Aramızda buz gibi bir rüzgâr esti. Fikri abi, delirtici sessizliğine geri döndü. Ben de Bağdat Caddesi’nde indim arabadan. Birbirimize veda bile etmedik. İkimiz de çok gergindik. Yaz akşamüstü kalabalığı caddeyi sarmış, hareketli topluluk oradan oraya akmaya başlamıştı ama fark eden kim? Kafam dolu, yüreğim çarpıntılı… Gözüm bir şey görmedi, kendimi eve attım.
Soğuk bir duşun ardından üstüme bir atlet bir de şort geçirip balkona çıktım. Masanın üstünde duran paketten bir sigara çekip yaktım, oturup ayaklarımı da başka bir sandalyeye uzatıp düşünmeye başladım. Durumun karmaşıklığı yetmezmiş gibi ben de her şeyi iyice çalkalayıp içinden çıkılmaz bir hale getirmiştim. Çenemi tutamamıştım. Bundan sonra ne olacaktı, görmek zordu. Belki Fikri abi beni işten çıkaracaktı, bir daha da yüzüme bakmayacaktı. Belki de tüm sırlar arka araya aydınlanıverecekti.
− O, müdürüm baca gibi tütmeye başlamış yine. Hayırdır?
Masanın karşısındaki sandalyede belirmişti bu defa Esra. Ona bir bakış atıp gözlerimi yine dışarıya diktim:
− Her şey birbirine girdi Esra. Serhat Turhangil ayağımıza kadar geldi ama adamı doğru düzgün sorgulayamadık bile. Önümüze Sude’nin arkadaşı Ali’yi atıp çekiliverdi sahneden. Hesapta adamı sıkıştırıp ağzından laf alacaktık. Ne gezer? Volkan sersemi de ağzı açık ayran budalası gibi Şerife Hoca’nın dibinden ayrılmadı. Neredeyse içine düşecekti kadının.
Kahkaha attı Esra:
− Ya ne olacaktı müdürüm? Çapraz sorgu yapacağını filan mı sandın? Cin olmadan adam çarpmak denir buna. Dün bir, bugün iki…
Sigaradan bir nefes daha çektim:
− Adama sormam gereken, zorlayıcı sorular vardı. Birini bile soramadım ya! Ha bir de! Fikri abi ile bozuştuk.
Yüzüne meraklı bir ifade yerleşti:
− Neden?
Nasıl açıklayayım şimdi ben sana nedeni? Canım zaten sıkkın:
− Aman işte! “Bana hiçbir şey anlatmıyorsun.” diye çemkirdim adama. O da bozuldu gitti. Şimdi ne halt edeceğimi bilmiyorum.
Yine bir kahkaha… Ama rahatsız edici, yüksek perden bir ses değil. Sahi, Esra’nın sesini nasıl tanımlarım? Neşeli, heyecanlı, hatta keyifli…
− Ah Asude ah! Sabırsız bir insansın sen. Çok merak ediyorum, kocana da böyle mi davranıyordun? Çat çat düşündüğün her şeyi söyleyip darlıyor muydun adamı?
Sigarayı, masa üstünde duran kenarı kırık cam küllükte söndürdüm. Gözlerim, dertsiz masa örtüsünün çiçekleri solmuş desenine takılı anlattım:
− Aksine… Ona karşı çok sabırlı davrandım. Sustum ve bana anlatmasını bekledim. Sonunda da anlattı zaten hazret.
− En başından kocanın karşısına çıkıp konuşsaydın, “Böyle değil benim kafamdaki ilişki, eğer çocuk istemiyorsan bana müsaade!” diyebilseydin bu kadar acı çekmezdin. O zaman sustun, sesini çıkarmadın. Ama şimdi belki de iki gün sonra sana her şeyi anlatacak olan Fikri abiyi fırçalıyorsun, öyle mi?
Öyleydi. Ne diyeceğimi bilemez bir halde kalakalmıştım gene.
− Haydi, kaldır başını… Kovulma meselesini de aklından çıkar. Fikri abi, dibini sıyırmıştı yaşama sevincinin. Seninle tanışınca can geldi adama. Asla kovmaz seni. Hareket getirdin adamın hayatına. Bir rutin oluşturdun onun için. Sabah poğaçalarla işe gelmen, evi temiz tutmaya çalışman, evrakları düzenlemek için çaba göstermen… Bunlardan vazgeçmez.
Gözlerimi kaldırıp Esra’ya baktım. İlk kez, şöyle alıcı gözüyle, korkmadan… Üstünde boğazlı kazak ve deri ceket yoktu. Tiril tiril, mavi bir gömlek ve beyaz kumaş pantolon vardı. Bugüne has bir durum muydu bu, yoksa epeydir böyleydi de ben mi fark etmemiştim? Çene hizasında kısa kesilmiş sarı saçları, delici gri-yeşil gözlerinin odak olduğu yuvarlak yüzünü çevreliyordu. Korkutucu olmasa aslında güzel bir kadındı. Acaba ona dokunabilir miydim bir kez daha denesem? Yoksa ellerimi buzlu suya daldırmış gibi mi olurdum yine? Gözlerinde şakacı bir pırıltı dolaştı.
− E, şimdi ne yapıyoruz müdürüm?
Ertesi gün ofiste Fikri abi ile karşılaşmayacağımı bilmenin rahatlığı vardı üstümde. Görece geç sayılabilecek bir saatte, 10 gibi açtım kapıyı, girdim içeriye, ola ki Fikri abi de geç kalmıştır da karşılaşmayalım diye.
Etraf fazla dağınık değildi. Mutfak, bir gün önce bıraktığım gibi duruyordu. Demek ki beni bıraktıktan sonra eve dönmemiş, bir yerlerde takılmış, belki iki kadeh parlatıp öyle yatmıştı. Yine de sağı solu gözden geçirmeyi ihmal etmedim. Ardından da bir bardak soğuk limonata yanında sade kahve pişirip masama geçtim. Fikri abiden hiç ses çıkmamıştı ama ben bugün Ali’yi arayacağıma dair bir mesaj yolladım. “Sakın arama, dur beni bekle.” gibisinden bir cevap gelmeyince sükût ikrardan gelir diyerek Ali’yi aramaya karar verdim.
Ali’nin telefonunu dosyadan bulup tuşladım. Uzun uzun çaldı ama cevap veren olmadı. Kahvemi içtikten sonra bir kez daha denedim. Bu defa muvaffak oldum sesini duymaya:
− Alo!
− Merhaba Ali Bey, ben Asude Bahar, Sude’nin cinayetini araştıran ekiptenim. Tanışmıştık hatırlarsanız.
Kısa bir sessizlik anı, hatırlamaya mı çalışıyor yoksa paniğe mi kapıldı?
− A evet, Fikri abinin asistanı değil mi? Merhaba, nasılsınız?
− Teşekkür ederim, sizi sormalı?
− İş güç filan… Bir gelişme var mı?
Paniğini biraz daha yükseltmekte yarar var, tabii paniğe kapıldıysa:
− Evet, önemli bazı gelişmeler var. Birkaç konuda fikrinizi almak için rahatsız ettim ben. Uygun musunuz?
Yine bir sessizlik anı:
− Aslında şu an limana girmek üzereyim. Önemli bir sevkiyatım var bugün. Ben sizi öğleden sonra arasam…
Alarm… Alarm… Alarm… Teşekkür edip kapadım telefonu. Soğuk limonatanın son yudumunu kafama dikmişken Esra beliriverdi karşımda. Ellerini masamın üstüne koymuş, bana doğru eğilmişti:
− Bu bir şey kanıtlamaz. Belki gerçekten işi vardır.
Yine yazlık kıyafet içindeydi. Limonküfü kolsuz bir bluz ve şalvar kesim desenli bir kumaş pantolon. Bu kız git gide güzelleşiyor diye düşündüm. Ya da ben artık ona alışmaya başladım.
− Ya da zaman kazanmaya çalışıyor. Dur bakalım.
Esra’nın gözlerinde yine şeytanca bir parıltı gördüm:
− Öbürünü arasana!
Gözlerimi kıstım:
− Kimi, Pelin’i mi?
Başını olumlu anlamda salladı:
− Ne demişler? Böl ve yönet. Bakalım beraberlik zinciri bozulunca birbirleri hakkında ne söyleyecekler?
Pelin’in telefonu uzun uzun çalmadı.
− Ben Pelin!
Bu nasıl bir özentiliktir ya? Amerikalıların “Bilmem kim konuşuyor.” şeklindeki telefon açmalarına benzeyen bir tonlama ile söylenen “Ben Pelin!” Kızım, hele bir dur! Belki adam rastgele çevirdi telefonu? Belki sana askıntı olacak? Adını neden hemen söylüyorsun? Ah bu deneyimsiz gençler!
− Merhaba. Asude Bahar ben, Sude’nin cinayetini araştıran ekipten. Hatırladınız mı?
Tereddüt ya da bekleme olmaksızın girdi hatta daldı konuşmaya:
− Evet, hatırladım. Buyurun? Ne vardı?
Sevimsiz şey! Böyle mi giriş yapılır?
− Bazı gelişmeler var da… Birkaç konuda görüş almam gerekiyor. Biraz zamanınız var mıydı?
− Sude için daima zaman ayırırım Asude Hanım. Ne isterseniz sorun.
Vay, iyi bir başlangıç diye buna derler!
− Teşekkür ederim. Öncelikle Serhat Bey ile görüştüm ama olayı bir de sizin bakış açınızla değerlendirmek isterim. Siz bu oyunu izlediniz değil mi? Sude’nin de rol aldığı oyun? Konusu hakkında biraz bilgi alabilir miyim?
Kısa bir duraklama! Evet, düşünüyor:
− Evet, izledim. Bu Serhat Bey’in çalıştığı kolejden mezun bir çocuk var: Alp mi Alper mi, öyle bir şey. O daha hafif bir otizmliymiş, bu Dustin Hoffman’ın oynadığı karakter gibi de çok zeki bir çocukmuş. Boğaziçi’ni kazanmış. Yine bu okulun bir öğrencisi var, onun adını diyemeyeceğim, o daha küçük. Lisedeymiş. Neyse işte bu iki otizmli genç, birbirine yardım ediyor. Serhat Bey’in konservatuara soktuğu bir öğrencisi var Mert ya da Murat… İsimler konusunda felaketim… Bu çocuk da onların iç sesini oynuyor. İşte “Aslında şöyle hissediyorum, böyle yapıyorum.” filan diye açıklama yapıyor arkadan.
İlginç bir oyun. Çocukları çok etkilendiğine eminim.
− Peki, ya Sude’nin rolü?
− Sude çocuğun gölge öğretmenini oynuyordu. Arada bir sahneye girip otizmle ilgili bilgiler veriyordu. Güzel bir performanstı.
Söylenen her şeyi ince ince not aldım:
− Ekipte başka kimse yok muydu? Set görevlileri, ışıkçılar filan?
− Bu bir gönüllülük projesi olduğundan Serhat Bey’in tanıdıkları arasından uygun olanlar gelip çalışıyordu. Yani sürekli bir ekip yoktu diye hatırlıyorum.
İşte en başından beri sormam gereken şeyler bunlardı. Bir işi el yordamı ile öğrenmek ne kadar zaman alıyor!
− Anladığım kadarıyla ekipte daimi olarak beş kişi vardı: Serhat Turhangil, Sude, Serhat Bey’in öğrencisi ve otizmli iki genç. Doğru mu anladım?
− Doğru, böyle olmalı. Diğerleri sürekli değildi.
− Peki, Sude bu kişiler tarafından rahatsız edilmiş miydi, biliyor musunuz?
Düşünme sessizliği, ardından cevaptan çok da emin olunmadığını hissettiren bir ses tonu:
− Yok, bana bir şey demedi. Çocukların hepsi de Sude’ye abla diyordu. Onlarla oyun dışında zaman geçirdiğini de sanmıyorum. Olsa bilirdim.
− Bir de şu Serhat Bey meselesi var. Sude’nin gittiği ressam hanım, Serhat Bey’in iyi dostuymuş. Hatta ona bizzat Serhat Bey yönlendirmiş Sude’yi.
− Ya şimdi, orası benim de kafamı karıştırıyor. Yani haberlerde filan neler görüyoruz. Bir satanist ayinine kurban gitmiş olabilir mi diyorsunuz Sude?
Hmmm… Satanist ayin… Ne Pentagram var ne mumlar ne kurukafa… Hiç sanmıyorum.
− Ben daha çok Serhat Bey ile aralarındaki ilişkiyi düşünüyorum. Ya da şöyle sorayım: Aralarında özel bir şey var mıydı?
Hiç tereddütsüz, kesin bir cevap:
− Kesinlikle hayır! Sude “Serhat Abi” diye hitap ederdi ona. Ayrıca Serhat Bey evli, çocuğu filan var adamın.
− Sude’den bu konu ile ilgili bir şey duymadınız yani?
− Asla! Sude aklı başında bir kızdı, evli barklı adamların peşinden giden motorlardan değildi. Kaldı ki Serhat Bey de sağlam bir adama benziyor bence.
Serhat Bey sağlam, ekip sağlam… Peki, kim öldürdü bu kızı o zaman?
− Teşekkür ederim, son bir şey soracağım. Sude’nin çevresinde ona asılan, onunla ilgilenen biri var mıydı? Bu konuştuklarımız dışında?
İşte şimdi bir sessizlik anı… Neyi ne kadar söyleyeceğini bilemiyor olabilir.
− Ya şimdi… Sude çok güzel ve tatlı bir kızdı. Ona hayran bir ton kişi sayabilirim size. Yani asılmak gibi demeyelim de… Bizim Ali, tanıştığımızdan beri Sude’ye hayrandır. Demek istediğim… İlginin boyutunu biraz abartmış olabilir.
Duymak istediklerim tam da bunlar… Haydi bakalım Pelincik, dök eteğindeki taşları:
− Evet, görüşmemiz sırasında da buna atıfta bulunmuştunuz. Nedir bu olay? Biraz detay alabilir miyim sakıncası yoksa?
Çorap söküğü gibi geldi gerisi:
− Asude Hanım, Ali biraz haddini hududunu bilmez. Ya sen bir düşün, bir kendine bak, bir de Sude’ye bak! Senin ailen ortanın biraz üstü bir aile. Ufak bir işletmeniz var. Senin haddin mi Akif Demirci’nin kızına yazmak! Adam Türkiye’nin sayılı zenginlerinden biri, kızını sana verir mi ya? Ama anlatamadım ben ona bunu. Kızın sevgilisi basmış Amerika’ya gitmiş, babası da hasta… “Araya girer, kendimi kabul ettiririm, zengin aileye de damat olurum.” diye mi kurdu bilmem artık. Sude bu durumdan mutlu değildi. Hatta son zamanlarda bir yere gideceğimiz zaman “Aman Ali’ye haber verme, ikimiz gidelim.” filan demeye başladı kız.
Demek Serhat Bey haklıydı:
− Ali, Sude’ye zarar vermiş olabilir mi?
Yine kesin bir cevap:
− Ay, hiç sanmam. Ali Sude’ye kıyamaz bir kere. Zaten Sude’nin öldürüldüğü gece Ali yurttaydı, geç saatlere kadar çalıştık biz. Zaten yurttan çıkamazdı ki! Giriş çıkış denetlenir güvenlik tarafından.
Pelin arkadaşını mı koruyordu yoksa haklı mıydı emin değilim ama yurt güvenliğinin sağlamcılığı malumumdu. Kıza teşekkür edip telefonu kapadığımda başa döndüğümü hissediyordum. Ali’yi listeden tümüyle çıkarmak mümkün değilse de katil olma ihtimalinin epey düşük olduğu görülebiliyordu.
Akşam erken çıktım. Bu defa mesaj atma zahmetinde bile bulunmadım. Nasılsa cevap gelmeyecekti. Gün içinde kardeşim Altan aramış, akşama İstanbul’da olacaklarını söylemişti. Ben de yorgun argın uğraşmasınlar diye yemeğe davet etmiştim onları. Kasaptan bir kilo kuşbaşı et aldım, -buzluktaki çözülmezdi çünkü- marketten de mantar ve patates… Hemen mantarlı et sote ve patates kızartması hazırlamaya giriştim. Biraz da yeşil salata yaptım mı tamamdı işte. Saat yedi buçukta masamı hazırlamış, konuklarımı beklemeye koyulmuştum.
Çocuklar 8'e doğru gelebildiler. Figen masayı görünce:
− Ay ablacığım çok zahmet olmuş, dedi.
− Aman ne zahmeti? Bugün geleceğinizi bilseydim akşamdan bir şeyler hazırladım. Artık Allah ne verdiyse buyurun, deyip masaya oturttum kardeşlerimi. Altan sekiz saat araba kullanmanın verdiği açlıkla hemen tabağına daldı. Figen’in “Dur canım, boğulacaksın, yavaş!” uyarılarına aldırmadan önündeki her şeyi silip süpürdü. Biz onun bu haliyle eğlenerek yedik yemeğimizi.
Masayı toplayıp bulaşık makinesini yerleştirdikten sonra tatlı niyetine aldığım dondurmayı ikram ettim balkonda. Kendine ancak gelen Altan, sigarasını tellendirirken sohbete başladı:
− Oh be! Ellerine sağlık Asu. Bugün de karnımız doydu şükür.
Figen kıvırcık uzun saçlarını arkasına atarak devam ettirdi:
− Sabire Anne de üzülüyordu “Ben yokken Asude’nin aklına pişirip yemek gelmez, iyice kuruyup kalacak.” diye. Hâlbuki sen ne sofralar kurmuşsun abla, ellerin dert görmesin.
“Siz olmasanız az bir peynirle iki kraker atıştırır, yatarım. Ne yemeği!” demedim. Sadece gülümseyip:
− Afiyet olsun! E, nasıldı bakalım tatil, diye sormakla yetindim.
Figen, sanki her adımını İnstagram’da paylaşmamış gibi, hunharca anlatmaya başladı tatili. Bozcaada’da butik bir otele gitmişlerdi. Aman yemekler nasıl lezzetliydi, her şey ne kadar da organikti, ya o şaraplar… Ah o ev yapımı şaraplar, neden yurt dışına da gönderilmiyordu? Denizin güzelliği anlatmakla bitmezdi. Kumsal cennetten bir köşeydi. İyi ki kimseler keşfetmeden gidip görmüşlerdi oraları, vesaire, vesaire…
Figen’in yutkunmak için ara verdiği anlardan birinde Altan söze girdi:
− Sen ne yapıyorsun Asu? Fikri abi nasıl? Nasıl gidiyor işin?
Fikri abi deyince içimde bir sızı belirdi:
− Fikri abiyi gördüğüm yok bu aralar. Önemli bir dava kovalıyor. Ben de ofisi düzenleyip telefonlara bakıyorum. Fena değil ya, sakin sessiz bir ortam.
Bu lafları özellikle söylemiştim. Nursen’in beni öldürmeye kalkmasından sonra hem annemde hem de kardeşimde garip bir endişe baş göstermişti. Ya yine aynısı olursa? Ya Fikri abinin peşine düştüğü kanunsuzlardan biri bana zarar verirse… Onları rahatlatmak benim de işime geliyordu. Altan yarım ağız güldü:
− Sen öyle sessiz sakin ortamlara pek alışık değilsindir ama… Neyse artık.
İmasını hissetmemiş gibi yaparak Figen’e döndüm. Lafı gereksiz yere kesildiği için hafiften sinirlenen Figen de kaldığı yerden devam etti. Tam tonton Alman çiftin kırkıncı evlilik yıl dönümlerini kutlamak için otel sahibinin yaptığı jesti anlatırken telefonum çaldı. Arayan Volkan’dı.
− Asude, iyi akşamlar! Seni bu saatte rahatsız ettiğim için özür dilerim ama Fikri’ye ulaşamıyorum. Telefonumu açmıyor.
Sesinde garip bir panik vardı. Hızlı hızlı nefes alıp verdiği hissediliyordu:
− Sakin ol Volkan, hayırdır? Bir sorun mu var?
− Bir sorun mu var? Tabii ki sorun var Asude? Nasıl sakin olayım? Bu adam garip bir iş çeviriyor. Ben de ona hiç güvenmiyorum güzelim. Sorun bu. Bana hiçbir şey anlatmıyor. Delireceğim ya!
Bu konuda Volkan’la aynı fikirdeydim, bana da bir şey anlatmıyordu. Ben de huzursuzdum. Ama yine de Fikri abiyi korumaya devam ettim:
− Henüz elinde kanıt yok, olsa anlatır. Biraz zaman ver lütfen. Telefonunu duymamış ya da bir görüşmede olduğu için açamamış olabilir. Bir de ben denerim. Çok geç olmazsa sana dönmesini sağlarım, tamam mı?
− Asude bak, bu işin şakası yok güzelim. Sude’nin ağabeyi iki gün sonra Türkiye’ye geliyor. Benimle görüşmek isteyecektir. Ona anlatacak bir şeyimiz yoksa bu davayı kaybettik demektir. Saat kaç olursa olsun beni arasın. Uyumayacağım ve telefon bekleyeceğim.
Elemanını fırçalayan eski moda bir müdür edası ile telefonu selamsız sabahsız kapadı. Ben de “fırçalanan eleman” olarak içimden “İyi, o zaman uyuma bütün gece! Sen istedin diye Fikri abiyi aramayacağım işte.” dedim. Telefonu kapar kapamaz, Figen ile Altan’ın merak dolu bakışlarına maruz kaldım:
− Önemli bir şey değil ya! Bu adam Fikri abinin birlikte çalıştığı özel dedektif. Güzide bir iş insanımız boşanıyor da… Delil için takip ediyor Fikri abi onu. Bu akşam arayıp bilgi vermemiş. Olay bu.
Tatmin olmuş iki çift gözün bulunduğu yüzler gevşedi, Figen sözünün ikinci kez kesilmesine aldırmadan kutlamayı en ince detayına dek anlatma çabasını sürdürdü. Neyse ki ikisi de “Kimmiş o boşanan?” diye sıkıştırmadı beni.
Kardeşimle eşinin “Eh artık bize müsaade!” demesi ile tatil anılarından kurtulmuş oldum. Tam kendilerini kapıya dek geçiriyordum ki telefonum bir daha çaldı. Bu defa Fikri Adar arıyordu. Telefonun yanıp sönen ekranında kimin aradığını gören Altan: “Haydi, sen bak işine! Biz kapıyı çeker gideriz.” dedi.
− Asude selam, uyumadın inşallah!
Hiçbir şey olmamış gibi konuşuyordu Fikri abi. Ben de aynen devam ettim:
− Yok abi, Altanlar döndü de bugün, oturuyorduk.
− Ha, selam söyle.
− Söylerim, Volkan deli gibi seni arıyor.
− Ne yapacakmış beni?
− Sude’nin ağabeyi dönüyormuş. Tabii hesap günü geldi çattı ama elinde bir şey yok.
− Ağzı iyi laf yapıyor, adamı oyalar o. İşi ne? Geç onu! Ne yaptın, aradın mı sen bugün Ali’yi?
Hmm, demek Volkan’ın telefonlarına kasten cevap verilmiyor.
− Aradım ama önemli bir sevkiyatı varmış. Bana geri dönmedi. Ben de Pelin’i aradım.
− İlginç bir şey söyledi mi?
− Ali’nin Sude’ye olan ilgisini o da teyit etti. Hatta son zamanlarda Sude ile ikisi bir yere gideceklerse Ali’yi ekiyorlarmış. Kız o kadar bunalmış. Ama cinayet gecesi Ali ile ders çalıştıklarını söyledi. Ali yurtta kalıyormuş ve belli bir saatten sonra giriş çıkış yapılmıyor malum. Şüpheli listesinden tamamen çıkarmadım ama Yeditepe Üniversitesi güvenlik anlamında sağlam bir yerdir.
− Anladım. Yarın sabah seni almaya geleceğim. Saat 10 gibi hazır ol.
Fikri abi, sonunda bana sırlarını mı açacak? Yoksa “Bu kız fena işkillendi, onu ortadan kaldırmam lazım.” deyip ıssız bir yerde işimi mi bitirecek?
− Hayırdır? Nereye gidiyoruz?
− Önce İMES’e sonra da Kayışdağı’na gidiyoruz.
− Sanayiide ne işimiz var abi?
− Naciye Çoban’ın oğlu Muharrem ile konuşacağız.
− Naciye Çoban nereden çıktı abi?
− Kızım uzattın ha! Geliyor musun, gelmiyor musun?
− Dur tamam, tabii ki geliyorum. Sabah bizim buranın trafiğine girdin mi çıkamazsın. Ben stadın oraya geleyim, E5’ten devam ederiz.
Ertesi sabah “Ben bugün araba ile gideceğim, epey bir işim var, seni de stadın oraya bırakayım” diyen Altan ile çıktım yola. Açıkçası biraz da rahatladım. Altan, Fikri abiyi gördü, arabasına bindiğime şahitlik etti. Demek ki Fikri abi bana bir şey yapamaz. Hayır, yani yapacağından değil de… İşte yine de…
Emniyet kemerini bağlarken Fikri abiye selam verdim.
− Altan epey bir kararmış ya. Denizden çıkmadılar herhalde.
− Memnun kalmışlar tatillerinden. Ama işte tatil sonsuza dek sürmüyor. Bugün işe başladı Altan.
− Ne yaparsın, hayat böyle. Altan’ın karısı öğretmendi değil mi?
− Evet, Büyük Kulüp’ün oradaki özel okulda çalışıyor. Haftaya seminerler başlıyor.
− E, hayırlısı olsun.
− Naciye Çoban’ın oğlu meselesi nedir? Anlatacak mısın?
Bıyıklarını ikiye bölen gülümsemesi peyda oldu yüzünde. Bu da tanıdık ve rahatlatıcı bir durumdu:
− Üzümünü ye, bağını sorma. Bu gariban da anasının ölümünü araştırmak için adam arıyormuş. Naciye Çoban’ın öldürüldüğüne emin. Dün telefonda görüştük. İşinden izin almaya çekindi, “Biz geliriz.” dedim. Dur bakalım ne diyecek?
E5 üzerindeki patron trafiğini aşmaya çalışırken başka bir şey konuşmadık. Fikri abinin en sevdiği Erkin Koray kasetlerinden birini çalıp kısık sesle eşlik ettik sadece. Demek Fikri abi benim seri cinayetlerle ilgili hipotezimi ciddiye almış, bu konuda araştırma yapmıştı. İnsanları bulmak için uğraşıyordu kaç gündür. Çok utanmıştım ama bir o kadar da huzurlu ve mutluydum.
Muharrem Çoban; yirmili yaşlarının başında, esmer, temiz yüzlü bir çocuktu. Geldiğimizi görünce ustasına çekingen bir bakış attı. Ona çok saygı duyduğu, hatta ondan çekindiği belliydi. İri yarı, pos bıyıklı usta ise babacan bir adam izlenimi yaratıyordu. Bizi fark eder etmez oğlanı yanımıza gönderdi, bununla da kalmadı, ofis gibi kullandığı kapalı odaya geçmemizi söyledi. Bir de üstüne çay ikram etti.
Odada karşılıklı oturmuş çaylarımızı beklerken yağlı iş tulumu içinde eğreti bir biçimde sandalyede oturan çocuğu süzdüm. Ne diyeceğini bilemiyor ama bir yandan da hevesle söze başlamak istiyor gibiydi. Onu bu dertten kurtarmak lazımdı:
− İşler de bayağı yoğun galiba?
Deminden beri içinde tutuğu nefesi hafifçe bıraktı:
− Çok şükür ablacığım, evimize ekmek götürüyoruz işte. Size hoş geldiniz de diyemedim. Sağ olun geldiğiniz için.
Fikri abi devam etti:
− Sen de sağ ol. Seni biraz üzeceğiz ama şu anacığının durumunu bir anlatıver hele bize koçum.
Muharrem’in yüzünden bir gölge geçti:
− Şimdi abicim, babamdan çok çekti anam. Dayak, hakaret, yoksulluk… Bini bir para… Ailesinden de destek göremedi, bilirsiniz, gelinliğin ile çıktığın eve kefeninle dönersin hesabı. Ama dayandı bizim için. Benim bir de ablam var, benden dört yaş büyük. Onun hayırlı bir kısmeti çıkınca benim de elim ekmek tutunca artık yeter dedi. Öyle ya daha gençti; temizlik yapar, hasta bakar yine de geçinirdi. Bıraktık çıktık evi. Kayışdağı’nda bir göz oda tuttuk. Güzel de geçinip gidiyorduk. Derken benim askerlik zamanım geldi, anam bir başına kaldı. Ablam gider gelirdi ama işte… O da biraz uzakta bize. Bir gece haber geldi “Anan öldü!” diye. Nasıl uçtum geldim bilmiyorum. Bizim birliğin komutanı yardımcı oldu Allah razı olsun. Bir de baktım ki intihar diyorlar. Abi, benim anam çok dindardı, umreye gitme planları yapıyordu. Beş vakit namazında kadın intihar eder mi? İntihar notu bırakmış. Anamın öyle çok bir okuma yazması yoktu ki. Not yazacak da canına kıyacak. Anam burnu kırıldığında dayandı, kolu alçıda her işini yaparken dayandı, tam rahata ermişken mi dayanamayacak? Anam intihar etmedi abi, biri onun canına kıydı.
İçeri ufak tefek bir delikanlı girdi, kahvehane tepsisi ile getirdiği çayları ikram etti, çıktı. Muharrem’in başı önünde çayını karıştırması öyle can acıtıcıydı ki… Aklımda önemli bir soru belirdi:
− Peki, baban? Bu işi baban yapmış olabilir mi?
Tıslama ile gülme arası bir ses çıktı ağzından:
− Yok abla, babam öldü. Anamdan iki ay önce… Biz evi bırakıp çıktığımızda Rus bir kadına takmıştı kafayı. Artık dostu mu satıcısı mıdır bilmem, günahı boynuna, bir adam gelip on yedi yerinden bıçaklamış. Anam boşanmadan geberip gittiği için sevindimdi. Maaşı kaldı en azından.
Genç bir adamın, babası için “geberip gitti” demesi ne kadar korkunç bir şeydi. Dram üstüne dram yaşamış bu delikanlıyı her şeye rağmen hayatta kalabildiği için nasıl da takdir ediyordum. İşte asıl süper kahramanlar bunlardı. İçimizdeydiler ve biz onlara karşı kör ve sağırdık.
Fikri abi aldı sözü:
− Anladım abicim. Peki, senin şüphelendiğin biri var mı? Anana kötülük etmek isteyen biri? Hani hasım olur, askıntı olur? Öyle bir şey…
Başını kaldırıp Fikri abiye baktı Muharrem:
− Anam namuslu kadındı. Ben askere varmadan önce üst sokaktan bir adam onu kuma almak istemişti de kıyametleri koparmıştı. Kimseye bakmazdı. Bütün mahalle de bunu bilirdi. Hatta evine temizliğe gittiği bir adam vardı, ona dermiş ki: “Naciye abla, senin gibi namuslu bir kadın bulsam hiç durmam evlenirim. Ama senin gibisi nerede?”
− Anacığını kuma isteyen bu adam bir haltlar karıştırmış olabilir mi?
Muharrem biraz daha düşündü. Bir yudum çay içti:
− Yok abi, olamaz bence. Neden diyeceksen adam zengin, hacı hoca tayfasından... Biri olmazsa diğerini bulur. Bulmuş da nitekim. Niye anamı öldürmekle uğraşsın?
Hangisi daha vahimdi bilemiyorum; Muharrem’in anasının namusunu kanıtlamaya çalışması mı, zengin bir hacının kendisine ikinci bir eş bulması mı yoksa çok acı çeken bir kadının vahşi bir şekilde yaşamdan kopartılması mı?
Fikri abi, benim gibi el yordamı ile yapmıyordu işini. Gayet iyi biliyordu hangi yoldan gideceğini:
− Peki, şimdi senden bir şey isteyeceğim koçum. Akşam otur, biraz düşün. Anacığın kimlere temizliğe giderdi? Haftada kaç gün çalışırdı? Gündüz genelde nerede olurdu? Görüştüğü konu komşusu kimlerdi? Bana bunların bir lisesini yap. Ben de o listeye göre ne yapabileceğime bakayım, olur mu?
Muharrem başı ile onayladı. Gözlerinde bir çocuk sevincinin pırıltısı vardı.
Sanayiden çıkarken Fikri abiyi inceledim biraz. O dervişane tavırlar, sakin ve huzurlu bakışlar geri gelmişti. Of be! Ne özlemiştim canım abimi!
Arabaya bindiğimizde hemen sordum:
−Şimdi nereye abi? Kayışdağı demiştin galiba?
Gözlerimin ta içine muzipçe baktı:
−Sürpriz olsun.
DEVAM EDECEK…