Dönen dolapları düşünüyordum.
Fikri abi bana ne diyecek acaba? Ne gibi sürprizlere gebe yarınki konuşma?
Akşam bulaşıkları makineye yerleştirirken kapı çaldı. Gelen Figen’di.
− Anneciğim, bu akşam bizim dizinin sezon finali var ya! Ben burada izleyebilir miyim? Maç varmış, Altan bırakmıyor.
Annem çok memnun oldu. Gelini ile ortak dizi keyfi. Figen, mutfak kapısında dikilip bana kaş göz etti:
− Altan diyor ki Asude de maçı bizde izlesin. Seni bekliyor.
Maç mı? Ne maçı? Anlamamış gözlerle baktım kıza. Figen kaşını gözünü çevirmeye devam ediyor:
−Ya abla anla işte! Dünya Kupası maçı!
Dünya Kupası mı? Ben Fenerbahçe’nin derbi maçlarını zor izlerim, o da baba emaneti diye. En sonunda kızcağız yanıma gelip sesini alçalttı:
− Altan’ın seninle konuşacağı bir şey varmış. İnsene aşağı!
Hayırdır inşallah!
Ellerimi yıkayıp alt kata indim. Kapı açıktı, girip kapadım. Gerçekten de salondan bir stadın coşkulu sesleri geliyordu. Altan seslendi:
− Gel gel, balkondayım.
Salondaki dev ekran televizyona şöyle bir bakıp balkona geçtim. Altan, elinde sigarası sorgulayacağı zanlıyı bekleyen polis edası ile oturuyor. Karşısındaki hasır sandalyeye oturup masadaki paketten bir sigara aldım ve yanındaki çakmakla yaktım.
− Hayırdır Altan? Bir şey mi var?
Sigarasının dumanını savurdu, sigara tutan parmağı ile açılmakta olan alnını kaşıdı:
− Sen söyle! Neler karıştırıyorsun sen Asude?
Aramızda dört yaş var ama bana abla demeyi ilkokulu bitirdiği yıl bıraktı. Ortaokulda ergen olunuyor ya hani.
− Ne karıştırıyormuşum?
Elindeki sigaraya baktı bir. Sonra yine başını kaldırdı:
− Bizim oradaki ozalit dükkânının sahibi Serhan geldi bugün dükkâna. Bizim Fikri abiye gitmişsin. Hesapta Arif amca göndermiş seni ona.
Yüreğim yine bir hop ediverdi:
− Sen Fikri abiyi nereden tanıyorsun?
Altan’ın sabrı taştı:
− Fikri abi benim kaç senelik müşterim! Kadıköy’de herkes tanır onu. Avukatların, sosyete dedektiflerinin filan işlerini takip eder. Ayrıca sağlam adamdır, birinin polisle, savcı ile işi olsa hemen çözer. Hayır, Arif amcayı nereden gördün de onu tavsiye etti? Ben onu anlamadım.
Arif amca! Arif Toraman. Kafamda bir sürü taş var ama bir sürü yer yok ki oturtayım!
− Arif amca kim Altan?
Gözlerini iyice belertip sigarasını küllüğe bastırdı:
− Yok artık Asude! Babamın askerlik arkadaşı Arif amca…
Hakikaten… Yok artık!
− Kızım senin beynin iyice sulandı. Babam hep anlatırdı ya, askerden gelince birlikte Elektrik İdaresine girmişler de babam istifa edip dükkân açmış, Arif amca da oradan emekli olmuş. Hani Hasanpaşa’da evleri var. Oğlu Serhan’ı da babam işe soktu ozalitte. Sonra çocuk oraya ortak oldu filan. Bizim düğünde gelin arabasını süren Serhan hani?
Sislerin beynimde yavaş yavaş dağıldığı görebiliyordum. Tombul, tepesi açık, kahverengi takım elbiseli bir Arif amca, sarışın, yeşil gözlü, bıyıklı bir Serhan. Serhan’ın parlak fuşya rengi elbiseli, benim bile yaptırmaya imtina ettiğim görümce topuzunu tepesine kondurmuş karısı… Demek ben bu Arif Toraman’ı tanıyordum. Hatta oğlunu ve gelinini de tanıyordum. Fikri abi de araştırmıştı tabii beni. Niye araştırmasın? Kaçın kurası? Yaş tahtaya basar mı?
Ah Esra ah! Artık seninle ilgili hiçbir mantıklı açıklama yapmaya çalışmayacağım. Kendime söz veriyorum.
Altan’a bazı şeyleri anlatmaya karar verdim. Ama “bazı” şeyleri… Her şeyi anlatırsam yine kafayı sıyırdığımı düşünür.
− Peki Altan, daha fazla aptala yatamayacağım, anlatayım derdimi. Biliyorsun, bir ilkokul arkadaşım öldürüldü. Bu olay ve şu son zamanlarda yaşadıklarım beni derinden etkiledi. Cinayeti araştırıyorum diyemem. Ama oğlunu gördüm ve kendimi nedense ona karşı sorumlu hissettim. Aileye biraz destek olmak bana da iyi gelecek. Kendimi iyileştirmem için. Fikri abiyi de bir gazeteci arkadaşımdan duydum. Ama işi bırakmış ve basın camiasına küs galiba. Oradan birinin adını verirsem beni geri çevirebilirdi. Bürosuna gittiğimde Serhan’ın ozalit dükkânının logosunu görünce dosyalarda… Serhan ile Arif amcayı tanıdığını düşünüp onların adını verdim. Şansımı denedim yani.
Gözlerini devirdi Altan:
− Güzelim sen dedektif gibi olmuşsun iki günde. Kızım bunlar tehlikeli işler! Kendini toparlayacaksın diye başını daha beter belaya sokma.
Evet, sözcüklerim buraya kadar beni idare etti. Bundan sonra ne diyeceğimi bilmiyorum, bakalım neler çıkacak ağzımdan?
− Altan öyle değil, ben soruşturma filan yapmıyorum. Katili yakalamak derdinde değilim. Sadece Nilgün’ün oğlu için biraz araştırma yapıyorum, o kadar. Başımı derde sokmayacağım, merak etme.
Altan biraz da olsa rahatlamıştı. Ama bu olana bitene bir anlam veremiyordu hâlâ. Ben verebiliyor muydum ki?
− Tatsız bir şey olursa kendine saklama, hemen haber ver bize. Gidip saçma sapan yerlerde hırsız polis oynama sakın. Bak valla büyüğümsün demem, canına okurum Asude. Zaten Fikri abi ile de konuştum, seni beladan uzak tutmasını istedim. Neyse ki ona gitmişsin.
A, Fikri abi! Eh, şimdi ben de biraz senin hakkında araştırma yapayım bari:
− Evet, bana da sağlam göründü. Birlikte çalıştığı gazeteci arkadaşlardan iyi şeyler duydum ama birden işi bırakıp gitmesi filan.
Altan başını az önce kararan göğe çevirdi, kafasında ne söyleyeceğini toparlamaya çalışıyor olmalıydı. Sonra yine bana baktı, bir şey anlatırken hep yaptığı gibi elleri kolları hareketlendi:
− Çok bir şey bilmiyorum Asude. Babası rahmetli, Kadıköy’ün tanınan, bilinen insanlarındanmış. Kan davasından kaçırmak için burada uzak akrabalarına göndermişler. Ama kimse sahip çıkmamış, kendi kendine büyümüş, ekmeğini kazanmış. Sonra da askerlik zamanında Fikri abinin annesi ile tanışmış, Marmaris mi Fethiye mi öyle bir yerden annesi. Evlenmiş, kendi hayatını kurmuş. Fikri abi de burada doğmuş büyümüş, gazeteciliğe başlamış filan. Sonra zengin bir adamın kızına tutulmuş. Büyük aşk! Adam vermemiş, kaçmışlar, evlenmişler. Tam mutlu olacaklar, kız amansız bir hastalığa tutulmuş. Ölmüş gitmiş. Fikri abi de basmış istifayı, bırakmış her şeyi. Şimdi burada bu işi yapıyor. Çok severler, çok iyi bir insandır. Bildiğim bu.
Gözlerim yaşardı. Bu hikâyede birçok toplumcu gerçekçi yazara yetecek kadar malzeme var. Sevdiği insanı kaybetmek… Sevdiği insanın ölümüne şahit olmak… Birden şöyle düşünürken yakaladım kendimi: “İyi ki biz boşandık. İyi ki bırakıp gitti beni. Ondan dilediğimce nefret edebilirim. Ya ölseydi? Ben senelerce bir hayalete âşık ve sadık kalsaydım?
Hayalet? Yoksa Esra?
Altan sağ elinin işaret parmağını salladı bana doğru:
− Asude bak bu son uyarımdır: Dedektifçilik oynamak yok. Düzenli olarak Fikri abiyi arayıp soracağım. Tamam, kafayı sıyırdın filan ama… Her şeyin bir haddi hududu var.
Kalktım, kardeşimin kafasında kalan ve çok kısa bir süre sonra onu terk edecek saçları elimle karıştırdım, kafasını sağa sola oynatmasına aldırmadan hem de:
− Merak etme. Çok uslu olacağım. Canım kardeşim benim.
Ertesi gün Esra gelmedi.
Bu defa bir kutu bir şey alıp götürmeyi akıl ettim kendi başıma. Babamın en sevdiği fırından yeni çıkmış mini pizzalar aldım, koyuldum Moda yoluna.
Katı şaşırmayayım diye merdivenden çıktım. Fikri abi kapının kasnağına dayanmış bekliyordu. Elimdeki dumanı tüten camgöbeği renkli kutuyu görünce yüzündeki bezgin ifade kayboldu. “Ne zahmet ettin!” filan demeye gerek duymadan kutuyu kaptı ve içeri girdi. Ben de arkasından…
− Ablacığım, kesene bereket! Öğle yemeğine zaman bulamamıştım. Bunlar iyi oldu! Çay da demledim yeni. Geç sen salona, ben çayları koyup geliyorum.
Ben de “Yardım edeyim.” filan demedim. Geçtim oturdum. Beş dakika kadar sonra elinde iki kupa çay, dirseğinin altına sıkıştırdığı kutu ve ağzına attığı bir pizza ile geldi Fikri abi:
− Sıcakmış da imansız be! Valla çok iyi oldu bu. Şeker kullanıyor musun abla?
Kullansam ne olur? Bir şekerlik mi var ortada? Kaldı ki şekerli bir şey içemem hiç.
− Yok, kullanmam. Teşekkür ederim, zahmet verdim abi.
Kupalardan birini bana verdikten sonra elinde kutu ve kupa ile üçlü koltuğa oturdu. Gayet savunmasız ve masum göründüğü anda saldırıya geçmenin uygun olacağını düşündüm:
− Altan’ın selamı var. Meğer müşterisiymişsin kardeşimin. Bileydim Arif amcaya varana kadar onun adını derdim.
Ağzındaki lokma, kalın ve tarazlı sesini boğdu:
− Aleyküm selam! Evet, Altan iyi çocuktur, benim külüstürün de dilinden bir o anlar. Sucuklu mini pizza tutan eli ile girişteki kırık dökük masanın üstündeki eski bilgisayarı gösterdi, sonra pizzayı bir lokmada imha etti.
− Babamı da tanırdın herhalde.
Başını öne arkaya iki kez salladı:
− Tanırdım rahmetliyi. Babamla tanışırlardı. Buranın insanıydı babam. Kadıköy’de çalışmadığı dükkân, ticarethane kalmamıştır herhalde.
− Peki, işe dönelim o zaman. Neler öğrendin abi? Meraktan uyuyamadım.
Başını kutudan kaldırıp bana baktı. Sehpanın üstünde duran kâğıt mendil paketinden bir mendili parmaklarının ucu ile tutup çekti, ellerini sildi. Gözlerini benden ayırmadan kupasından bir yudum çay içti. Gözlerinde “Ha şöyle konuya gel bakalım” der gibi bir ifade çakıp söndü, kupayı tekrar sehpaya bıraktı:
− Ablacığım sen şimdi bana bu işin doğrusunu söyle önce. Sen bu hikâyenin neresindesin?
Gözlerimi yukarı kaldırıp düşünüyormuş gibi yaptım:
− Aslında katil benim. Dikkati başka yöne çekmek için soruşturmayı etkilemeye uğraşıyorum. Dudaklarımı gülümsermiş gibi gerip ama asla gülümsemeden yine Fikri abiye çevirdim bakışlarımı. O da “Çattık be!” bakışı ile cevap verdi bana:
− Abla bak, Sherlock Holmes okudun mu hiç bilmem. O der ki: “Olay zaten bir tarafı bilinmeyen bir şey. Bir de öbür tarafı belirsiz kalırsa tutacak bir yer kalmaz, yani iki ucu boklu değnek.”
− Doyle’un bizim deyimlere bu kadar aşina olması ne hoş. Okurum aslında Sherlock Holmes, ama hiç duymadım bunu.
Dili, dişinin arasında kalmış bir şeyi çıkarıyormuş gibi kıpırdadı yanakları:
− Ya bırak şimdi tatavayı! Sen benim soruma cevap ver hele. Neden bu olaya dâhil oldun sen?
Katil olma ihtimalimi hemen elemişti Fikri abi. Önce buna biraz bozuldum. Neden ben de katil olmayayım? O sokakta önüne geleni geberten, gül gibi karılarını öldüren, gereksiz insan müsveddelerinden neyim eksik? Bir anda gözünün dönmesine bakar. E, ne diyecektim ben şimdi? Kupayı sehpanın üstüne bırakıp ellerimi göğsümde bağlayarak arkama yaslandım. Bir miktar zaman kazanmak için, sonra düşündüm de gerçeği söylesem ne olur? Zaten inanmaz ki:
− Aslında neme lazım elin katili, değil mi? Ya ne oldu biliyor musun? Bir gün böyle Caddebostan sahilde oturuyorum. Birden yanımda ne olduğunu anlamadığım bir yaratık peyda oldu. Hayalet mi, cin mi, peri mi bilmem. O bulaştırdı beni bu işe. Yoksa ben ne anlarım cinayetten filan. Ama işin garip tarafı heyecan, adrenalin filan, iyi de geldi. Bak inanmazsın, bir şüphelim bile var.
Söylediklerimi gözlerini kısarak dinledi, sol gözünü kırpıp “Ne iş?” dercesine dudağını yanağına doğru çekti:
− Torbacını değiştir abla sen!
Midemden yükselen kahkahayı engelleyemedim. Ben kahkahayı basınca Fikri abi de gülmeye başladı; ayna efekti. Bir süre beraberce güldük. Sakinleyince gevşemiştim ve artık ne söyleyeceğimi biliyordum:
− Altan ne kadar anlattı bilmem. Kötü bir zaman geçiriyorum ben. Ciddi ciddi kötü… Birkaç ay içinde hayatım başıma yıkıldı gitti. Şimdi yaşamak için bir nedene ihtiyacım var abi. Yeniden başlamak için. Önüme bu geldi, buna tutundum. Başka diyecek bir şeyim yok.
Fikri abi, sehpanın üstündeki sigara paketini aldı, önce bana uzattı, sonra kendisine bir tane aldı. Paketin içindeki çakmakla ikimizin sigarasını da yaktı, bir nefes çekti ve dumanı bıraktı:
− Bilirim o tutunma hikâyesini. Bazı günler yataktan kalkamazsın, kalkmak istemezsin. Şuracıkta ölüp gitsem diye dua edersin. Cesedini taşırsın sanki.
Gözleri camdan dışarı takıldı kaldı. Az önceki neşeli ve vurdumduymaz halinden eser yoktu:
− Yaşamanın anlamı çekilir gider, suyu kesilmiş değirmen gibi kalakalırsın ortada. Ne işlersin ne durursun. Rüzgâr nereye sürüklerse…
Başını yine bana çevirdi:
− Ama derler ya, kara gün kararıp kalmıyor. Bulutsuzluk Özlemi’nin de dediği gibi “Ne olursa olsun, yaşamaya mecbursun” işte. Bir şekilde hayatta kalıyorsun. Anan için, baban için, kardeşin için… Bir şey için… Ama ölmüyorsun işte.
Yine yüreğimde aynı şükür yankılandı. “İyi ki ölmedin Ercan! İyi ki beni böyle bir tarafı sakat, yüreğimdeki yara asla iyileşmeyecek bir şekilde bırakıp gitmedin. Senden nefret ederek sağaltabilirim kendimi. Sonra da nefretimi dindirip yeniden sevebilirim başka birini. Bir süre senden izler ararım insanlarda ama sonra tamamen dinince azabım, kimseye haksızlık etmeden belki sende asla olmayacak özellikleri bulup aşka yelken açabilirim korkusuzca. İyi ki hayattasın ve iyi ki nefret ediyorum şu an senden.”
Derin bir uykudan uyar gibi gerindi ve sigarasını söndürdü küllükte Fikri abi.
− Senin işte bir numara yok abla. Kadıncağızı iki kurşunla hacamat etmişler. Tanıdığı, bildiği biri olmalı, kapıyı kendi açmış katiline. Gece yarısından hemen önce öldürüldüğü tespit edilmiş. Bir şey gören duyan olmamış. Susturucu kullanmış eleman. Ani ölüm, kendisi bile anlamamıştır garibimin öldüğünü. Farklı bir parmak izi de bulamamışlar çevrede. Eksik gedik bir şey de yokmuş evde. Hırsızlık değil yani.
− O zaman niye bana bir dolaplar dönüyor dedin?
Bıyığının altında gerildi dudakları:
− Dolap sendin. Neden döndüğünü merak ettim. Eh, madem durumun bu, o zaman bakalım seni hayatta tutturabilecek miyiz? Öncelikle Altan’a söz verdim, başını derde sokmayacaksın. Her şeyi benden haberli yapacaksın. Aman diyeyim bak! Altından ne çıkar bilemeyiz. Şimdi de bakalım, şüphelin kimmiş?
Bir gün önce yaptığım ziyareti, öğrendiklerimin bana düşündürdüklerini bir bir sayıp döktüm Fikri abiye hiçbir şeyi atlamadan. Sonra pazar günü yapılacak olan duaya gideceğimi, orada da biraz araştırma yapacağımı söyledim. Sözümü kesmeden beni dinledi.
− Bu dediğin mantıklı abla, genelde katil birinci dereceden akraba çıkar zaten. Şu duada ne öğrenirsen benimle paylaş, en ince ayrıntısına kadar. Gerekirse not filan al. Ben de şu Cengiz’i araştırayım bir. Öğrendiğime göre Amerikan marka bir yapı kimyasalları firmasında pazarlama müdürüymüş. Büyük bir firma değil ama yine de bir pazarlama müdürünün bu kadar çok iş seyahatine çıkması ilginç hani. Emrinde hiç mi adam yok? Her yere o mu koşturuyor bakalım.
− Komşusunun dediğine göre Nilgün de kuşkulanıyormuş bu durumdan. Son zamanlarda çok düşünceliymiş.
Başını salladı Fikri abi:
− Anlar kadın milleti. Radar gibidir maşallah. Şimdi bak ablacığım, ben yarın İstanbul dışına çıkıyorum. Bir hafta yokum ailevi bir mesele için. Haftaya cumartesi ya da pazar İstanbul’da olurum. Aman diyeyim kendi başına iş yapma! Öğrendiklerini güzelce not al ve beni bekle! Sonra külahları değişmeyelim.
Kendimi yeniden Moda’daki insan kalabalığına bıraktığımda yine aynı tanıdık duygu ile doldu içim dışım. Rahatlatıyor bu adam beni. Güvende hissediyorum yanında. Belki de hep özlemini çektiğim abi o. İnsan her zaman ruh ikizini, büyük aşkını filan bulmaz ya! Bazen de aradığı abiyi, ablayı bulur işte. A! Olaylara kendimi kaptırıp üst katında yaşayan ve bana çok tanıdık gelen adamın kim olduğunu sormayı unuttum.
Bahariye’den Altıyol’a doğru yürürken mağaza vitrinlerine baktığımı fark ettim. Şu ya da bu elbise, bluz ya da etek, pantolon… Renkleri, modelleri, duruşları… Yeniden hayata mı dönüyordum ne? Marka tercihim olan bir mağazanın vitrinine epey bir takıldım hatta. İçeri girip birkaç şey deneyebilirdim bile. Aman şimdi sıcak! Terledim filan da zaten. Canım, bir şey alsam da nerede giyeceğim, Nilgün’ün duasında mı? Bunlar kafamda geçerken duyduğum bir sesle irkildim:
−Asu! A, sen nereden çıktın?
Tam karşımda elma yanaklı, derin kara gözleri ile gülümseyen İlkay, kollarını açmış bana doğru geliyordu. Sevdiğiniz insanları gördüğünüzde gayriihtiyari gülücükler açar yüzünüzde. İlkay’a sarılırken o hali almış yüzümü, onun lepiska saçlarına gömdüm.
− Geziyorum işte. Unuttun mu artık benim mekânım buralar. Asıl sen ne arıyorsun Kadıköy’de Beşiktaşlı, dedim kendimi kollarından kurtarıp.
İlkay, parmağı ile alt sokağı gösterdi:
− Şurada bir sanat galerisi var, oradaki serginin haberini yaptım.
Yüzümde şaşkın bir ifade, sorar gibi baktım.
− Ne işin var senin sanat galerisiyle ya?
Dindirilemez bir gülümsemesi var bu kadının:
− Haberin yok tabii senin. Ben ayrıldım Tan Medya Grubundan.
Şaşkınlığım iyice arttı:
− A, Neden?
− Ya canımcığım, sürekli bir sirkülasyon. Yeni nesil tipler türedi ortamda. Lafa geldi mi mangalda kül bırakmazlar ama iş istedin mi bin mazeret! Anca giyinsinler, süslensinler, âlemlerde gezsinler. Bir numaraları yok. Patron da tepemizde Demokles’in kılıcı gibi sallanıyor. Bir ay kadar önce toplantıda dergilerde fazla eleman olduğunu söyledi. Bilmem kimin bilmem nesi diye önüne geleni dergiye alırsan öyle olur tabii. Dedim yeter ya! Çıktım Nursen’in karşısına, madem fazlayız, ver tazminatımı gideyim ben. Onun da işine geldi tabii. Zaten boyum kabahat, kilom kabahat! Sıkılmıştım iyice boyalı basından. HayART Dergi Grubunu bilirsin, sanat dergileri çıkarır. Başındaki adam benim çok iyi arkadaşımdır. Ne zamandır “Bırak şu kokoşları da gel şu dergileri adam edelim.” diyordu. Ben de şimdi onunla çalışıyorum. O sergi senin, bu konser benim, mis gibi iş.”
Bana kalırsa İlkay endamı yerinde, hoş bir kadındı. Onu olsa olsa balıketi olarak nitelendirirdim. Güzelliği gözlerindeki ışıktan, yüzündeki derin gülümsemeden, sesindeki neşe dolu tınlamadan gelen, etrafına parlak bir enerji saçan insanlardandı. Dostluğumuz, ben JAAN Ajans Halkla İlişkiler Müdürü, o Tan Dergi Grubu Yazı İşleri Müdürü olmadan çok öncelere dayanıyordu. İkimizin de etinden, sütünden, yününden yararlanıldığı birer stajyer olduğumuz günlerden beri tanışır ve görüşürdük. Hem de ailecek. Eşi Caner ve Ercan iyi arkadaştılar. Neredeyse ayda bir toplanır bir şeyler yapardık. Demek o da cafcaflı işinden ayrılmıştı.
− A, bak ne diyeceğim? Caner bu akşam halı sahada maçta olacak. Şirket bilmem nesi. Haydi, bize gidelim, terasta bir çilingir sofrası kurarız, Allah ne verdiyse… Az biraz dertleşiriz. Akşam da Caner’le seni eve bırakırız.
İtiraz etmek için bir mazeret düşündüm, ama anneme haber vermemem dışında bir şey bulamadım. Keyfim yok filan desem “Gel, ben senin keyfini yerine getiririm.” diyecek. İtiraz edilemez insanlardandır İlkay, edemedim. Yarım saat sonra, anneme telefon etmiş, kendimizi Beşiktaş’a giden vapura atmış, yolu yarılamıştık bile.
− Vallahi Asucuğum, geldim 45’ime… Bu yaştan sonra kimsenin kahrını çekemem. Zaten kalmış emekliliğe şurada beş yıl. Evim başımda, kira ödemiyorum. Caner’in işleri iyi çok şükür. Ne gelirse idare ediyorsun. Zaten bizim karı koca öyle şaşalı bir hayatımız yok. Sakin insanlarız. Burada da fena kazanmıyorum. Bir Tan Dergi Grubu değil tabii. Ama çok keyifli, kendi kendimin patronuyum. Bilirsin, sanat etkinliklerine de bayılırım. E, senin var mı bir gelişme iş açısından filan?
Bir an bana iş teklif edecek sandım ama sonra düşündüm; bu ülkede sanattan, gerçek sanattan para kazanan mı var? Eminim dergide elemana ihtiyaç yoktur. Zaten ben ne anlarım dergicilikten?
− Yok maalesef. Patron yerime Mari Makaryan’ı almış.
Pek şaşırdı İlkay:
− Ayol, o kadın yüz yaşında filandır be! Bırakır gider yakında. Sen de işine geri dönersin.
Derin derin iç çektim:
− Hiç sanmıyorum İlkaycığım. Ben bir daha o ajanstaki işime dönemem. Bitti artık. Mari Makaryan’ın eline yeni ve hevesli bir kız verirler, yetiştirir onu. Oldu da bitti.
Yüzü ekşidi İlkay’ın:
− Senin eline su dökecek hevesli kız yok cicim. Sen beni dinle. Güzelce dinlen, kendini toparla hele. O bir tarafının kıllarına aklar düşmüş patronun ayaklarına kapanacak yine. Dediydi dersin.
Gerçekten olur muydu öyle bir şey? Eski yaşamıma dönebilir miydim? Sadece bir ay geçmiş olmasına rağmen o kadar uzaktı ki o günlerim. Sanki hiç yaşanmamış gibi.
Vapurdan indik, Çarşı’dan biraz humus, fava, acılı ezme aldık, yine jet hızıyla eve doğru yöneldik. İlkay’la Caner, Dereboyu Caddesinde, Çırağan Sarayı’nın biraz ilerisinde, eskiden namlı dershanelerin olduğu binanın yan tarafından girilen yokuşun baştan ikinci apartmanının teras katında yaşıyorlardı. Bu evde az mı küfür kıyamet Fenerbahçe-Beşiktaş maçı izledik? Yaz akşamları, denize bakan terasta yediğimiz yemekler… Ercan’la yaşadığım hayat… O hayatın bir başka keskin parçası… Ama nedense o kadar da kötü hissetmedim kendimi asansörle en üst kata çıkarken. Sanki yavaş yavaş zamanın o karanlık denizine gömülüyordu Ercan.
İlkay, pire gibi diye tabir edilen insanlardandır. İçeri girer girmez ev kıyafetlerini geçiriverdi üstüne, kedisi Cingöz’ü mıncıkladı sevdi, mamasını verdi ve mutfağa girdi. Bu defa yardım ettim. Ayağımıza dolanan ve “Sevin beni!” diye salınan tombik Cingöz’le ilgilenmeyi de ihmal etmeden hem de. Çalışan her kadının yaptığı gibi uygun zamanında hazırlayıp buzluğa attığı köfteleri çıkardık. Onlar çözülürken yeşil salata yaptık, mezeleri tabaklara koyduk, masayı hazırladık. Köfteler de kızarınca gayet tatmin edici bir sofra kurulmuş oldu İlkay’ın denize bakan terasında. Rakı içecektik tabii. İlkay ile rakı içilir. Tatlı yorgunluğumuzu bardaklara pay ettiğimiz ve suyla beyaza dönen rakının keskin tadına emanet ettik. İlkay birden ayaklandı:
− A! Birkaç tane de patates kızartaydık ya!
Kolundan tutup oturttum:
− Kızım bırak allasen… Kim yiyecek patates kızartmasını şimdi! Bunca şey varken…
Gönülsüzce oturdu İlkay:
− Aman aç kaldım deme de sonra.
− Aşk olsun, hep derim öyle şeyler tabii.
Bana sevgi ve şefkat dolu bir gülümseme ile baktı İlkay:
− Bazen yemeden içmeden yaşamanın bir formülünü buldun diye düşünmüyor değilim Asu. Neyse, haydi bakalım! Sağlığına…
Kadehi ağzıma götürürken söylendim:
− Ruh sağlığıma!
Pek bir münasebetsizlik etmişim gibi baktı bana İlkay:
− Ne diyorsun sen be! Neyin varmış? Senin yerinde kim olsa sarsılır kızım. Olur o kadarcık. Maşallahın var yine. Millet boşanınca ne hallere giriyor, sürüm sürüm sürünen var be! Haydi, zıplatma benim sinirimi. Bak, bu humus var ya, bir numara bir… Böylesini ancak Hatay’da yersin.
Üstüne biraz zeytin yağı gezdirilmiş humustan bir çatal aldım, gerçekten de çok lezzetliydi:
− E, anlat bakalım! Ne dedikodular var çevrede? Benim hakkımda da bir şeyler duydun mu?
− Kız ben paparazzi miyim? Zaten o gruptan kimseyle konuşmuyorum artık. Çok yapmacık geliyorlar. Arada bir Nursen’le mesajlaşıyorum, o da yılların hatırına. Sizin sektörle zaten işim olmaz.
Kim bilir neler duymuştur ama beni üzmemek için söylemiyor olmalı, benim tatlı ve anaç dostum.
− Bak onu soracaktım laf karıştı. “Nursen’in işine geldi beni çıkarmak.” dedin. Sen Nursen’in sağ koluydun. Nasıl işine geldi?
İlkay bir yudum rakı içti, sonra biraz peynir attı ağzına:
− Bilirsin ben eşek gibi çalışırım. İşten şikâyet etmem. Ama gıcık bir yanım da yok değildir hani, aklıma yatmayan işi sırf patron istedi diye yapmam. Kırmızı çizgilerim vardır. Patron milletine de omurga dokunur malum. Epeydir üst kattakilerle benim yüzümden papaz oluyordu kız. Ben gideyim deyince rahatladı biraz.
Aşağıda, Ortaköy Dereboyu Caddesinde arapsaçına dönmüş bir cuma akşamı trafiği vardı. Ama biz o kadar yukarıdaydık ki burada gürültüden azadeydik. Herkes bir yere yetişme, kendini nefes alabileceği bir vahaya atabilme derdindeydi. Kimi dostları ile buluşacağı bir eğlence yerine, kimi ailesi ile zaman geçireceği evine gidiyordu. Bu nedenle kimse fark etmiyordu muhteşem manzarayı. Denizin üstüne kızıla kesmiş bulutların yansıması düşmüştü. Derin bir kırmızı esir almıştı aslında kenti. İlkay’ın tombul tekiri Cingöz, terasta geziniyor, biraz yorulunca kızın binbir emekle yetiştirdiği saksı çiçeklerinin arasındaki minderinde uzanıyordu.
“Bana iyi gelen insanlar var çok şükür!” diye düşündüm. Biraz zaman alacak ama iyileşeceğim. Elimden geleni yapacağıma dair kızıldan laciverte dönen ufka söz verdiğim an İlkay’ın sesi ile daldığım düşüncelerden sıyrıldım.
− Bitti gazetecilik Asude. Şimdi herkes haber olma peşinde. Sosyal medya çıktı ya… Ünlüleri takip et, al sana mis gibi haber! Her şeyimiz para oldu be! Şuraya geldim de bir nefes aldım. Allah Nursen’e yardım etsin. Resmen bıçak sırtında yürüyor kız. Patronlar ayrı dert, elemanlar ayrı… Ya madem dedikodu çekti canın, bak sana ne anlatacağım? Ne oldu, hayırdır ne baktın?
Hoşuma gitmişti ortam da muhabbet de. Bir sigara güzel olur diye düşünmüştüm:
− Çantama baktım, salonda bıraktım herhalde.
− Ne yapacaksın çantayı? Ha anladım, sigara… Yok annem yok, o tabağındaki köfteler bitmeden olmaz. Kadidin çıkmış zaten. Yok öyle zırt pırt sigara!
Gülümseyerek başımı salladım. Madem burada misafiriz, ev sahibinin dediğini yapacağız. İlkay kaldığı yerden devam etti:
− Bir kız geldi, zengin bir iş adamının tanıdığıymış. Burnu düşse eğilip almaz. Nasıl havalı bir şey! Sanırsın derginin müdürü. Nursen bunu Wedding Place’e aldı ilkin. Ama kız rahat durmuyor ki! “Ben okuduğum bütün okulları derece ile bitirdim, ben şöyleyim, ben böyleyim, burada asistanlık edecek insan mıyım ben? Bu ülkeye fazlayım.” Bilmem ne! Laflar hep böyle! Sanırsın sadrazamın sol taşağından düşmüş. Nursen’i deli etti. Milletin altını kazıyor şırfıntı ya. Başarılı olmak için her yol mübah! Makyavelli görse alnından öper.
İlkay sözünün burasında durdu, köftesinin üstüne biraz acılı ezme sürüp ağzına attı. Çiğnedikten sonra devam etti:
− Meğer bir iş adamının şoförünün yeğeniymiş. Babası bu ufakken evi terk ediyor, anası da evlenince kızı büyütmek dayısına kalıyor. Dayı da dediğim gibi bir iş adamının şoförü. Çok zeki ve parlak bir öğrenci olduğu için iş adamı bunu özel okullarda okutuyor. Mezun olunca da onun ricası ile patron bizim dergi grubuna alıyor kızı. Kaç kere bilgisayarımı karıştırırken yakaladım, Allah bilir. Nursen iyice dellendi, bunu reklam kısmına aldı. Hırslı ya, bu defa da reklam veren şirketlere attı kancayı. Üst düzey adamları bulup onlarla ilgilenmeye başladı. Gözlerimle gördüm, lüks mekânlarda bir sürü adamla… Böyle hırs küpü birini tanımadım hayatımda.
Çok lezzetli humustan biraz tabağıma alıp bir yudum rakı içtim:
− Belki senin yerine de göz dikmiştir.
− Alsın mübarek olsun da onun derdi yurt dışına kapağı atmak. Amerika’da mı ne bir mastır programı varmış. Ama zengin adam buraya kadar dedi herhalde, oranın parasını karşılamak için bir sponsor arıyordu. En son bir pazarlama müdürü ile gördüm onu Marmara Oteli’nin pastanesinde. Küçük adam, öyle çok bir parası yoktur ama çalıştığı firmanın Amerikan ortağı var. Herhalde bir çıkarı vardır adamdan. Kesik parmağa işemez.
İkinci rakı kadehimi doldururken İlkay’ın sözlerinden bazıları sondan başa doğru kafamda dönmeye başladı: Pazarlama müdürü…
Amerikan ortak…
Yurt dışında mastır programı…
Zengin bir iş adamının okuttuğu hırslı kız…
O anda gözlerimde tekinsiz bir pırıltı dolandığına eminim:
− İlkay, bu kızı okutan zengin adam Sami Cihangir mi?
İlkay, kadehimi doldurduğumu görünce kendi kadehini benimkine vurdu:
− He, o! Nereden bildin? A, tabii! Onun kızı Nur senin asistanındı değil mi? Ben de diyorum bu kız erdi mi sonunda.
Şaşırtamaya devam etmem gerekiyordu arkadaşımı:
− Kızın adı da Azra, değil mi?
İlkay’ın gözleri kararmakta olan ufka çevrildi, sonra yine bana döndü:
− Azra Ocaktepe. Doğru!
− Peki, Marmara Otelinin pastanesinde Azra’yı birlikte gördüğün adam Cengiz Mercan adında biri miydi?
İlkay’ın o kara gözler kocaman kocaman oldu bir anda:
− Kuzum, yavrum! Ne oluyor sana? Kırklara mı karıştın nedir?
DEVAM EDECEK