Sığınak

Yazan: Ayşen Erdöl
Yağmur yağdı yağacak…
Pencerenin kenarında, başını kaldırmış kurşuni bulutları izliyordu. Yağsa da kurtulsa, şu yağmur bir başlasa da kurtulsa! Nefes bile alamıyordu bu derin nem içinde. Cep telefonunu birkaç kez sinirli sinirli çevirdi avuçlarının içinde.

— Bu kravatları hiç sevmiyor Nurdan, onları almayacağım. Kapıcıya filan veriver! Adamın gözlerindeki hain pırıltıyı görmezden geldi. Oysa pencereye bile yansıyordu alaycı gülümsemesi. Tüm gardırobu özenle boşaltıp salonun ortasına getirmesinden, tüm eşyalarını göstere göstere toplamasından belliydi ne yapmak istediği. Kızmayacaktı. Derin derin nefes aldı. Dudaklarının arasından “Kim ne yapsın senin eski paçavralarını!” sözleri döküldü, ama nefesine karıştı, adam duymadı.

Kurşuni bulutların ağırlığı biraz daha artmıştı sanki. Ah yeter, yağ artık yağmur! Yoksa boğulacağız, tüm dünya boğulacak. Dayanamıyordu. Bu garip oyuna dayanamıyordu. Altı ay önce kocam dediği, değer verdiği, sevdiği, saydığı adamın bu anlamsız, aşağılayıcı davranışlarına inanamıyordu. Özel günlerde bin bir özenle seçip ona aldığı kravatları fırlatıp atmasını görmek istemiyordu. Nasıl bu kadar yanılabilmişti? Cep telefonunun tuşları ile oynamaya başladı bu defa. Onun bu halini gören adam, keyifle eşyalarını topluyordu.
Ev telefonu çaldı. Bir kurtarıcı gibi sehpanın üzerinde duran telsiz telefona sarıldı genç kadın.

— Alo! Evet, Bihter Abla, ne oldu? Neden ağlıyorsun? Tamam, sakin ol! Hemen geliyorum. Ağlama! Geliyorum ablacığım, tamam!

Biraz endişeyle, biraz da olanlara katlanmak zorunda olmayışına sevinerek telefonu sehpaya koydu genç kadın.
  • Bihter Abla hastalanmış, hemen çıkmam gerek! Sen eşyalarını topladıktan sonra anahtarı bırakıver kapıcıya.

Adamın keyfi düş kırıklığı ile gölgelenmişti:
  • Şu meşhur kuzenin Bihter Abla! Gene nesi varmış?

Genç kadın, ölümcül bakışlar fırlattı adama:
  • Biliyorsun panik atak, evden çıkamıyor. Ne yapsın kadıncağız?

  • Ya evet, evden bile çıkamıyor zavallı! Her şeyine koşturan senin gibi bir enayi var nasılsa! Yahu, düğünümüze bile gelmedi!

Genç kadın, iki elini beline koyarak adamın tam karşısına geldi, tehditkâr bir ifade ile gözlerinin tam içine baktı:
  • Levent, ailemden kim geldi ki düğünümüze, o gelsin? Kimse istemedi seninle evlenmemi, ama ben söz dinleyen iyi bir evlat değilim ki! Yaptım bir hata! Neyse artık geride kaldı bütün bunlar! Hem sen söylesene bana: Evli kaldığımız iki yıl boyunca, bir tek gün benimle gelip onu ziyaret ettin mi sen?

  • Ha! Tamam, seninle uğraştığım yetmezmiş gibi bir de çatlak kız kurusu kuzeni ziyaret edeyim! Anam beni sana ve burnu büyük ailene hizmet edeyim diye doğurmadı, anladın mı?

Hiddeti boğazında düğümlendi kadının, yine de karşısındakinin eline koz vermek istemiyordu:
  • O zaman hiç konuşma! Zaten konuşulacak bir şey de kalmadı. Sen eşyalarını topla, dediğim gibi anahtarı da kapıcıya bırak!

Hışmını belli etmeden yavaşça yürüdü. Soğukkanlı görünmek istiyordu, zira ne kadar tepki verirse o kadar üstüne gelecekti adam. Antrede, portmantonun ilk çekmecesinden arabasının anahtarını aldı, ayakkabılarını sakin bir şekilde giyidi ve son olarak paltosunu da alarak çıktı. Asansörde daha fazla dayanamadı ve ağlamaya başladı. Gözyaşları, sessiz bir yağmur gibi yanaklarından aşağı süzülüyordu. Apartman kapısından çıkarken yüzünü bir kağıt mendille temizledi. Komşularının onu böyle görmesini istemiyordu. Otoparka geldiğinde açık havanın da etkisiyle bir hayli rahatlamıştı. Arabasına bindi, kapısını kilitledi ve hareket etti.
Biraz ilerledikten sonra, caddedeki trafik zincirine yakalandığını fark etti. Ne de olsa cumartesiydi bugün. İnsanlar kendilerini haftanın sıkıntısından ve yorgunluğundan kurtarmak için sokaklara atmıştı. İlk sokaktan dönüp Çevre yoluna çıkmaya karar verdi. Orası bu yoldan biraz daha tenha olmalıydı. Tahminlerinde yanılmadı.
Arabayı sürerken evdeki o korkunç atmosferden kurtulduğuna çok memnundu. Derin derin nefes alıp tüm bu sıkıntıları geride bırakmak istiyordu. Boşanmanın, boşanmadan önce yaşadıklarının, evliliği sırasında yaşadıklarının, evlenmeden önce yaşadıklarının hepsini kör bir kuyuya atıp rahatlamak istiyordu, ama bir türlü unutamıyordu bunları. Nereye gitse kâbus gibi peşinden geliyordu anılar. Gece yatarken, gündüz çalışırken, bir parça huzur aradığı anlarda, yok olup gitmek istediği zamanlarda hep bu korkunç anılarla yüzleşiyordu. O günlerin en zevkli, en mutlu görüntüleri bile kara bir acı perdesiyle gölgelenmişti. Annesini dinlemeliydi! “Bu adamdan sana koca bize damat olmaz kızım!”demişti annesi. “Bu adam, sadece kendisini düşünüyor, seni kendine kul köle edecek, ailesi de istemiyor seni. Neden ille de evlenmek istiyorsun? Erkek mi kalmadı evladım?” Umutsuz ve hüzünlü sesi kulaklarında çınlıyor şimdi. Neden ille de evlenmek istemişti? Nasıl göremedi gözünün önündekileri?
Çevre yolundan Acıbadem köprüsüne çıktı. Trafik yine artmıştı. Yağmur başlamadan gideceği yere varmak istiyordu. Kadıköy yolundan aşağı saptı ve ilk sokaktan içeri girdi. Eski, kül rengi sıvası olan bir apartmanın önünde durdu, arabayı park etti ve indi. Araba anahtarı ile aynı anahtarlıkta bulunan bir anahtarla apartman kapısını açtı. Hızlı ve seri adımlarla ikinci kata çıktı. Tam merdiven başında bulunan dairenin kapısına hamle etmişti ki, karşı dairenin kapısı açıldı. Esmer, kıvırcık saçlı, sakallı genç bir adam, dışarı çıktı. Metal gözlüğünü düzelterek genç kadını selamladı. Kadın da ona selam verdi, ardından arkasını dönüp daire kapısını hışımla açtı. Birden ciğerlerine ağır bir koku doldu, ev havasızdı:
  • Nilgün! Sen misin?

Artık kendisini toparlaması gerekiyordu. Bihter Ablanın onu böyle acı çekerken görmesini istemiyordu. Zaten ruhsal anlamda hastaydı, bir de kendi sorunlarıyla onu sıkamazdı. Son zamanlarda sık sık yaptığı gibi, ruhsuz bir maske taktı yüzüne paltosunu çıkarırken:
  • Evet, Bihter Abla, benim! Başka kim olacak?

Ayakkabılarını çıkardı, ayakkabılıktan bir çift terlik aldı. Hızla salona girdi. Evet, işte Bihter Abla, orada, camın kenarındaki soluk kanepede oturuyordu. Gözlerini Nilgün’e çevirdi, acı içinde kıvranıyor gibi buruşmuştu yüzü. Nilgün yürüdü, bir süre yanında ayakta dikildi:
  • Ne oldu gene?

Boğulurcasına anlatmaya başladı Bihter Abla:
  • Evin kapısını zorladı biri, deli gibi… Ay çok korktum!

  • Bihter Abla, kim evin kapısını zorlayacak? Kapıcı filandır.

  • O zorba kapıcıya da hiç güvenim yok! Ha bire kapının altından kağıtlar atıyor!

Nilgün’ün yüzünde bir bıkkınlık ifadesi oluştu:
  • Sen de iyice kaçırdın keçileri abla! Herhalde atacak, onlar fatura!

Bihter Abla, bacaklarını karnına doğru çekti, kendini bir yumak haline soktu.
  • Faturaları filan istemem ben! Nasıl ödeyeceğim onları? Dışarı çıkamam ki!

Nilgün’ün yüreğinde garip bir acı peyda oldu. Şefkatle kadının yanına oturdu ve saçlarını okşamaya başladı:
  • Tamam, tamam sen dert etme! Ben pazartesi yatırırım hepsini. Söyle bakalım, bir şey lazım mı? Bir ihtiyacın var mı?

Omuzlarını silkti Bihter Abla:
  • Beni rahat bıraksınlar yeter! Şurada biraz rahat edeyim! Çok yoruyorlar beni Nilgün!

  • Tamam, Bihter Ablacığım tamam, merak etme, kapıcıya söylerim, faturaları biriktirir, geldikçe bana verir. Bir daha kapının altından atmaz.

Kendini güvenli bir ortamda hisseden Bihter Abla, başını Nilgün’ün omuzlarına koydu:
  • Biliyorum, senin de derdin başından aşkın. Ben başına bela oldum!

  • A, ama Bihter Abla, yeter! Biraz rahatla artık! Bak ne diyeceğim sana, bu boşanma işleri bitsin, bir hafta izin alayım, annemi ziyarete İzmir’e gidelim. Ne dersin? Bak seni kapıdan alacağım, araba ile kendim götüreceğim. Annem oraya yerleştiğinden beri bir kere bile gitmedin. Olmaz mı?

  • Olmaz! Ben çıkamam evimden. Çıkarsam başıma bir sürü iş gelir! Yok olurum, toz olurum! Bilmiyor musun?

Başını, genç kadının omuzlarından kaldırdı ve kanepenin en ucuna gitti. Küskün bir tavırla konuşmaya başladı:
  • Ben biliyorum senin derdini. Annenle barışmak istiyorsun sen! Eh, annen dedi o zaman! Bu adamdan sana koca olmaz, dedi. Sen dinler misin hiç! Al işte, başına dert oldu adam. Bir de gitti metres tuttu üzerine. Seni ele güne rezil etti. Şimdi de boşanmak için bin dereden su getiriyor, değil mi? Senin bin bir güçlükle satın aldığın daireyi, arabayı istiyor serseri! Sanki çok çalıştı da beş kuruş emeği oldu o evde, arabada! Sen de ne yapacaksın? Tabii annenle, ablanla barışacaksın. Tek başına gitmeye cesaretin yok, beni bu hasta halimle sürükleyeceksin ta İzmirlere! Yağma yok! Gelemem ben, canımı sokakta bulmadım.

Gözlerini acıyla kapadı Nilgün. O da kendini iyice kanepenin diğer köşesine çekti.
  • Annemle küs değilim ki ben! Evliliğimi bitirmeye karar verdiğimde aradım onu, konuştuk. Çok memnun oldu. Zaten beni İzmir’e davet eden de o.

  • Hah! Evliliğini bitirmeye karar vermişmiş! Külahıma anlat sen onu. O ciğeri beş para etmez kocanın, seni yüzüstü bırakıp pavyon güzeli metresine gittiği gün desene sen şuna! Annesi memnun olmuşmuş! Kim bilir telefonu kapatınca neler söyledi ardından. Ana yüreği, yüzüne söyleyip seni üzmek istemedi tabii. Şimdi kucağını açmış seni bekliyor sanıyorsun! Oysa sen de pekâlâ bilirsin ki, annen fitil fitil getirecek senin burnundan bu evliliği. Kadın haklı, “Bu adam seni çok üzecek.” dedi. “Ne eğitimi, ne kariyeri sana uygun, senin sahip olduğun değerlerin altında ezilecek.” dedi “ Seni de ezecek, sana huzur vermeyecek.” dedi. Sen dinler misin hiç anneni! Ah Nilgün ah! Bizi de yaktın, kendini de! Allah sonunu hayır etsin!

Nilgün, kanepeden kalktı, salon giriş kapısı yanında bulunan tekli bir koltuğa oturdu. Başını ellerinin arasına aldı, dirseklerini dizlerine dayadı.
  • Ya kocan olacak o adamın ailesine ne demeli? Sen anlattın, nikâh günü en yakın arkadaşlarından Oya’ya ne dediğini! “Aman kızım, biz söz geçiremedik, sen evlenirken dikkat et bari: Almazsan milletinden, ölürsün illetinden!” Zavallı Oyacık orada kalakalmış ne demek bu diye?

Nilgün, sessiz ve sakin halini korudu. Biliyordu, Bihter Abla başladı mı bitirmeden susmazdı. Bu yüzden ses çıkarmamak en iyisiydi. Öte yandan Bihter Abla, Nilgün’ün sessizliğinden ürkmüştü. Ellerini dudaklarının üstüne koyarak ağzını sıkıca kapadı. Sonra da yerinden kalkarak genç kadının yanına geldi, yerde çömeldi, ellerine sarıldı, yüzünü açmaya çalıştı:
  • Ah Nilgüncüğüm, ben ne yaptım! Kim bilir ne kadar üzgünsündür sen! Bir de ben sıktım canını. Sen işini gücünü bırakıp bana bu kadar iyi bakarken ben ne nankörlük ettim. Ah kafam ah!

Genç kadından bir ses gelmeyince, elleri ile kafasına vurmaya başladı. Nilgün başını kaldırdı, Bihter Abla’nın ellerini tuttu ve onu sakinleştirmeye çabalayarak yanındaki sandalyeye oturttu:
  • Dur Bihter Abla! Yapma böyle şeyler! Beni daha çok üzüyorsun lütfen! Biliyorsun, ben seni öz ablamdan fazla severim!

Bihter Abla, gülümseyerek Nilgün’e baktı. Elleri ile saçlarını okşamaya başladı.
  • Ben de seni çok severim Nilgüncüğüm! Benim hiç kardeşim olmadı, biliyorsun. Ben seni kardeşim yerine koydum her zaman. Biz zaten birlikte büyüdük. Senin bebekliğini bilirim ben. Ay, ne güzel bir bebektin o zamanlar! Gece siyahı buklelerin vardı, öpmeye, koklamaya kıyamazdık. Bal rengiydi gözlerin, sonradan kahverengine döndü. Tombul, güzel bir kızdın. Bir bakan, bir daha bakardı.

Gülümsedi Nilgün:
  • Ah Bihter Abla, bunları bin kez dinledim senden!

  • Gel, otur şöyle yanıma!

Nilgün, sandalyenin yanındaki koltuğun kolçağına oturdu:
  • Ben on altı yaşıma gelene kadar seni hep kucağımda büyüttüm. Sahi, sen kaç yaşındasın şimdi?

  • Otuz altı!

  • Ya, o kadar oldun mu? Ben senden on yaş büyüğüm, demek ben de eğer…

  • Sen de kırk altı yaşında oldun Bihter Ablacığım!

  • Yıllar ne çabuk geçiyor! Sen küçücük bir kızdın. Amcam o zamanlar Eskişehir’de görevliydi, hatırlıyor musun, çakı gibiydi üniforma içinde! Lacivert… Bizim sokağa mavi arabasıyla girdiğinde herkes pencerelerden bakardı! Hey gidi hey! Annen de çıtı pıtı bir kadıncağızdı o zamanlar. Tatilde önce İzmir’e gider, annenin ailesini ziyaret ederdiniz, sonra da İstanbul’a gelirdiniz. Rahmetli babam nasıl sevinirdi! Ne de olsa tek kardeşiydi amcam onun.

  • Babam, size pişmaniye getirirdi. Rahmetli yengem çok severdi! Gerçekten çok güzel günlerdi! Hep anlatırsın.

Nilgün, kalktı. Pencerenin paralelinde duran geniş ve eski konsolun yanına gitti. Fotoğraf çerçevelerine baktı. Amcası ile yengesinin evlilik resmi, sararmış, yıpranmış… Güneş şeklinde gümüş bir çerçevenin içinde duruyor. Gümüş kararmış. Hemen yanında, iki kanatlı bir çerçeve, Bihter Abla’nın bebeklik resmi ile okula başlarken çekilen fotoğrafı yan yana konmuş. Bihter Abla’da hiç değişmeyen gözler, o kapkara biçimli, ceylan gözleri. Hemen yanında annesi ile babasının evlilik resmi, babası resmi görevli o yıllarda, pilot. Bu yüzden üniforması ile evlenmiş. Annesi, Bihter Abla’nın dediği gibi çıtı pıtı bir genç kız… Bir başka çerçeve içinde Handan Ablası ile Nilgün’ün resmi var. Handan, ilkokula yeni başlamış, Nilgün üç-dört yaşlarında…
Derin bir nefes almak istedi Nilgün, ama hava çok ağırdı.
  • Bihter Abla, çok havasız burası!

Koşar adımlarla pencereye yürüdü, zorlanarak açtı bir kanadını.
  • Bihter Abla bunlar da artık değiştirilmek ister. Bu yaz bir el atalım.

  • İstemem! Ben evime yabancı adam almam! Sonra ne demez mahalleli?

  • Of Bihter Abla! Kim bakacak senin evindeki tamirciye! İyice hastalanıyorsun sen. Bence acilen bir doktora görünmende yarar var. Tedavi edilen bir şey bu!

  • İstemem dedim! Ben gitmem doktora!

  • Kadın doktor buluruz istersen.

  • İstemem, istemem! Of, anla artık, istemem! Kocana da böyle yaptıysan seni boşamakta haklı adam! Senin gibi dik başlı, laf anlamaz kadını ne yapsın? Metresi yumuşak başlıdır, ne isterse yapar. Oh iyi yapmış!

Nilgün’e aldığı temiz hava zehir oldu. Pencerenin yanındaki koltuğa oturuverdi.
  • Açık bırakma o pencereyi, bak sonra tutuluveriyor her yerim!

Genç kadın, derin bir nefes aldıktan sonra, pencereyi kapadı. Koltuğa daha da bir yayıldı. Birkaç dakikalık bir sessizlik oldu. Nilgün, eski kocası ile metresi arasındaki ilişkiyi düşünmek yerine anılara dalmayı tercih etti. Babası, İstanbul’a tayin edildiğinde, o henüz dört yaşındaydı. Yeşilköy’e, lojmanlara taşınmışlardı. İki ayrı yakada yaşamalarına rağmen, iki erkek kardeş çok sık görüşüyorlardı. Eşleri iyi geçiniyor, Çocuklar da bir arada büyüyorlardı işte. Bihter, Nilgün’e hastalık derecesinde düşkündü. Nilgün de bir türlü anlaşamadığı ablasından daha çok seviyordu Bihter’i. Kuzeni Nilgün’ün ilk öğretmeni olmuştu. Ziyarete geldiklerinde saçlarını oyuncak bebek gibi tarar, en güzel tokaları takardı Bihter. Çeşit çeşit oyun icat eder, vitrinin üzerinde saklanan bebekleri annesinin tüm itirazlarına rağmen düşünmeden Nilgün’ün eline verirdi. Oynadıkları oyunlar, Bihter’in yaşı ile gelişmiş ve değişmişti. Başlangıçta evcilik, komşuculuk oynarlarken sonraları düğün kurma, gelin olma gibi çeşitli oyunlar oynamaya başlamışlardı. Bu oyunlarda her zaman Bihter gelin olurdu. Nilgün, baş nedimeydi. Televizyondaki Amerikan dizilerde gösterilen düğünleri canlandırıyorlardı. Bihter, peri kızı gibi bir gelin oluyordu, yeni diktirilen perdelerden artan tüller, duvak yerine geçiyordu. İlkokuldaki 23 Nisan gösterisinden kalan gümüş taç, bu tüllere çok yakışıyordu. Nilgün de Bihter’in eski mavi tüllü elbisesini giyiyor, boncuklu bir taç takarak güzel gelinin ardı sıra yürüyordu. Daha bunun gibi birçok oyunları vardı. Nilgün, her ziyaretten sonra, eve dönmemek için ağlardı. Eve geldiklerinde ise bir sonraki ziyaretin düşleri ile teselli bulur, rüyalarında Bihter Ablası ile oynadıkları oyunları görürdü. Bihter, Nilgün’ün hem ablası, hem arkadaşı, hem de idolüydü. Ona benzemek, onun gibi olmak, o olmak istiyordu her an. Derin bir hayranlık hissi ile yaklaşıyordu Bihter’e. Oysa öz ablası Handan, hep soğuk ve mesafeli gelirdi ona. Aralarında sadece üç yaş vardı, buna rağmen sıcak bir ilişkileri olmamıştı hiç. Bu sözleri, Handan’dan duysa, belki o kadar önemsemezdi; ama Bihter Abla’dan duyduğu her kırıcı söz, iki kat fazla yakıyordu canını.
  • Yağmur yağacak! Pencereleri açık bırakma! Sonra içeri su giriyor.

Yağmur yağacak! Ah bir yağsa!
  • Kapadım Bihter Abla! Merak etme.

Derin derin iç geçirdi Nilgün. Eski mutlu çocukluk günlerine sığınmak istiyordu. Sokakta ablalarıyla oynadığı yaz günlerine, yengesinin yaptığı turtalara, bakkaldan alınan gazozlara sığınmak ve onlardan hiç ayrılmamak… Ama arka sokağa gidilmeyecekti, orada oynanmayacak, sadece burada, bu evde ve bu sokakta yaşanacaktı tüm güzellikler. Düşlerde var olan bu ev ve bu sokaktı. Şu yağmur bir yağsa!
  • Cenazeyi hatırlıyor musun?

Kanı damarlarında dondu Nilgün’ün. Boğazında düğümlendi kederler. Yine de soğukkanlı olmalıydı:
  • Hangi cenaze? Amcamınki mi, yengeminki mi yoksa babamınki mi?

Bihter Abla’nın sesi korkunç bir tını ile titredi:
  • Hangi cenazeyi kast ettiğimi buz gibi anladın!

Evet, anlamıştı Nilgün. Bihter Abla’nın sesi biraz daha yumuşadı:
  • Bana cenazeyi anlat!

  • Off Bihter Abla, kırk defa anlattım sana cenazeyi! Daha ne? Hem neden kendini üzüyorsun böyle? Ne gerek var? Sen başına dert arıyorsun ha!

Odanın içi sanki kararmaya başlamıştı. Salonun girişinde bir sandalyede oturan beyaz saçlı kadının sesi, bu karanlığa eşlik eder gibiydi.
  • Yağmurlu bir gündü değil mi? Böyle yağmur yağdıkça sen de ağlıyordun. Hüngür hüngür ağlıyordun. Toprak çamur tutmuştu. Cenazeyi gömmeye gelenler, böyle bir havada öldüğü için rahmetliye “lanet” okuyorlardı içerinden. Öte yandan cenazeye katılanlar, acıdan çıldıracak hale gelmişlerdi. Hemen yan mezara defnedilen yaşlı kadının ailesi, kendi acılarını bir tarafa bırakıp bu insanları teselli ediyorlardı. Kendileri de 80’lik annelerini gömmeye geldiklerinde gencecik bir kızın acısıyla sarsılmışlardı. Yağmur, her şeyi ıslatıyor, temizliyordu. Gözyaşlarını bile.

Nilgün yerinden kalktı, bu kadar sorunla baş etmeye çalıştığı yetmezmiş gibi bir de bu cenaze hikâyesini dinliyordu.
  • Yeter Allah aşkına yeter! Kendini de kahrediyorsun beni de…

  • Yetmez! Dinleyeceksin beni!

  • Neden seni dinleyecekmişim? Ben bilmiyor muyum bu hikâyeyi satır satır? Sana anlatan kim bunu? En ince ayrıntısına kadar biliyorum. Ya, sen beni öldürecek misin Bihter Abla! Derdim başımdan aşkın zaten, bir de seninle uğraşıyorum!

Nilgün bu sözleri yüksek sesle, Bihter Abla’nın tam karşısına geçip söylemişti. Geçkin kız, başını önüne eğdi. Onun bu mahzun hali, Nilgün’ün yüreğine dokundu, önünde diz çöktü, yüzüne bakmaya çalıştı. Bihter Abla, ağlamaklı bir ses tonuyla konuşmaya başladı:
  • Biliyorum, sana fazla yük oldum. Amcamın ölümünden sonra annenle Handan İzmir’e taşındıklarında, sen sırf benim yüzümden İstanbul’da kaldın. Bunun farkındayım. Annem ve babam öldüğünde sen beni yalnız bırakmadın.

Nilgün, Bihter Ablanın boşalmış göz çukurlarına baktı. Yaşının çok üstünde göstermesine neden olan bu hastalığa lanet etti yüreğinden:
  • Ne ilgisi var canım! Bir kere Handan, babam ölmeden önce gitti İzmir’e, üniversiteyi kazandı. Mezun olduktan sonra da orada evlendi, hemen ardından babam vefat edince annem İzmir’e yerleşmeye karar verdi. Ailesi orada ne de olsa. Ben o yıllarda burada okuyordum zaten. İş de bulmuştum. O yüzden gitmedim, seninle ilgisi yok.

Bihter Abla, ellerini genç kadının saçlarında gezdirdi. Gülmekle ağlamak arasında gidip geliyordu:
  • Hadi benim güzelim hadi! Bari bana yapma bu laf ebeliğini! Ben bilmez miyim senin neden kaldığını İstanbul’da. Babamla annemi hiç yalnız bırakmadın cenazeden sonra, gelebildiğin her an geldin, gece yatılarına bile kaldın. Onlara teselli oldun, görmedim mi sanki? Onlar yitip gidince de beni yalnız bırakmadın. Yoksa ben nasıl var olabilirdim? Canım benim! Üzmeyeceğim artık seni, söz!”

Nilgün, Bihter Ablanın ellerini ellerinin içine aldı, sıkıca tuttu.
  • Üzme tabii, sadece biz kaldık! Kimimiz var başka? Beni üzme de tedavi işine razı ol!

Bihter Abla, ellerini Nilgün’ün ellerinden hızla çekti:
  • Çıkamam ben evimden!

  • Tamam, doktoru getireyim eve?

  • Olmaz, istemem ben kimseyi evimde!

Derin derin iç geçirdi yine Nilgün. Ayağa kalktı, evin içinde biraz dolaştı. Pencerenin yanına gitti. Yağmur, hafif damlalar halinde yağmaya başlamıştı. Birden içinde bir mutluluk hissetti. Oh nihayet başladı yağmaya! Yağ yağmur yağ! İçimdeki kederleri al, beni hafiflet cenaze gününde olduğu gibi. Yağ, yüreğimdeki tüm sıkıntıları yıka! Temizle beni!
  • Yağmur başladı!

  • Aman, iyi olmuş! Havadaki sıkıntıyı alır, götürür.

Nilgün, yeni hatırladığı bir şeyi sormak üzere arkasını döndü. Bihter Abla, hâlâ aynı yerde oturuyordu hayal gibiydi, üzerine bir karanlık perdesi düşmüştü adeta. Onun bu halini görünce bir an yüreği ezildi, ama sonra kendini toparladı:
  • Yan daireye yeni komşun taşınmış.

  • A evet, yazar mıymış neymiş, yeni bir delikanlı taşındı. Gece yarılarına kadar çalışıyor.

  • Kapıcı geçen geldiğimde taşınacağını söylemişti, ama aklımdan çıktı demek! Bekâr mı?

Hayal başını Nilgün’den yana çevirdi:
  • Bekâr, ne yapacaksın?

Utançla kızardı Nilgün:
  • Yok canım, ne yapacağım? Bekâra pek ev kiralamıyorlar da ondan sordum.

  • Külahıma anlat sen onu, dedi cilveli bir sesle Bihter Abla.

Nilgün, saç diplerine kadar kızardı.
  • Aman Bihter Abla! Sana da bir şey sorulmaz.

  • Sorulmaz tabii, şu uğursuz kocandan kurtuldun da şimdi başkalarına bakıyorsun! Kızım yaramaz bu adam sana! Bohem o bir kere, bohem! Şöyle adam gibi adamlara baksana biraz!

Bir kahkaha attı Nilgün:
  • İlahi Bihter Abla! Bana diyene bak! Sen nerden biliyorsun adam gibi adamları? Hiç tanıdın mı, gördün mü?

  • Gördüm tabii, bir sürüsünü de tanıdım. Ben on altı yaşına dek neler gördüm! Mahallede gençler “ Badem gözlü Bihter” derdi de başka bir şey demezdi. Buradan Acıbadem’e dek yayılmıştı gözlerimin namı. Bilmez misin?

Bilmez miydi hiç Nilgün? Küçük bir kızken az mı öykünürdü Bihter Ablasının gözlerine. Ona benzemek için annesinin göz kalemi ile az mı çizmişti yüzünü gözünü.
Yağmur, sağanağa çevirmişti. Nilgün yeniden yüzünü pencereye döndü. Hızlı hızlı pencereye vuran damlalarda huzuru hissetti.
  • Uykum geldi Nilgün. Ben yatıp biraz uyuyayım. Sen de evine git artık, bak yağmur da hızlandı.

  • Peki, Bihter Abla, seni yatırayım mı?

  • Yok, ben yatarım. O kadar da değil! Yalnız sen kapıyı iyice kilitle. Kimse girmesin içeri.

  • Peki, Bihter Abla!

  • Faturaları da unutma emi!

  • Unutmam, Allah rahatlık versin.

  • Hadi, sana da…

Bihter Abla, bir hayal gibi yerinden kalktı, salondan çıktı ve arkada bulunan odasına doğru yürümeye başladı. Nilgün de arkasından çıktı, paltosunu, ayakkabılarını giydi, kapının önündeki faturaları topladı. Dışarı çıktı. Anahtarı kilide henüz sokmuştu ki, gözlüklü adam yine yanında beliriverdi. Bu kez elleri kolları poşet doluydu, belli ki alışverişten dönüyordu. Yine genç kadına selam verdi. Tam bu sırada üst katın merdivenlerinden inen orta yaşlı bir hanımla karşılaştılar.
  • O! Nilgüncüğüm, nasılsın?

Nilgün, aşırı zayıf ve esmer kadına sahte bir gülümseme ile yanıt verdi:

  • Teşekkür ederim Suzan Hanım, iyiyim. Acilen gitmem gerekiyor, izninizle! İyi akşamlar!

  • İyi akşamlar kızım, dedi Suzan Hanım sevimsiz bir yüz ifadesi ile genç kadın merdivenlerden inerken.

Yeni taşınmış genç adam, konuşmaktan pek de zevk almadığı komşusuna sormadan edemedi:
  • Bu hanım kim?

Yeni komşusundan son derece memnun olan ve onu iki bekâr kızından birine uygun gören dedikodu meraklısı Suzan Hanım, gülümseyerek yanıt verdi:
  • Bu evin sahibi olan Nejat Bey ile Mahinur Hanım’ın yeğeni Nilgün.

  • Öyle mi? Ben bu insanları hiç görmedim.

Gülümsemesi hafif bir kahkahaya dönüştü kadının:

  • Göremezsin tabii evladım! Kaç yıl oldu onlar öleli! Ah zavallılar öyle büyük bir acı yaşadı ki düşman başına! Biricik evlatları, kızları Bihter, daha on altısındayken amansız bir hastalıktan sizlere ömür! Tabii bunlar kahroldu. Bu kızcağız küçücüktü, çok etkilendi o zamanlar…

Yüzüne yeterince acı ifadesi verdiğine kani olan Suzan Hanım, merdivenleri iyice kolaçan ettikten sonra, genç adamın kulağına eğilip devam etti:
  • Bu kızcağız, ondan sonra biraz, nasıl derler sıyırdı. Uzun süre kendi kendine konuştu durdu buralarda, “Kızım kiminle konuşuyorsun?” diye sorduğumuzda “Bihter Ablamla” derdi. Bir dönem tedavi oldu, toparladı. Bu evi de bozmadı, kiralamadı, öyle olduğu gibi tutuyor. Arada bir böyle geliyor, biraz oturup gidiyor. Artık nedense!

Genç adam, sağ eli ile “deli” işareti yapan Suzan Hanım’dan bir kez daha tiksindiğini fark etti ve bir sonraki ziyaretinde bu ilginç kadını daha yakından tanımaya karar verdi. Bir şey demeden poşetlerini yere bıraktı, dairesinin kapısını açtı.
Nilgün, koşar adımlarla apartmandan çıktı, arabasına bindi. Fazla ıslanmamıştı. Memnun oldu. Kontak anahtarını çevirmeden önce, torpido gözünden cep telefonunu çıkardı. Tatsız bir sürprizle karşılaşmak istemiyordu, hemen son aranan numaralar listesini buldu, en son aradığı numarayı çevirdi. Nilgün’ün salonunda cam sehpanın üzerinde duran telefon uzun uzun çaldı, ama kimse açmadı. Nilgün, rahatlamış bir biçimde telefonu kapadı, arabayı çalıştırdı.