6. Cadı Avı

Yazan: Ayşen Erdöl
Volkan Soyalan, kafama kemirgen bir kurtçuk bırakarak çıkıp gittikten beş saat sonra, Fikri abinin mesai saatleri içinde ofise gelmeyeceğini anlayıp eve gitmeye karar verdim.
Normal zamanda akşam altı gibi çıkıyordum ama bu defa, biraz da içimdeki şüphe dalgalarını yatıştırmak için istemiştim Fikri abiyi görmeyi. Onun o sıcak ve babacan yüzünü, çenesine doğru kıvrılan bıyıklarını yaran sevimli gülümsemesini gördüğümde rahatlayacaktım. O yüzden yediye kadar bekledim gelmesini, gelmedi. Telefon da etmedi. Sadece kargoyu soran ve yarın sabahtan doktorla görüşmeye gidebileceğimi söyleyen bir mesaj yazdı. Mesajın satırları arasında kuşkularımı giderecek bir şeyler aradım boşuna.
Evde beni bekleyen kimse yoktu, canım da sıkılıyordu. Biraz gezip sonra da Çiya’da yemek yemeye karar verdim. Kitapçıları dolaştım, yeni çıkan kitaplara ve CD’lere baktım. Kafamı toparlayamıyordum bir türlü. Çiya’nın favası da humusu da yetmedi beni rahatlatmaya… İnsanın huzuru yoksa hiçbir şeyi yoktur zaten.
Bir yandan “Saçmalama Asude!” diyordum. “Bu adam senin hayatını kurtardı. O olmasaydı şu an Poyrazköy kayalıklarında isimsiz bir cesettin belki de. Mezarın bile yoktu. Sonra şu Kadıköy’de kimi çevirip Fikri abiyi sorsan bir iyiliğini görmüştür mutlaka. Altan dâhil herkes onu tanıyor, seviyor. Volkan zibidisinin dediğine bakıp adamdan kuşkulanman çok ayıp!” Öte yandan sol tarafımdaki şeytan beni dürtüyordu: “Kızım iyi hoş da… Haydi, odasına sokmamasını anladık! Ama kapısına dokununca kıyamet koparmak da ne oluyor? Ayrıca o dört yıl hikâyesini de hiç aklım almadı. Sonra karısını gören, bilen var mı? Altan bile demedi mi hakkında fazla bir şey bilmiyorum diye? Ya zamanında kötü bir şey yaptıysa da bunu mizacı ile gizlemeye çalışıyorsa?” Melek Asude yine alıyordu sazı eline: “Yok daha neler! Adam bir sürü polisle tanış, ahbap, dost. Yanlış bir şey yapsa hemen enselemezler mi?” Şeytan Asude’nin hiç acıması yoktu: “İyi ya kızım! Adam bu işin ciğerini biliyor. Bir şey yaptıysa gizlemesi de işin içinden sıyrılması da kolay! Onu nasıl sevdiklerini görmedin mi? Kimse ondan şüphelenmez ki!”
Sokaklar dar geliyordu bana. Biraz teselli bulmak için Bahariye Caddesi’ndeki o güzel balkona bakmak istedim. Olur ya, ben yaşlarda biri vardır belki balkonda şu anda. Oturmuş, kahve içiyordur. Ona seslenirim. “Ne güzel bir balkonunuz var hanımefendi ya da beyefendi.” derim. “Hayranım, inanın.” O da bana gülümser. “Buyurmaz mısınız? Bir kahvemi içiniz.”
Balkon karanlıktı. Belli ki sahipleri evde değildi, diğer camlarda da ışık yoktu çünkü. Hem biri olsa da sanki hiç tanımadığı birini evine davet eder! Sıkıntı ruhumu öyle bir kaplamıştı ki ayaklarımın beni Fikri abinin evine getirdiğini fark etmemiştim bile. Bir umut pencereye baktım. Hayır, Fikri abi dönmemişti. Saat dokuzu geçmişti ama o hâlâ dönmemişti. Maksude Hanım’la işi mi uzamıştı? Biriyle mi buluşmuştu? Bir yerlere yemeğe mi gitmişti?
Asude! Sen misin? Hayırdır, bu saatte?
Ses, yandaki apartmanın girişinden geliyordu. Başımı indirip baktığımda, Rukiye’nin bodrum penceresinin hemen yanında, hasır bir taburede oturduğunu gördüm.
Annem evde değil ya! Bu akşam dışarıda yemek yiyeyim dedim. Öyle tur atıyorum Kadıköy’de. Sen ne yapıyorsun?
Kucağındaki yuvarlak tepsinin içinden bir şeyler avuçladı ve bana uzattı:
Ne yapayım anacığım? Evler çok sıcak! Şurada biraz hava alayım dedim. Leblebi kavurdumdu. Bu sabah kızlar getirdi memleketten. Taze taze bir tadına bak.
Leblebileri aldım, sıcacıktı. Bir süre konuşmadan leblebi atıştırdık. Rukiye, gözlüğünü düzeltip bana daha bir dikkatli baktı.
Bir şey mi oldu? Keyfin yok gibi?
Rukiye gibi kadınlardan bir şey gizleyemezsiniz. Halk bilgesidir bunlar. Okumamış, mektep medrese görmemiştir ama çok şey yaşamış, dersi bizzat tecrübe ederek öğrenmiştir. Rukiye ile kocası Necati abi, Çorumludur. Rukiye küçükken anacığını kaybetmiş, babası da yeniden evlenmiş. Ama üvey ana, ablası ile onu sahiplenmemiş.
Köydeki bütün kızlar ortaokula gitti ilkokuldan sonra. Analığım bizi yollamadı. ‘Elin oğluna yarasın diye defter kitap parası mı dökelim? Sonra bağda bahçede kim çalışacak?’ dedi. Baktık babamız da ondan yana! Boynumuzu büktük, çalıştık. Babamdan bir oğlu oldu. Onu kayırır dururdu hep. Okusun, yüksek adam olsun istedi. Gelgelelim çocukta kafa da istek de yok. Okumadı. Elini sıcak sudan soğuk suya sokmamış, çift çubuk işini bilmez. E, bu da ağa, bey oğlu değil ki! Çiftçi Hasan’ın oğlu! Bir de itlik serserilik peşinde… Gezsin, yesin, içsin! Ticareti denediler, onda da dikiş tutturamadı. Babamın toprağı böyle böyle çarçur oldu gitti. Şimdi Çorum’da bir fabrikada çalışıyor. Orada da olacak gibi değil ya işte… Aç kalma korkusu ile duruyor yerinde.” diye anlatmıştı bir defasında.
18-19 yaşına gelince babası evlendirmiş ilk talipleri ile onu da ablasını da. Rukiye, eşi Necati abi ile önce kasabaya sonra da İstanbul’a göçmüş. Burada kapıcılık yapmışlar. Şimdi de bizim yan apartmanda çalışıyorlar. İki kızları var, büyüğü 17, küçüğü 15’inde. Lisede okuyorlar. Rukiye de onlarla beraber okuyor denebilir. Kitaplara meraklı, ezberden şiirler okuyan, Halk Eğitim’deki seminerleri kaçırmayan, festival filmlerini takip eden bir insan. Kurslara da gider. Dikiş, nakış, takı, oyuncak… Beceriklidir, her iş gelir elinden. Yaptıklarını kermeslerde satar, yoksul kızlar okusun diye bağışlar geliri. Kocası ile tek bir hedefleri var: Kızlar okuyup ayaklarının üstünde dursun, bunlar memlekete geri dönsünler. Köyden biraz toprak almışlar bile. İki odalı bir ev yapıp yerleşsinler, ekip biçsinler istiyorlar.
Rukiye, sana bir şey soracağım, dedim biraz da çekinerek.
Uzun, gece siyahı lepiskan saçlarını topladığı atkuyruğunu arkasına attı:
Zor olmasın hele! Sen zor sorarsın şimdi, dedi gülerek.
Yok, zor değil. Siz kaç senedir buradasınız?
Entarisinin uzun eteklerini toplayıp dizlerinin üstündeki tepsinin altına yerleştirdi:
İstanbul’a geleli 16 sene oldu. Benim küçük kız burada doğdu. Ama bu apartmana diyorsan sekiz sene filan… İlk geldiğimizde hemşerilerimiz Bahçelievler’de bir yere koymuşlardı bizi. Sekiz sene orada çalıştık. Sonra bina yıkıldı da site oldu. Biz de buraya geldik.
Sekiz sene… Kafamdaki soruları cevaplayamaz Rukiye:
Yani siz geldiğinizde Fikri abi buradaydı.
Başını salladı Rukiye:
Fikri abi buranın en eskilerinden. Babası rahmetli 76’da almış bu daireyi. Neredeyse kırk yıldır burada demek.
Yine de bir şeyler duymuş olabilirdi:
Bir ara ayrılmış buradan. Başka yere gitmiş.
Tekrar gözlüklerini düzeltti Rukiye.
Hiç bilmem. Ben geldiğimde burada oturuyordu. Öyle lafı dolandırıp durma, hele de bakayım, derdin ne senin?
İyice yaklaştım Rukiye’nin yanına. Hasır taburesinin yanındaki taş basamağa çöktüm:
Bir şey gizliyor. Gizlediği şey de beni düşündürüyor.
Başını yana yatırıp yüzüme baktı Rukiye:
Kimden gizliyor?
Böyle bir durumda “Ne gizliyor?” diye sorulması beklenir. Ama Rukiye’nin kafası farklı çalışıyordu:
Benden, senden, herkesten… Hayatında kimsenin bilmediği bir dönem var. Belki anası bile bilmiyor. Bu dönem beni endişelendiriyor.
Rukiye, tepsideki leblebileri karıştırdı:
Herkesin bir gizi vardır.
Peki, ya bu sır tehlikeli bir işle ilgiliyse?
Sesini alçaltıp kulağıma eğildi:
Ne mesela?
Ben de sesimi alçalttım:
Mesela yasaya aykırı bir olay? Bir suç?
Badem gözlerini iri iri açtı:
Sen deli mi oldun Asude? Adam bütün gün polisle, komiserle, savcıyla düşüp kalıyor. Bir suç işlese tutup götürmezler mi hiç?
Bu benim de aklıma geldi. Ama fazlası da geldi. Daha fazla anlatmamaya karar verdim. Rukiye ağzı gevşek biri değildi ama yine de Fikri abinin kulağına gitmesini istemiyordum bazı şeylerin. En iyisi “Haklısın.” deyip susmaktı. Rukiye, uzanıp elini omzuma koydu:
Sen yüreğini rahat tut bacım. Fikri abi altın gibi bir adamdır. Kaç senedir buradayım, bir yanlışını görmedim. Bak sana bir şey anlatayım: Buraya ilk geldiğimiz seneydi. Necati, arkadaşları ile ek iş almıştı. Malum, ek iş olmadan yaşanmıyor bu canına yandığım şehrinde. Köy yerinde ot topla, pişir karnın doyar. Burada mümkün mü? Gebze tarafında bir yerde boya badana işine gitmişti. Yaz günü gene böyle, kapı önünde oturuyoruz. Benim büyük kız, sen kalk şu okulun duvarına tırman! Dengede mi duramadı neyse, düşüverdi. Küçüğü kucakladığım gibi yanına koştum. Kolunun üstüne düşmüş, şükür fazla bir şey yok ama nasıl çığlık kıyamet ağlıyor. Kimseyi tanımıyorum, yol iz bilmiyorum, kadın başıma iki küçük çocukla ne edeyim? Fikri abi camdan görmüş olanı biteni. Koştu geldi, bizi arabaya attı, gittik hastaneye. Sağ olsun, elimi cebime attırmadı. Kolu kırılmış zillinin. Her bir tedavisini yaptırdı. Hızır gibi yetişti.
Çok iyi bir adam olduğunu biliyorum Rukiye. Canımı kurtaran adamdan bahsediyoruz.
Elini yeniden tepsindeki leblebilere daldırdı:
Ya bak işte. Siz artık can kardeşi olmuşsunuz. Ondan şüphe etmek yakışmaz sana. Elbet zamanı gelince derdini de açar.
Tekrar “Haklısın!” deyip kalktım ayağa. Daha ne diyebilirim ki. İyi geceler dileyerek gitmeye yeltendiğim anda Rukiye arkamdan seslendi:
Asude, sen has insansın. Başkası olsa “Bu cahil cühela köylü kızı ne diyor?” diye dönüp dinlemez bile. Sen benim fikrime değer verdin. Ben de sana diyeyim: Aynanın sırrı görünmez, ama baktın mı kendini görürsün. Sır dökülmeye başladı mı o vakit ayna aynalıktan çıkar. O yüzden bırak, bazı sırlar yerinde dursun.
Hayret ve takdir dolu bir “vay!”ın ardından dönüp baktım Rukiye’ye:
Sana cahil diyenin alnını karışlarım ben. Pek hoş bu! Nereden duydun? Memleketteki bir Alevi dedesinden mi?
Kahkaha attı Rukiye:
Yok be! Bizim kızlar vampirli kitaplara sardı bu aralar. Pek moda gençler arasında. Onlardan birinde okudumdu da pek hoşuma gittiydi. Tam yerine denk geldi, sana satayım dedim.
Tamamen olmasa da rahatlatmıştı Rukiye ile sohbet etmek. Rüyasız, nispeten rahat bir uykuya yetecek kadar. Sabah önemli işlerim vardı. Bir şeyler atıştırıp koyuldum yola. Önceden de Binnaz’ı aramıştım geleceğimi söylemek için, bekliyordu beni.
Dokuzu on geçe girdim Binnaz’ın muayenehanesinden içeri. Yeni hemşiresi ile randevularını gözden geçiriyordu güzel kuzenim. Beni görünce kalktı, sarıldı bana.
Bir kahve içelim mi işe başlamadan?
Pek keyfim yoktu. Ama onu kırmak da istemedim. Kahvemiz gelene kadar havadan sudan konuştuk.
A, unutmadan! Naciye Hanım vardı ya? Soyadı Durmaz’mış. Emekli olunca da memleketi Erzurum’a gitmiş. Sanırım senin Naciye değil bu hanım.
Demek ki Naciye Çoban’ın Derman Hastanesi ile bir bağlantısı yoktu. En azından benim bildiğim bir bağlantısı:
Teşekkür ederim Binnaz. Aysun’un arkadaşları, bu söz olayı ile ilgili bir şey biliyorlar mıdır sence?
Dudaklarını büktü Binnaz:
Bilseler polise anlatırlardı. Açıkçası onlar da benim gibi düşünüyorlar. Bu işte bir gariplik var ama nedir bilmiyoruz.
Kahvelerimizi içtikten sonra Binnaz beni karşı odasındaki Mahmut Şayan’ın yanına götürdü. Mahmut Bey, hatırladığım gibiydi. Uzun boylu, saçları hafifçe alnından çekilmeye ve kırlaşmaya başlamış, atletik yapılı, gözleri fel fecir okuyan, orta yaşlarının başında bir adam. Ama Volkan’dan farklı olarak yüksek bir ego hissedilmiyordu. Daha çok “Ben ekmeğime bakarım!” tadında bir arkadaştı. Hanımlarla hoş zaman geçirmeyi seviyor olabilirdi, bir hayli de ehli keyif olduğu muayenehanesinden belli oluyordu. Koltuğundaki yastıklar, fokurdayan elektrikli bir semaver, birkaç atıştırmalık, adamın kendini şımartmayı sevdiğini gösteriyordu.
Beni hatırlayamadı önce, Binnaz biraz detay verince genişçe bir gülümseme yayıldı dudaklarına:
A, evet evet! Nasılsınız Asude Hanım, diyerek uzattı elini. Nazikçe birkaç selamlama sözü ettikten sonra masasının önündeki koltuklara oturmamızı işaret etti.
Binnaz belli ki zaman kaybetmek istemiyordu:
Mahmut Hocam, Asude şu an bir araştırma şirketinde çalışıyor. Bir cinayet araştırması yapıyorlar. Öldürülen genç kız sizin hastanızmış. Birkaç soru sormak istiyor. Biraz vaktinizi alacağız müsaitseniz.
Kaşlarını huzursuzca çattı Mahmut Şayan:
Sude Demirci mi?
Lafa girmek için iyi bir andı:
Evet, Mahmut Bey, Sude Demirci. Konu hakkında bilginiz var sanırım.
Keyfi kaçmıştı ve bu her zerresinde hissediliyordu:
Var, olmaz mı? Pek kötü bir olay! Sude gibi gencecik bir kızın öldürülmesi faciadır. Benim de 17 yaşında bir kızım var. Aysun ile Sude’nin cinayetlerinden sonra inanın uykularım kaçıyor. Nasıl bir dünyada yaşıyoruz Yarabbi!
Mahmut Bey, bıraksam epey bir sızlanacak gibiydi. Konuya girmek iyi olacaktı:
Bu konuda sizden biraz bilgi almak istiyorum mümkünse. Sude uzun zamandır mı hastanızdı?
Yüzüme dikkatle baktı Mahmut Bey:
Asude Hanım, merakımı mazur görün de… Araştırma şirketi derken? Yani bir çeşit dedektiflik bürosu gibi mi?
Hemen çantamın iç cebinden kartvizitlerimden birini çıkardım:
Evet, bir dedektiflik bürosu Mahmut Bey. Sude’nin babası Akif Bey adına araştırma yapıyorum. Müşterimiz kendisi. Arzu ederseniz kendisi ile de irtibat kurabilirsiniz.
Gülümsedi tekrar:
Yok canım! Akif Bey’i rahatsız etmek istemem bunun için. Zaten sağlık sorunları var. Buyurun, dinliyorum sorularınızı.
Not defterimi çıkarıp temiz bir sayfaya Dr. Mahmut Şayan yazdım.
Birinci sorumu sordum zaten. Sude uzun süredir mi hastanızdı?
Gözlerini tavana dikti:
Üniversiteye başladığından beri. Daha önce başka bir meslektaşım takip ediyormuş. Alerjik astımı vardı yavrucağın. Üniversiteyi kazanıp bu tarafa geçince ben takip etmeye başladım.
Dört yıldır takip ediyormuş diye yazdım not defterime:
Peki, son zamanlarda ağırlaştı mı hastalığı? Ya da farklı bir sorun yaşıyor muydu?
Mahmut Bey, bilgisayarında birkaç dosya inceledi:
Bana en son 25 Nisan’da gelmiş. Bahar dönemi azar bu illet malum, ilaçlarının dozunu arttırdık. Astımın yanı sıra ürtiker de başlamıştı. Onun için de antihistaminik vermişim.
Ürtiker, yani kurdeşen! Acaba onu sıkıntıya sokan, tepki vermesine neden olan bir şey mi vardı hayatında? Mesela sorunlu bir sevgili?
Mahmut Bey, arkadaşları bize bir detay verdi: İlaçlar, Sude’nin bedeninin üstüne ve çevresine saçılmış bir halde bulunmuş. Bu sizce ne anlama geliyor?
Gözleri bulutlandı. Bunu bilmiyordu demek. Polis de incelemeye değer bir detay olarak görmemiş ve bu konuyu araştırmamış olmalıydı:
Öyle miymiş? Bilemedim ki! Hangi ilaçları acaba? Fısfısı mı yoksa haplar mı?
Güzel bir soruydu bu. Çocuklara sormalıydım, not aldım.
Bundan emin değilim. Arkadaşları sadece ilaçları dediler. Bunu öğrenirim fakat bir daha sizi rahatsız etmemek için sorayım: Fısfıs ya da haplar fark eder mi?
Düşünceli bir yüz ifadesi ile baktı bana:
Emin olamadım ki Asude Hanım. Eğer katille konuşurken nefesi tıkandıysa fısfısına ihtiyaç duymuş olabilir. Olaydan sonra da fısfıs yanına düşmüş kalmıştır. Ama haplar etrafa saçıldıysa bu pek garip olur doğrusu. Katil onunla alay eder gibi haplarını mı saçtı etrafa, nedir?
Derman Hastanesinin önünden dolmuşa binip Kadıköy’e doğru giderken Mahmut Bey’in söylediklerini düşünüyordum. Olay sırasında Sude’nin paniğe kapılması ve ilaçlarına ulaşmaya çalışması mantıklıydı. Acaba katil ilaçlara ulaşmasını engelleyerek ona işkence etmeye mi çalışmıştı? Kızcağızın çaresizliğini düşünmek yüreğimi sıktı. Peki, yardım isteyememiş miydi? Bağırmamış mıydı? Her şey çok ani mi gelişmişti? Adam silahı ona doğrulttuğunda öylece kalakalmış ve gıkını çıkaramamış olabilir miydi? Belki bir astım krizi tutmuştu o anda. İlaçlarına ulaşmak istemiş ama katilin onu vurmasıyla her şey çevreye saçılmıştı.
Ne kadar çok soru vardı ve ne kadar az cevap!
Ofise uğramadan bir de Tamay Hanım’a gitmeye karar verdim. Randevu almamıştım ama atölyesinin yerini öğrenmiştim. Web sayfasını incelerken sosyal medyasına da göz atmıştım tatilde filan olabilir diye. İstanbul’da birkaç sanat etkinliğine katılacağına dair bilgiler paylaşmıştı. Demek ki buralardaydı. Eğer atölyedeyse görüşme talebimi iletebilirdim. Değilse şansımı başka bir gün deneyecektim. Sorularımla onu şaşırtmayı hatta gafil avlamayı planlıyordum. Hazırlanmasına fırsat vermeyecektim.
Web sitesinden aldığım adrese geldiğimde ufak bir şaşkınlık yaşadım. Burası üç katlı, ahşap bir köşktü. Kadıköy’ün ara sokaklarında bulunan ve servet değerindeki eski evlerden biri. Restore edilmişti. Dış cephe limonküfü, pencereler pastel yeşile boyanmıştı. Yine pencerelere bina ile aynı renkte bombeli demirlikler takılmış, cumba havasına büründürülmüştü. Taş basamaklardan çıkınca ahşap kapıda dev bir İştar figürü karşılıyordu geleni. Figür, abanoz ağacından oyulmuş ve kapıya monte edilmişti. Hemen üstünde de eğik el yazısı ile “Lamia Art” yazan krem rengi bir tabela vardı. Kapının yanında duran zile bastım. Yankılanan bir çan sesi çevreyi kaplayıverdi. Yüksek frekansta bir sesti bu. Muhtemelen her katta duyulsun diye tercih edilmişti. Birkaç dakika sonra 17-18 yaşlarında, kıvırcık kısa saçları mora boyanmış, çıtı pıtı bir kızcağız kapıyı açtı. Burnunda, dudaklarında, kulaklarında piercingler vardı. Kiremit rengi işlemeli bir şalvar ve beyaz bir atlet gitmişti. Her rengi farklı bir oje ile boyanmış tırnakları göz alıyordu. Resmen “Farklıyım, kimlik arayışındayım, feci halde ergenim.” diye bas bas bağıran bir yavrucaktı bu.
Kimi aramıştınız?
İnce sesi, ergen öz güvensizliğini belirgin bir şekilde ortaya koyuyordu.
Tamay Hanım’la görüşecektim. Burada mı acaba?
Başını içeri çevirdi kız:
Birazdan gelecek. Girsenize içeri!
Bu nasıl bir rahatlıktı? Kimdir nedir sormadan insanları içeri almak, hele de bu devirde, Moda gibi bir yerde?
Şaşkın bir şekilde içeri girdim. Genç kız, geniş bir salona açılan sokak kapısını kapatıp duvara yaslanmış otantik bir divanın üstünde bağdaş kurdu. Yerlerde koyu yeşil ahşap kaplamalar vardı. Duvarlar krem rengiydi. Oraya buraya atılmış kilimler, iki divan ve renkli tüllerin asılı olduğu pencerenin önündeki açık yeşil berjer ile aralarında duran eskitilmiş sehpa dışında eşya yoktu burada. Ama yine de renkler fışkırıyordu her yerden. Salonun tam ortasında yukarı çıkan yeşil basamaklı ve krem rengi tırabzanlı merdivenin duvarları da dâhil olmak üzere her yerde tablolar asılıydı. İlk etapta hepsini algılamak zordu, hemen sokak kapısının yanındaki tabloyu incelemekle başladım işe. Tabii alt üst oldum. Bir adamın portresiydi bu. Mor ve altın rengi zeminde, kıvırcık siyah, uzun saçları, bembeyaz teni, iri, insanın içine işleyen yeşil gözleri ile gülümsüyordu. İşaret parmağı ile serçe parmağını kaldırıp diğerlerini avcuna gömdüğü ellerini, şeytan boynuzu gibi yapmış, onu izleyene uzatıyordu. Simsiyah kıyafetinde altın pırıltılar görülebiliyordu. Başının etrafında ise azizlere çizilen türden turuncu ve kırmızı bir halka vardı. Bir sesle irkildim:
Çok güzel değil mi? İnsanı içine çekiveriyor adeta! Nefis bir şeytan imgesi…
Başımı hayranlıkla konuşan genç kıza çeviremedim bile. Öylece takılı kalmıştı gözlerim tabloda:
Tanrı ya da şeytan…
Tanrı mı? Ben burada tanrısal bir şey göremiyorum.
Kızın sesi başka bir boyuttan geliyor gibiydi ya da ben bambaşka bir mekândaydım.
Ronnie James Dio, dedim kısık ve saygılı bir sesle. Heavy Metal’in sesi derlerdi adama. Metalcilerin kullandığı şeytan boynuzu işareti de ona atfedilir. Adını Gotik harflerle yazardı. Düz tutunca Dio yani Tanrı, ters okuyunca ise Devil yani Şeytan okunurdu böylece. Birkaç yıl önce öldü.
Bilmiyordum bunu. Demek gerçek biri o.
Gözlerimi tablodan ayırıp kıza bakmaya muvaffak oldum. Onu masum masum divanda otururken görmek de şaşırttı bir an beni. Kendimi toparladım. Bacaksız! Yaşın ne başın ne? Nereden bileceksin Dio’yu?
Tamay Hanım evde mi acaba?
Kız başını evet anlamında salladı:
Birazdan iner aşağıya. Ders için mi geldiniz siz de?
Evin garip bir havası vardı. Tabloların geri kalanını incelersem boyut değiştirip kayboluverecekmiş gibi hissediyordum. Yine de karşı konamaz bir çekimi vardı tabloların. Göz ucu ile Dio’nun yanındaki denizkızı resmine baktım. Gümüş pırıltılı masmavi bir denizden çıkmış, kıyıda duran genç bir adamı dudaklarından öpüyordu. Bir iki adım atıp divandaki kıza doğru gittiğimde fark ettim ki belli bir açıdan bakıldığında adamın yüzünde gümüş hatları olan bir kurukafa beliriyordu. Denizkızı, adama ölüm öpücüğü veriyordu demek. Diğerlerinde de böyle ürkütücü detaylar olup olmadığını merak ederken cevapladım kızı:
Hayır, bir konuda kendisi ile görüşeceğim.
Kız, nedir diye sormadı. İyi ki de sormadı. Tırnakları ile ilgilenmeyi daha keyifli buldu herhalde. Anlamsız bir şekilde farklı açılardan ojelerini inceliyordu. Bu esnada oluşan birkaç dakikalık sessizliği, merdivenin tepesinden gelen ses bozdu:
Merhabalar!
Bütün cadılar Angelica Huston’ın gençliğine benzemek zorundaysa Tamay Hanım da bir istisna değildi. Siyah, ortadan ayrılmış düz ve uzun saçlar, Kapkara bir kalemle daha da belirginleştirilmiş pırıltılı koyu renk gözler, oval bir yüz… Uzun boylu, hoş endamlı ve çekici bir kadındı merdivenlerden inen kişi. Koyu mor, renkli işlemeleri olan kolsuz bir keten elbisesi ve boncuklu düz sandaletleri ile Bohem sözcüğünün vücut bulmuş haliydi. Yanımıza gelip divanda oturan kızla aramızda durduğunda ne diyeceğimi şaşırmış bir haldeydim:
Tamay Hanım, değil mi?
Şekilli ve çıkık elmacık kemikleri hoş bir gülümseme ile belirginleşti:
Buyurun?
Yine beynim benden önce dizginleri eline aldı:
Önemli bir konu var. Bilginize başvurmak gerekti. Tabii siz de uygunsanız.
Tabii, ama biraz izin rica ediyorum. Şana ile fazla işimiz yok, onu göndereyim konuşalım. Gel Şana! Nerede çizimlerin?
Şana diye seslendiği kız, divanın kenarına koyduğu çizim çantasını alıp Tamay Hanım’ı takip etti. Merdivenlerin arkasında bulunan bir kapıdan girerek kayboldular. Ben de tekinsiz resimlerin bulunduğu o renk şelalesi salonda bir başıma kalakaldım. Tablolar ürkütücü birer kara delik gibi beni içlerine çekiyorlardı. İnternette araştırma yaparken bunların hiçbirini görmemiştim ya da bu kadar yakından görünce fark ediliyordu bir şeyler.
Yarım saat kadar bu gizemli ortamda dolaştıktan sonra Şana’nın çizimleri ile çıktığını görerek biraz rahatladım. Kız teşekkür ederek sokak kapısına yöneldi. Bana iyi günler dileyerek çıkıp gitti. On dakika sonra Tamay Hanım üstünde renkli seramik kupalar ve porselen demliğin bulunduğu genişçe bir tepsi ile yanıma geldi.
Şu koltuklara geçelim mi, diyerek cam kenarındaki berjerlere doğru yürüdü. Sehpaya tepsiyi koydu. Oturduk. Bana ada çayı servisi yaptı.
Teşekkür ederim, sizi rahatsız ettim ama…
Gülümseyerek sözümü kesti:
Etmiyorsunuz. Çok hoş bir enerjiniz var. Doğal ve anaç… Şu anda şarj ediyorsunuz beni.
İyice afalladım. Hesapta ben onu şaşırtacaktım:
Öyle mi?
Evet. Anne olmayı çok istediğiniz, ama bu sevgiyi verecek bir çocuğa sahip olamadığınızı hissediyorum. Doğru mu?
Bir an gözlerim doldu. Ne diyeceğimi bilemedim. Kafamdaki her şey uçtu gitti:
Bu enerjiniz insanlara iyi gelir. Suistimal edenler de çok olur, dikkat etmeli. Özelikle erkeklere…
Ben şimdi bu kadına ne diyeyim? Kendimi toplamak için bir yudum ada çayı içtim. Demi iyiydi. Biraz rahatladım. Konuyu değiştirmeye çalışmak en iyisiydi.
Evet, haklısınız. Resimleriniz, çok ilginç. Sarsıcı çalışmalarınız var. Şu Dio mesela, olağanüstü!
Tamay Hanım, arkasında kalan resme bakmak için başını çevirdi:
A, evet. Öldüğü zaman yapmıştım bu resmi. Yeni sahibine gidiyor bu hafta.
Demek satıldı.
Tekrar bana döndü:
Resmin fotoğraflarını Dio Kanser Vakfına göndermiştim. Bilirsiniz, öldükten sonra özellikle çocukların tedavisi için bir araştırma fonu kurulmasını vasiyet etmiş. Tablonun satışından elde edilen geliri oraya bağışlayacağımı söyledim. Kısa sürede müşteri çıktı. İsmini açıklamak istemeyen bir Rock yıldızı almış. Umarım Ozzy Osbourne’dur.
Vakfı bilmiyordum. Neden Ozzy’nin almasını istiyorsunuz? Sever misiniz?
Gülümsemesi tüm yüzüne yayıldı:
Dio’dan daha çok değil. Black Sabbath’ta halef seleftiler. Ozzy, Dio’yu sevmezdi hiç ama ölümünden sonra tablosunu alması hayal gücümü kışkırtıyor açıkçası.
Bu konuda çok bir bilgim yok maalesef. Ben işin klasik rock tarafındayım. Led Zeppelin’e hayranım mesela sonra Rainbow, Deep Purple filan. Black Sabbath bana ağır geliyor.
A, ben çok severim, dedi ensemden sırtıma doğru inen ve tüylerimi diken diken eden bir ses. Başımı kaldırmadım, oturduğum koltuğun kolçağına iliştiğini biliyordum zira. Ortam zaten ürkütücüydü, bir de onunla uğraşamayacaktım. Bu gerginlikten kurtulmak için söze girmenin en iyisi olduğunu düşündüm:
Kendimi tanıtmadım. Adım Asude Bahar. Bir müşterim adına araştırma yapıyorum. Bir cinayet soruşturması bu, geçen nisanda öldürülen bir genç kızla ilgili. Sizi de ziyaret etmiş, sanırım resim dersi almak için.
A, dedektif misiniz? Ne ilginç? Bana soru mu soracaksınız? Ne münasebet?” Bunlardan hiçbirini söylemedi Tamay Hanım. Sadece çayını yudumlayıp arkasına yaslandı:
Evet, resim dersleri veriyorum. Şana yani Şenay gibi akademiye hazırlanan ya da amatör olarak resimle uğraşıp kendini sağaltmak isteyenlere… Ama bir öğrencimin öldürüldüğünü hatırlamıyorum. Bu ciddi bir durum.
Sizi geçen mart ya da nisanda ziyaret etmiş, ders almak istemiş ama hemen akabinde öldürüldüğü için öğrenciniz olamamış. Adı Sude Demirci. Hatırlıyor musunuz?
Yüz ifadesinden anladığım kadarıyla hatırlamıyordu. Kupayı sehpaya koyup sol elini sol yanağına koydu.
İsim hafızam kötüdür. Bu yüzden öğrencilerime isimler veririm. Genelde anlamsız, küçük kısaltmalardır bunlar. Bazen de kadim varlıkların adını… Enerjileri neye uygunsa… Biraz daha bilgi verirseniz hatırlamaya çalışırım.
Bir an acaba bana ne isim verirdi diye düşünmekten kendimi alamadım. Ama sormaya da cesaret edemedim.
Yeditepe Üniversitesinde öğrenciydi. 23 yaşında bir genç bir kız, bukleli sarımtırak saçları vardı, tiyatro ile ilgileniyor ve otizm farkındalık projeleri üzerine çalışıyordu.
Gözlerini iri iri açtı Tamay Hanım:
Serhat’ın ekibindeki kız! Su. Ben ona Su diyordum çünkü insanların kendisine ihtiyaç duymalarını, ondan asla vazgeçmemelerini isteyen bir enerjisi vardı. Hatırladım şimdi. O kızcağız, öldürüldü mü? Hiç haberim olmadı. Serhat da söylemedi bana. Gerçi görüşemedik onunla ne zamandır. Çok üzüldüm. Kim yapmış bunu?
Tamay Hanım, Serhat Turhangil’i tanıyordu. Bundan bir şey çıkarabilirdim pekâlâ:
Bunu araştırıyoruz Tamay Hanım. Serhat Bey ile arkadaşsınız anladığım kadarıyla.
Evet, çok yakın bir dostumun eşidir Serhat. Ama dediğim gibi uzun zamandır görüşemedik. Ben geçen mayısta İzmir’e gittim, ailem orada yaşıyor. Temmuz ortasına kadar da oradaydım. Yeni döndüm sayılır. Görüşemedik haliyle. Haberim de olmamış.
Makul bir açıklama, ama Tamay Hanım’ı temize çıkarır mı?
Peki, Sude hakkında ne düşünüyorsunuz? Yani su metaforu dışında.
Tamay Hanım doğruldu, bana daha da yaklaştı:
Resim yapmayı severmiş. Yetenekli de denebilirdi. Birkaç şey çizdi burada. Birlikte çalışırsak kendini geliştirebileceğini söyledim. O da kabul etti. Ama devam etmedi. Anlamıştım gelmeyeceğini. Bir işi layıkıyla yapıp ortaya bir eser çıkarmak yerine her şeyle ilgileniyor görünmek hevesindeydi. İzmir’e gidince de tamamen aklımdan çıktı gitti.
Ama benim aklımdan çıkıp gitmeyen bir şey vardı:
Tamay Hanım, yanlış anlamayın ama burada resim dışında işler de yapıyor musunuz? Mesela tarot filan?
Çın çın çınlayan bir kahkaha attı ressam:
Şu ön yargılar ne kötü şeyler değil mi? Cadı deyince aklınıza kristal küresine bakıp kehanetlerde bulunan bir kadın mı geliyor? Ya da süpürgesi ile uçup büyü yapan biri? Ay çok iyiydi! Asude Hanım, biz cadılık derken dişil enerjiden bahsediyoruz. Dünyayı oluşturan ve insiye eden kutsal güçten, İştar’dan, Hekate’den, İsis’ten, Demeter’den geçen, yüce ışıktan… Buna rağmen her zaman hor görülen kadın… Ya erkeklerden ya da erkeklerin güdümünde aşağılanan kadın… İşte cadılıktan kastımız bu enerjiyi yaşamak. Yoksa üfürükçülük değil.
Sehpada duran çayından bir yudum daha aldı.
Bunu demek istemedim Tamay Hanım. Sadece Sude’nin arkadaşına söylediği bir şey yüzünden sordum bu soruyu. Buraya gelip sizinle konuştuktan sonra arkadaşına sizin onun hakkında her şeyi bildiğinizi, medyum gibi hayatını sayıp döktüğünüzü söylemiş.
Tekrar arkasına yaslandı, müstehzi bir gülüşle gözlerimin içine baktı:
Asude Hanım, ne medyumum ne de falcı. Ama insanların duygu ve düşüncelerini anlarım. Bu öyle gizemli, büyülü bir yetenek değil, dikkatlice bakarsanız herkesin yüreğini görebilirsiniz zaten. Az önce sizinle ilk kez karşılaştığımızda, Dio portresinin önünde duruyordunuz değil mi? Portre ile Şana’nın arasında… Çok etkilendiniz, hatta gerildiniz. Ama portrenin önünden çekilmediniz. Hatta portre ile Şana’nın arasında durdunuz. İnsiyaki bir biçimde portrenin kıza zarar vermesini engellediniz. İşte sizin anaç enerjinizi böyle fark ettim. Parmaklarınızda yüzük olmadığını ve aşırı düzgün fiziğinizi de işin içine katınca aslında anne olmak isteyen ama olamamış biri kadın gördüm karşımda.
Vay canına! Bu muydu yani?
Ama yanılmış da olabilirdiniz? Ya kilolu olsaydım? Ya da yüzük takmayı tercih etmeyen biri?
Başını onaylarcasına salladı:
Doğrudur. Yanılma payım da var. Yanılmış olduğum durumlar da… Ama insanlar hep yanılmadığım konuları hatırlama eğilimindedirler. Bu hacı, hoca, falcı tayfası nasıl bu kadar para kazanıyor sanıyorsunuz?
Yani diyorsunuz ki Sude isabetli yorumlarınızı hatırladığı için sizin her şeyi bildiğinizi düşündü.
İnanın, ona ne dediğimi bile hatırlamıyorum. Galiba babasının hastalığından konuşmuştuk biraz. Ölümcül bir illetmiş, babasının acı çekmesine dayanamadığını söylemişti. Hatta çizdiği şeylerden biri de mezarlıktı galiba.
İşte bu çok ilginç! Kızcağız öleceğini mi hissetmişti acaba?
Çizimleri duruyor mu?
Çizimleri ona verdim. Burada bana ait olmayan hiçbir çizimi tutmam. Etik değil.
Anlıyorum, peki neler çizdiğini hatırlıyor musunuz?
Sol eli ile ağzını kapattı, düşünüyordu. Az sonra kollarını kavuşturdu:
Hepsini değil. Bir bu mezarlığı… Bir de…
DEVAM EDECEK…