlarımızı, hayatımızı dökmüştük satırlara. Seni en ince ayrıntılarına varana dek tanıyordum. Ben de karşında adeta çırılçıplaktım. Bunun verdiği avantajı ikimiz de kullanmadık. Ben camlardan süzülen yağmur damlalarına sığındım, sen bakışlarını kahve fincanına gizledin. Öylece geçiverdi ilk buluşmamız. İlk diyorum ama galiba ilk ve son demeliydim. Bir daha görüşmedik çünkü. İkimiz de anladık sanırım birbirimizi mektuplarda bırakmamız gerektiğini. Birbirimize yaşadıklarımızı anlatıyorduk yazarak, ama beraber yaşayamayacaktık. Biz sadece yazacaktık.
Seyirciye bakar… Gözler biraz buğulu…
Yağmur iyice sağanağa döndü. Kazasız belasız atlatsak bu yolculuğu…
Evet, ne diyordum? Yağmur. Damlalar, dalgaları kurşun gibi delip geçiyor. Küçük küçük delikler oluşuyor denizin üstünde. Paramparça bir deniz... Ne ürkütücü ama! Suyun delinip parçalanmayan bir madde olması bizim için ne şans! Ah saçmalıyorum yine! Bilirsin beni, yazacak bir şey bulamazsam saçmalarım. Herkes gibi belki de... Pencereden dışarı bakarak Daha da epey varmış.
Arkasına şöyle bir göz gezdirerek Orta yaşlı bir adam gazete okuyor. Meşhur üçüncü sayfa haberleri... Hafif bir kahkaha ve duyulur endişesi ile ağzını kapama. Buna “Oh bana bir şey olmadı ya!” psikolojisi diyorlarmış. Cinayetler, adam kaçırmalar, dövülen çocuklar, tecavüzler... Artık Allah ne verdiyse... Oh benim başıma gelmedi ya... Varsın başkaları yaşasın. Durduk yerde yaşamazlar ya! Mutlaka bir hataları olmuştur. Hak etmişlerdir başlarına geleni. Yüksek sesle arkadaki adamın gazetesinden okuyarak. “Terkettiği kocası tarafından dövülerek öldürülen Ş.E.’nin cesedi (32), ancak üç gün sonra bulunabildi. Talihsiz kadın, kendisine şiddet uygulayan kocasından kurtulmak için, üç ay önce beş yaşındaki kızı ile evi terk etmiş ve Gündoğan’a taşınmıştı. Dört gün önce, akşam saatlerinde, kocası Abidin Emre (36), genç kadının evine geldi ve korkunç bir kavgadan sonra başını duvara çarpmak suretiyle öldürdü. Olay, çiftin küçük kızı F.E’nin gözleri önünde gerçekleşti. Cinayetten sonra, kızını kanlar içinde yatan annesinin yanında bırakarak kaçan Abidin Emre, kayıplara karıştı. Zavallı küçük F, şoka girdiği için yardım isteyemedi. Apartman sakinleri, üçüncü gün kokudan rahatsız olunca polis çağırıldı. Ş.E, otopsiden sonra dün toprağa verildi. Küçük kız, akrabalarının yanına gönderildi. Polis hâlâ katil babayı arıyor.” Seyirciye dönerek Adamın katil olduğunu biliyorlar, muhtemelen beyinsiz, öfkeye kapılıp ardında bir sürü delil bırakmıştır. Hatta konu komşu, dört gün önce adamın eve geldiğini görmüş ve karısı ile kavga ettiğini duymuştur. Neden kimse müdahale etmemiş? Niye bir Allah’ın kulu, kadının kapısını çalıp da neler oluyor diye bakmamış?
Zavallı F, üç gün üç gece öylece, aç biilaç, anasının kanlı cesedi yanında beklemiş. Artık bu çocuktan hayır bekle! Ne kadar tedavi olsa, ne kadar ilgi görse yine de artık bitti çocuğun yaşamı. Daha da vahimi... Apartman sakinleri dört gün önce Sayın Abidin Emre’nin eve gelip karısını dövmesinden rahatsız olmadı, kadıncağızın beyni duvarlara çarpılarak dağıtılırken mesela, kimse başını kaldırıp “Bu nedir?” demedi. Eh tabii karı koca arasına şeytan bile girmezmiş. Olur böyle şeyler. Eh kadının ölmesi de takdir-i ilahi... O zaman sorun yok. Ama bak eğer koku olursa... İşte o olmaz. Her türlü haltı yiyebilirsin, karını dövebilir hatta döverek öldürebilirsin, ses artar, beş yaşındaki kızını karının cesedi yanında günlerce öylece bırakabilirsin, ama koku yapmayacaksın! Yediğin boku temizlemeden gitmeyeceksin. Ya bizim tertemiz apartmanımızı böcekler basarsa, ya kokuya fareler gelir de hastalık getirse... Bizim karımız evde, seninki gibi kaçmadı. Her yeri pırıl pırıl temizliyor evelallah. Tamam, karını öldür tabii, bu senin hakkın, ama ortalığı leş gibi bırakma! Leş kargaları, akbabalar, uğursuz varlıklar! Cinnet geçirir gibi beş para etmez yaratıklar, koyun gibi güdülün siz daha. Yakında kesimhaneyi boylayınca göreceğim sizi. Arkaya dönerek size de sıra gelecek elbet. Sesinizi çıkaramadan boğazlanıvereceksiniz.
Derin bir nefes aldıktan sonra mahzun bir ifade ile zavallı kız, kim bilir neler yaşadı? Neler düşündü o üç gün? Hele bir de güneş batıp da gece olduğunda... Ah gölgeler büyümüştür evin duvarlarında, korkudan nefes bile alamamıştır garibim. Küçücük yaşında yüreği sıkışmıştır. Kendine masallar uydurmuştur. Belki en sevdiği oyuncağa sarılıp teselli bulmuştur. Ya da günlerce ağlamıştır. Acı içinde kıvranmış, anasının kanlı cesedine bakamamıştır. Belki bazen anneciğinin ölüp gittiğini unutup ona “Anneciğim kalk, çok acıktım, n’olur kalk” demiştir. Ağlamaklı bir sesle “Anneciğim kalk, n’olur kalk! Çıkalım buradan anneciğim, babamı da al, kalk gidelim! Kolunu tutarak kolum çok acıyor anneciğim. Anne n’olur gidelim, yağmur içeri giriyor anneciğim. Islandım. Burası çok sıcak anneciğim!” ifadesiz gözlerle Zavallı küçük F, onu ne kadar iyi anlıyorum. O yağmurlu günde, annemi ve babamı kaybettiğim o trafik kazasında, arabamız şarampole yuvarlandığında... Orada sıkışıp kalmıştık. Annem de babam da bana cevap vermiyordu. Öldüklerini anlamamıştım. Tam bir gece sonra, korkunç, karanlık bir gece, gelip bizi bulmuşlar, beni baygın bir şekilde hastaneye kaldırmışlar. Halam günlerce “Annenle baban gelecek, sen iyi ol, onlar da iyi olacak” diye kandırmıştı beni. Ama ne gelen vardı ne giden... Elini alnına koyarak Kaç yaşındaydım ben o zamanlar? 6? 7? Okula başlamamıştım daha. Sonraları çok düşündüm. Ben de orada, o kazada ölseydim, ne olurdu acaba? O kabus gibi geceyi yaşamazdım. Uzayan gölgeler, uzaklardan gelen ürkütücü hayvan sesleri, iki sessiz ceset, kan, can acısı, açlık, yorgunluk, endişe... Asla atlatılamaz bir şok!
Seni sıktım değil mi? Of beni affet! Bu yüzden mi mektuplarının ardı arkası kesildi? Benim gibi hastalıklı bir kadının mektupları, moralini bozuyor, ruhunu sıkıyor olmalı. Ben üniversitedeyken çevremdeki bütün erkekleri böyle kaçırdım biliyor musun? Gülerek Neşeli ortamlarda, keyifli sohbetlerde, eğlencelerde, tam duygularımın doruğundayken birden o gece yaşadıklarım geliverirdi gözümün önüne. O anda bütün güzel şeyler, değerini yitirirdi. Ben, yalnızlığımın içinde kalakalırdım. İnsan böyle bir ruh hastasıyla görüşmek ister mi hiç? Keyif kaçıran, can sıkan, ağlayan zırlayan... Herkes beni kendi halime bırakırdı. Ben de kitaplara sığınıp sıkıntımı geçirmeye çalışır, kâbuslarımdan kurtulmak için umutsuzca çabalardım. Ah kitaplarım, notluğa sarılır. Canım kitaplarım...
Halamla eniştem, uzun süre psikiyatrlara taşıdılar beni. Bazısı gerçekten rahatlamamı sağladı. Halacığıma da aynı şey söylendi hep “Yaşı küçük, atlatacaktır.” Oysa ben atlatamadım. Yağmurlu günlerde, halamın Arnavutköy’deki Boğaz’a nazır yalısının çatı katına çıkar, pencereden bakarak annemle babamın dönmesini beklerdim. Onları hayal etmeye çalışırdım. Çok tuhaf, o kaza gününü en ufak ayrıntısına kadar hatırlarım, ama ailemle geçirdiğim tek bir günün bir saniyesi bile aklımda değildir. Doktorlar, bunun bilinçli bir unutma olduğunu açıkladılar daha sonra bana. Beynim bazı anıları silivermiş. Ama keşke kazayı silseydi de önceki anıları bana bıraksaydı. O koskocaman evin soğuk çatı katında, annemle babamı umutsuzca hatırlamaya çalışırken yağmurun onları bana geri getireceğine inanmıştım. Ne de olsa yağmurlu bir günde kaybetmiştim ailemi. Kaygan yollar almıştı onları benden. Geri getirmesini de bilirlerdi elbette. Geri gelmediler tabi
Kaza günü, biz şarampole yuvarlandıktan sonra, arabanın içini birden cehennem sıcağı kaplamıştı. Nefes alamıyordum. Her yer kapalıydı. Bizi bulanlar “Allah, çocuğu bağışlamış, araba her an patlayabilirdi, canlı canlı yanardı yavrucak” demişlerdi. Cayır cayır yanmak! Ben serin severim. Böyle insanın içini ürperten, ama üşütmeyen bir serin, ilk ve sonbaharda olduğu gibi.
Baş önde, birkaç dakika kadar sessiz, sonra aniden bir şeyler duymuş gibi kulak kesilir. Hafif isterik bir kahkaha, seyirciye daha iyi duymak için sus işareti yapılır, birkaç dakika dinlenir. Ardından yine isterik bir kahkaha gelir.
Duydun mu sevgili mektup arkadaşım, inanılır gibi değil. Şu yan koltukta oturan iki gencin konuşmasını bir duysan! Hesapta şehir hatları vapurunda bir hayalet varmış. Operadaki Hayalet’ten sonra Şehir Hatları Vapuru’nun hayaleti... Nasıl ama? Bir hayaletimiz eksikti, o da oldu kadro tamam, artık maça çıkabiliriz. Hesapta, genç bir kızcağız, kendini vapurdan atıvermiş de, o kızcağızın hayaleti dolaşırmış vapuru. Dur dur daha bitmedi, akşam yolcularını huzursuz edermiş bu kızcağız. Onları korkutur kaçırırmış. Kesin Karayolları Müdürlüğü’nün işidir bu. Boğaz’a üçüncü köprüyü yapacaklar ya hani, vapura binen olmasın diye mi çıkardılar bu dedikoduyu bilmem. Hani olmayacak iş de değil. Belki de vapura ilgi arttırmak içindir bu. Hani bir çeşit negatif reklâm. Hayalet görmek için vapura biniyor millet. Bağırarak “Gel vatandaş gel, hayaletli gemiye gel! Hayaletli geminin jetonları bunlar! Bu eşsiz gösteriyi kaçırma, sonra yazıklanıp vahlanma!” hafif bir kahkaha
Gerçekten genç bir kız atladı mı vapurdan? Kesin üçüncü sayfaya haber de olmuştur. Tüh ben nasıl kaçırdım bunu! Gülüş dudaklarında solar. O zavallı kızı da anlıyorum. Neler yaşadığını çok iyi biliyorum. Bir keresinde, böyle bir bahar yağmuru yağıyordu yine, alt salonda oturmuş sana ne yazsam diye düşünürken birden şeytan dürttü. Kalktım vapurun arkasına gittim. Akşam vaktiydi, kimseler yoktu. Vapur, dalgaları yara yara gidiyordu. Haydarpaşa İskelesi’ne henüz varmamıştık. Kız Kulesini biraz geçmiştik. Serindi, benim sevdiğim serinlerden değil, biraz daha üşüten cinsinden. Birden içim huzur doldu. Deniz şimdi ne kadar da serindir, dedim. Yıllardır içimi yakan ateşi ancak deniz söndürebilir. Bir yağmur damlası olsam, şu dalgaları yarsam, serin bir dünyanın içine dalsam, rahatlasam... Hadi canım dedim, arkamda kimi bırakacağım? Sevdiğim bir tek dostum mu var? Yoksa eşini kaybettikten sonra alzheimer’a tutulan halam mı ağlayacak ölümüme? Adımı bile hatırlamıyor. Son ziyaretimde yüzüme boş boş baktı. O küçücük daireme mi gideceğim? Evde sadece ses olsun diye açtığım televizyonun karşısında uyuklamak için mi bütün bu eve dönme eziyeti? Hem yakında yaz da gelecek. İşin yoksa sıcakla boğuş dur yine. Yapış yapış ter... Nem, bunalma! Hani değecek biri ya da birileri olsa çek bu işkenceyi. Tek başınasın işte. Yapayalnız.
Atıver kendini denize. Boğaz’ın serin sularında bir yağmur damlası ol. Orhan Veli’nin dediği gibi “At kendini denize, geride bekleyenin varmış düşünme, görmüyor musun her yan hürriyet, yelken ol, kürek ol, dümen ol, balık ol, su ol, git gidebildiğin yere.” Derin bir nefes aldım. Kendimi suya bırakıverdim. O anda vapurun motoru, beni dibe çekiverdi. Burnuma, kulaklarıma deniz doldu, tuzlu, soğuk, kirli bir deniz... Sessiz bir uğultu sardı beynimi, çırpındım. Soğuk, bedenimin her yerine bıçak gibi saplanıyordu, hiçbir acı hissetmiyordum, sadece soğuk... Buz gibi soğuk! Kollarını sararak ısınmaya çalışır. O anda aniden anladım, kararım yanlıştı. Bana düşen ne olursa olsun yaşamaktı. Gerekirse o kaygan yollardan geçip o şarampole yeniden yuvarlanmak ve tekrar kurtulmaktı. Ses yükselir Yıllar boyu, o kazada sağ kaldığım için kendimi suçlamıştım. Ama aslında suçlu değildim, ailem de benim yaşamamı istiyordu. Oysa şimdi, kendimi sulara bırakarak onlara da ihanet etmiştim. Artık çok geçti, yapılacak hiçbir şey yoktu, kimse yardım edemezdi bana. Pişmandım.
Derken kendimi bu koltukta otururken buldum. Rüyaydı demek hepsi! Oysa o kadar canlıydı ki! Otururken uyuyakalmıştım. İşte rüyaydı. Sadece bir rüya! Şükrettim Tanrı’ya! Yaşamam için ikinci bir şans verilmişti. Bu şansı iyi değerlendirmeliydim. Dünyanın en mutlu insanıydım ben artık! Ama...
Kalkar, pencereden bakar. Hazırlanır. Geldim. Yok, siz rahatsız olmayın. Daha Kadıköy’e çok var. Burası benim için son durak. Ben ineceğim. Tam çıkarken seyirciye döner sevgili dostum, yine mektubu bitiremedim. Kusura bakma artık. Zaten gönderemeyecektim sana. Kim bilir, belki bir başka seferde seninle karşılaşırız vapurda. Sen yine de her yağmur damlasında beni hatırlamayı ihmal etme. Aceleyle çıkar.